bir şair vardı, öğretmen

30 Temmuz 2019

Arçelik!

Macit CÜNÜNOĞLU










Artık öfke beynime sıçradı, yazmadan duramayacağım.
Hikâye uzun, üç yıllık buzdolabım soğutmamaya başladı.
Üstü normal, alt tarafı anormal.
On iki dereceden aşağıya düşmüyor.
Üstelik bir aydır.
Ne yaparsınız?
Çağırdım yetkili servisi, garantisi de yedi yıllık.
Geldiler gittiler derken, netice sıfır.
Ve bir kez daha kani oldum ki, firmalar malı satana kadar
dünya tatlısı, ondan sonra arazi olmakta mahirler!
Ve söz konusu olan ARÇELİK.
Türkiye markası, BEKO ile de uluslar arası şöhret.
Gel de eleştirme.
Bize gelen yetkili servis FİKİRTEPE.
Mübarek servis değil yalan üretim merkezi.
Feryat figân ile derdimi arz ediyorum…
Bin bir bahaneyle ipe un seriyorlar.
Tabii ki çileyi çeken biz.
Sıcaklar kırk dereceye yakın, bozulan yiyeceklerimizin
haddi hesabı yok.
Ancak kimin umurunda?
Genel merkeze ulaştım, fevkâlâde süslü cümlelerle
yazılarıma cevap veriyorlar
Güya müşterinin gönlünü hoş tutacaklar!
Vallahi şeytan diyor ki, al buzdolabını Kadıköy’ün orta
yerinde yak.
İnanın çağımızda ne utanma kalmış, ne de vicdan.
Tamam, kapitalizm vahşi ama bu kadar da değil.
En azından Batı toplumlarında.
“Söz verme” denilen insana yakışan bir eylem var.
Elbette arkasında durursanız.
Bir de iş ahlâkı.
Hiçbiri bu ülkeye sanki uğramamış.
Aslında bu satırları yazarken utanıyorum.
Lâkin derdimi ummana aktarıyorum.
Bravo ARÇELİK, bravo “işini aşkla yapan” firma…
Bu saatten sonra al ürününü, yetkili servisine postala.

28 Temmuz 2019

Müziğin Evreni

Torunum Tuğmaç











Gençlerin gitar tutkusu hiç bitmez.
Onları çok iyi anlıyorum.
Bu konuda Orson Welles diyor ki,
“I Know What It Is to Be Young”
Muhteşem bir şarkıdır.
Ne de olsa bizlerde o evrelerden geçtik.
Ayrıca enstrüman çalmak ayrıcalıktır.
Rahmetli ağabeyimden hatırlıyorum, on beşli yaşlarda
eline aldığı her müzik aletini konuştururdu.
Demek ki tanrı vergisi.
Ben de onun izinden yürümüş olacağım ki, öğretmen okulu
yıllarımda mandolinle tanışıp iyi derecede çalmaya başlamıştım.
Hocamız da şimdilerde profesör olan dünya çapındaki besteci
Turgut Aldemir…
Tam bir klasikçi.

Evet, müzik dünyası özel bir alan.
Nadir Nadi’nin dediği gibi meraklıları mutlu azınlığın üyeleri.
Ben de otuzlu yaşlarımda tanıştım.
Hatırı sayılır ölçüde kitap okudum.
Tabii başta yaşam öyküleri olmak üzere çoğuna hayran oldum.
Otuz dört yaşında ölen Mozart, sağır Beethoven ve Baba Bach…
Ondan sonra gelsin onlarca yeryüzü yıldızı…
İnsan ruhunun en değerli besin kaynakları.

Bugün Pazar, torunum Tuğmaç elinde gitarıyla geldi.
Yeni almış, daha yolun başlangıcında, belli ki ilk heves.
Önce akort yaptım, sonra üç beş akor…
Başladık Fikret Kızılok şarkılarına…
“Bu kalp seni unutur mu…”
Asla, benim kuşağım neyi unuttu ki,
Sevdalarını, tutkularını, aşklarını…
Hepsi yüreklerinin derinliklerinde.
Torunumun yüzüne baktım, pırıl pırıl, umut ışığı gözlerinde parlıyor.
Üniversite öğrencisi, Genetik-Bio mühendisliği okuyor.
Biraz antropoloji, biraz Darwin konuştuk…
İyi geldi yorgun yüreğime…
Ve başladık gitarının tellerine vurmaya…
“Gün ola devran döne…”
İkimiz de sabırsızlıkla bekliyoruz, ne zaman dönecek diye.

Macit CÜNÜNOĞLU

Ah bu torunlar!

Macit CÜNÜNOĞLU
Bilgisayarımı yaşlandığı için değiştirdim.
Bu arada 5854 fotoğraflık arşivim de silinmiş.
Tabii ki benim hatam.
Doğal olarak çok sevdiğim fotoğraflarım uçtu gitti.
Ama nereye?
Bu çağda çözümsüz sorun olur mu?
İmdadıma torunum yetişti.
YouTube üzerinden öyle bir program buldu ki,
ölüyü dahi diriltiyormuş!
Adı: Recuva
Anında laptopa yükledi…
Kaybolan fotoğraflarımın peşine düştü…
X kuşağının elinden kurtulur mu?
Bir saat sonra fotoğraflarım tekrar arşivimde.
Gel de hayranlık duyma!

Bir de geçmiş devirlere bakalım.
Kodak marka sekiz poz çeken makineler vardı.
Çekim sırasında her kare çok değerliydi.
Öncelikle ışığı arkanıza alacaksınız, bilahare enstantane
diyafram ayarları kusursuz yapılacak, en son da mesafe ölçümlemesi…
Bu arada aman kadraja dikkat ve final zamanı…
“Klik”, o müthiş ses, deklanşöre basılmıştır artık.
Yaşanılan heyecan, duyulan sevinç de promosyon!

Gelelim fotoğrafçıya, (mesleğim sayılır) rulo film teslim edilir.
Önce banyosu yapılır, bilahare agrandizörde tab edilir.
Elbette siyah&beyaz zamanlar, alınan fotoğraflar özenle
albüme yerleştirilir.
Oh!.. Çabaya bakın, keyfe bakın!
Ya şimdi?
Elde cep telefonu, sınırsız fotoğraf çekme özgürlüğü…
Bir de selfi çubuğun varsa, patlat flaşları art arda.
Hangisi daha değerli diye sorarsanız…
Nostaljiyi önemseyenler için 8 pozluk makine…
Genç nesiller için ise çok yüksek pikselli telefonlar.
Sahi, şimdi aklıma geldi.
Antik çağdan kalma telefonumu terk edip iyi bir cep
telefonu almak istiyorum.
Marka takıntım yok, GB önemli değil, yeter ki 20 megapiksel olsun.
Lütfen yardımcı olunuz, hangi model önerirsiniz?
Veya gözden çıkarttıklarınız varsa mesajlarınızı beklerim.

27 Temmuz 2019

Bir varmış, bir yokmuş

Macit CÜNÜNOĞLU











Çağımızda komşuluk ilişkileri bitti, tamam…
Yine de zorlanırsa birkaç tane bulunuyor.
Sevgili eşim bu konuda oldukça girişken.
Yalnız oturduğumuz apartman değil çevredekilere de sarkıyor.
Bunlardan biri de Halide ile Keriman teyzelerimiz.
İki kız kardeş, abla 85, küçüğü 82 yaşında.
Yaşam direnci güçlü insanlar.
Komşu apartmanda ayrı ayrı oturuyorlar.
Ve yalnızlık diye bir problemleri yok.
Ve hiç kimseye muhtaç olmadan hayatlarını ayakta sürdürüyorlar.
Ne güzel, böylesi ömürleri tanrı herkese nasip etsin.
Lâkin ikisi de İstanbul hanımefendisi.
Güngörmüş insanlar.
Hele Keriman teyze, paşa eşi.
Kızı Amerika’da, Kanserle Dans Derneği’nin başkanı.
Babasını kanserden kaybetmiş…
Ömrünü amansız hastalıkla mücadeleye adamış.
İster istemez duygulanıyor insan.

Aslında günümüzün en büyük sorunu yaşlılık.
Batı için de geçerli.
Peşpeşe hizmete giren huzur evleri ihtiyaca cevap vermiyor.
Devletimiz derseniz, Allahlık Ali Bey…
Özeller ise para tuzağı…
Ya vefalı çoluğu çocuğu olmayanlar…
Bir de yoksulsalar…
Ne yapsın?

Velhasılıkelâm zor iştir kocamak.
Hele hele de beş parasız muhtaç olmak…
Mezarlıklar bile beş yıldızlı otel görüntüsü verir ama
karar mekanizması sen değilsindir.
Yalvarır yakarırsın bir yerlere…
Ne duyan olur, ne gören…
Alın yazındır çilen…
Derinden bir ah çekersin…
Ve başlarsın yüreğinden kopup gelen gözyaşlarını dökmeye…
Ve sarılırsın hiç tanımadığın komşuna…
Sadece insan evladı diye.

Gazi'nin gölgesinde...

Macit CÜNÜNOĞLU











Bir kez daha Amasya’ya yolculuk yapalım…
Efsaneler şehrine.
Aslında küçük bir kent ama tarihi katsayısı oldukça fazla.
Onlarca uygarlığın beşiği.
Ortasından geçen Yeşilırmak’ın dinginliğine ayak uydurmuş ahalisi var.
Hayat tarzları da üç beş kilometreyle sınırlı.
Eski yıllarda bağlık bahçelik olan dokusu, seksenlerden sonra
hızlı bir değişime uğrayıp beton canavarına teslim bayrağını çekti.
Elbette yazık oldu ama ülkemizin hangi ili aynı sancıları yaşamadı ki?
Kuşadası’na ilk 1976 yılında gitmiştim.
Küçük bir ilçe, ancak gördüğüm olağanüstü güzelliklerinden
çok etkilenmiştim.
Daha sonra 1986’da gittim…
Aman tanrım, tek kelimeyle hüsrana uğrayıp tanıyamamıştım.
Sanki binlerce yapı o güzelim sahil kasabasını işgal etmiş!
Adları da tatil köyleri, yazlıklar, kamplar vesaire.
Topu topu yılda on gün yararlanılan çağımızın görgüsüzlüğü.
Tamamen moda rüzgârları ve elalem için edinilmiş gösteriş budalılığı.
Tabii pek çoğu çürümeye terk edildi.
Çünkü ekonomik güce bağlı olarak bir  hevesle alınan yazlıklarda
tatil yapma imkânı kalmadı, daha açıkçası sahipleri yoksullaştılar.
Benim güzelim Amasyam da aynı furyadan fazlasıyla nasibini aldı.

Tabii yazlık anlamında değil, halkı apartman yaşamı adına tarihi evlerini
yıkıp, çok katlı apartman ucubesine izin verdi.
Bu arada arabasını kalbinden çok seven asil Türk erkeği,
trafik denilen kaosun da yaratıcısı oldu.
Başı sonu beş kilometreyi aşmayan kentte insan sayısıyla
araç sayısı âdeta yarışır hâle geldi.
Ve Şehir Kulübü’nün kadim üyeleri rakı masalarından manzarayı
gururla seyrediyorlar...
Nasıl olsa her arabanın yolu Selağzı’dan geçecek.
Eskiden kağnıların, at arabalarının, faytonların güzergâhı…
Şimdilerde ise piyasa meydanı.
Ortasında M. Kemal Paşa'nın heykeli, muassır medeniyetlerin
ötesine geçen necip halkını göğsü kabararak izleyecek…
Öyleyse: “Ne mutlu Türküm diyene(!)”

24 Temmuz 2019

Hala oğlum

















Sağolsun Erol Ağabeyim (Çevikçe) son kitabını
imzalayıp kargoyla göndermiş.
Adı: “Hala İyimserim”, alt başlığı ise “Siyasi özeleştiri”.
Oldu bitti anı kitaplarını severim, ancak bir solukta
okuduğum satırlar anılardan öte anlam taşıyor.
Son altmış yılın âdeta rontgeni çekilip gözler önüne serilmiş.
Hemen hemen her karesinde Erol Çevikçe var.
Nasıl olmasın ki, yaş sekseni aşmış.
DPT (Devlet Planlama Teşkilatı) ile başlayan serüveni
devletin en üst basamaklarına kadar tırmanmış.
Önce milletvekilliği sonra bakanlık makamı…
Bilahare CHP kadrolarında tepe noktalarda hizmet…
Ve müthiş tevazu içinde geçen onlarca yıl.

Aslında Erol ağabeyim kendini anlatmıyor…
Yakın tarihimize projektör tutuyor.
Öyle ki temas etmediği hiçbir konu kalmamış.
27 Mayıs’la başlayan yeni anayasal düzeni tek tek irdeliyor.
Kahramaları İnönü, Demirel, Ecevit, Özal ve tabii ki Baykal.
Bu arada darbeler, Kıbrıs Harekatı, RTE, Kürt meselesi
konu başlıkları.
Olağanüstü analizlerle inandırıcı sentezlere ulaşıp
günümüze ışık tutuyor.
Elbette siyaset dediğimiz toplumları yönetme sanatı,
usta poltikacıların elinde kurtuluş reçetesine dönüşüyor.
Daha doğrusu çözüm yolu üreten değerli şahsiyetlerin marifetiyle.
İşte, Erol Çevikçe bu yolda doğru model.
Samimi, güvenilir, erdemli…
Ve ülkesi için yüreğini koymuş biri.

Ne mutlu ki dayı oğlu olmanın gururunu her zaman yaşadım.
Siyasi kariyerinden, halkla kurduğu güçlü bağlardan,
söylemlerinden yazdıklarından çok şey öğrendim.
Her daim benim için güvenilir bir liman oldu.
Sözünü ettiğim kitabı bütün dostlarıma şiddetle tavsiye ederim.
Ne yapıp ne edip muhakkak okuyun.
Yalnızca anıları değil, ülkemizin tarihi gerçeklerini de
yaşayacaksınız…
Meraklı arkadaşlarım için değmez mi?

Macit CÜNÜNOĞLU

21 Temmuz 2019

Zamanın içinden

Macit CÜNÜNOĞLU


Amasya'nın ellilerde nüfusu 13 bin civarında.
Herkes herkesi tanıyor.
Sadece iki caddesi hareketli.
Irmak kenarı ile Yeni yol.
Ama ünlü karakterleri de var.
İlk sırada Foto Ekrem'i sayarım...
Eşsiz büyük usta.
İğne uçlu kalemiyle attığı rötuşların benzeri bugün dahi
imkânsız, hatta fotoshop desteğiyle bile gerçekleşmez.
Ayrıca ışığı en mükemmel kullanan kişi..
Yalnız küçük kentimizin değil, bölgenin en değerli fotoğrafçısı.
Nurlar içinde yatsın, mesleki anlamda kimse eline su dökemez...
Âdeta erişilmez zirve.

İkinci sıraya Niyazi Dal'ı koyarım.
Kızıl saçlı muhasebeci.
Bir dönemlerin belediye başkan adayı.
Ayrıca Şehir Kulübü'nün kadim müşterisi.
Onca sağlık sorununa rağmen rakı masalarının efsane ismi.
Sanki Amasya'nın canlı tarihi...
Yaşıyorsa Allah selamet versin.

Üçüncü sırada ise eniştem var.
Güzeller güzeli Hacer halamın kocası.
Erol Çevikçe'nin de babası.
Hocaların hocası Kazım hoca.
Cumhuriyetin ilk yıllarında yetişmiş saygın öğretmen.
Rakısıyla, müzisyenliğiyle müstesna bir kişilik.
Bir nevi Bal Mahmut.
Ne sohbetler, hayatla bütünleşen ne zenginlikler...
Keşke not alma imkânım olsaydı...
Dönem edebiyatının en seçkin örnekleri sergilenirdi.
Uzun yıllar yaşadı, genç kalmanın sırlarını o tarihlerde
keşfetmiş, gönül dünyasını daima canlı tutardı...
Arada sırada da İstanbul'a uzanırdı.

Elbette memleketimde böyle değerli insanlar çok.
Yazmaya kalksam sayfalar yetmez.
Şimdilik aklıma gelen üç ismi naklettim...
Ömrüm vefa ederse gerisi de zaman içinde.
Lâkin Amasya bir sahne.
Koordinatları dağlar içinde, ırmak boyunda, bağlar arasında...
Ve yolu sevgiden geçen yürekli aşıkların yaşadığı kent.
Ne mutlu ki Ferhat ile Şirin'in izindeyim diyene.

20 Temmuz 2019

Mektup





Yukarıdaki fotoğrafta yıllar öncesi yazmış olduğum
bir mektup yer alıyor.
Tarih: 22 Aralık 2001.
Uzun yıllardır Almanya'da yaşayan dostlarıma göndermişim.
Kitaplarımı karıştırırken elime geçti...
Tekrar tekrar okudum.
Hoşuma gitti, samimi duygularmış.
Aslında oldu bitti mektup yazmayı severim.
Ne de olsa yazının asaleti...
Yarınlara kalacak tek belge.
Keşke tarihe karışmasaydı.
Elbette ki interneti, cep telefonunu inkâr edecek değilim...
Ancak ne zaman elime bir mektup geçse,
önce koklar, sonra hayâl dünyasına dalarım.
Belki de kültürümüzün vazgeçilmez parçası.
Ayrıca ne edebiyatlar çıkmıştır...
Yalnızca aşk, dostluk yazışmalarından değil...
Asker mektupları bile o kadar değerlidir ki...
Çünkü duyguları yazıya dökmek emek ister...
Basit bir anlatım dahi düşüncenin yoğunluğunu gerektirir.
Sonrasında postaya verilecek zarfın içinde hayatın
sırlarla dolu ayrıntıları vardır.
Kişiye özel, ruhun derinliklerinden dökülür...
Sahibinin kalemi kuvvetliyse...
Şiir de olur, masal da.
Okuyan bambaşka dünyalara sürüklenir...
Kutsal iletişim hattı...
Ne yazık ki çağımızda görülmeyen.

18 yıl önceki mektubum da dostlarıma ne çok şey yazmışım.
Gündelik hayattan, ülkemizin geleceğine dair.
Ne tuhaftır ki değişen bir şey yok.
Dertler aynı, umutlar aynı...
Yalnız siyasi aktörler değişmiş.
Belki biraz daha yaşlandık...
Ama her şeye rağmen hayat içindeki yolculuğumuz
devam ediyor...
Bütün güzellikleriyle.

Macit CÜNÜNOĞLU

19 Temmuz 2019

Yoldaşımız Yunuslar

Macit CÜNÜNOĞLU


"31 Temmuz'a kadar R. Kavağı-Sarıyer-İstinye-Arnavutköy-Beşiktaş-Kadıköy/Eminönü ve Asya tarafında da, A.Hisarı-Beykoz-Beylerbeyi-Çengelköy-Paşabahçe-Üsküdar Şehir Hatları motor deneme seferleri başlamış. İstanbul kart otobüs fiyatına. Yunusları seyrederek boğaz turu sadece 2,30 TL. Otobüs/metro aktarmalı bindiyseniz, 1.70 TL. Çay, tost servisi de var.
Lütfen duyuralım. Talep yok diye iptal edilebilirmiş"
İstanbul'da yaşıyorsan deniz yolu."

Yukarıdaki duyuru bir süredir Face sayfalarında dolaşıp duruyor.
Her ne kadar yunuslar tarih öncesinde kalsa da, haksızlık etmeyelim,
arada sırada gözüküyorlar.
O da çocuklar varlıklarını unutmasın diye.
Yine de çok güzel güzergâh.
Öncelikle kısa yollu Boğaz turunu düşünen beyinlere binlerce teşekkürler...
Ancak yolcu nerde?
İşte bütün mesele!

Birkaç yıl önce Beykoz'a vapur seferleri konulmuştu...
Ancak talep olmadığı için de kaldırılmıştı.
İnşallah bu kez aynısı olmaz.
Çünkü İstanbullu denizi unutalı çok zaman oldu...
Ayrıca hangi güzelliklerinden vazgeçmedi ki?
Sıralamaya kalksam sayfalar yetmez.
Geçenlerde bir arkadaşım dedi ki,
Üstelik otuz yıldır bu kentte yaşıyor.
"Hocam, hiç Adalara gitmedim."
İnanın söyleyecek lâf bulamadım.

Dolayasıyla Boğaziçi'nin büyüsünü ancak yaşayan bilir.
Tabii ki Çengelköy'ün hıyarını, Beykoz'un cevizini, Kanlıca'nın yoğurdunu,
Sarıyer'in böreğini, Kavakların balığını yiyen mutlu bir azınlık hâlâ mevcut.
Fakat hepsi antika kadar değerli.
Lâkin sesleri de pek duyulmuyor, arabesk yaşama onlar da ayak uydurmuşlar.
En son halis İstanbullu dostlarımı lahmacuncu da gördüm!

Ciddi anlamda kültürel alt üst oluş yaşıyoruz.
Tamam, ayaklar baş oldu ama hepsi kabulümüz.
Ne de olsa "ileri demokrasi" yaşıyoruz!
Sandık kutsal, zurnada peşrev olmaz, ne çıkarsa bahtımıza.
Bu kez İmamoğlu çıktı...
Aslen Trabzonlu olmasına rağmen ömrü bu kentte geçmiş.
Artık İstanbullu sayılır.
Başarılı olması için de tek bir çözüm yolu var...
Sadece ait olduğu şehri içinde hissedecek ve rüyalarını süsleyecek...
Gerisi kolay.
Ondan sonra Boğaziçi şıngır mıngır...
Yoldaşımız olur yunuslar.

Avrasya Macerası!

Macit CÜNÜNOĞLU










M. Kemal'in en önemli özelliklerinden biri de hiçbir zaman
Batı hayranı olmadı...
Ancak Batı uygarlığının sıkı bir taraftarıydı.
Rahmetli Attila İlhan yazılarında bu konuya sıkça değinirdi.
O nedenledir ki ülkemizin siyasal kadrolarının yüzleri daima
Batı'ya 
dönük olmuştur.
Ta ki Erdoğan'a kadar.
Aslında O da iktidarının ilk yıllarında AB yanlısıydı.
Bu uğurda epeyce de çaba harcadı.
Fakat ne olduysa oldu, devletin resmi politikalarını terk ederek
yüzünü Avrasya'ya döndürdü.
Önce Rusya ile başlayan derin dostluklar, Çin ve Japonya ile
sürdürülen flörtler...
Ülkemizin rotasını kökten değiştirdi.
Hep beraber ibretle izliyoruz S-400'lerin yarattığı krizi,
peşinden F-35'ler açmazını.
Doğrusu ya, yarınlarımız için ciddi anlamda endişeliyim.
Bir de Suriye meselesi...
Doğu Kalkanı falan derken bindik bir alamete, gidiyoruz kıyamete.
Allah sonumuzu hayır etsin.

Fakat 31 Mart yerel seçimleri bir ışık yaktı.
Rengi kırmızıydı, dur dedi iktidara.
Sabrı iyice tükenen muhalefetin umudu oldu.
Artık tek yönlü bilet kesildi...
Tarihin çöplüğü hazırlık yapıyor...
Ve sabırsızlıkla bekliyor kibirli misafirini bağrına basmak için.
Öyleyse güle güle aziz dostum...
Yeni hayatında başarılar, kalbi muhabbetler.

İşte böyle değerli okurlarım, bu dünya kimseye kalmaz.

Hele hele de rüzgâra karşı yürüyenlere.
Erinde geçinde teslim olurlar yalnızlığa.
Ayrıca bizim toplum ne Doğulu ne Batılı...
İki arada bir derede.
Budist olsak işler kolay...
Bir lokma bir hırka yeter.
Hristiyan da değiliz.
Halis Müslüman olarak ne Tanrı'dan vazgeçeriz ne de zenginlikten...
Gözümüzü para hırsı bürüdü, köşkler, lüks arabalar hayâlimiz...
Azametli hayatlar rüyalarımızı süsler.
Özel hastaneler, özel okullar, özel sevgililer...
Yaşasın tatlı hayat!
Tüm bunlar Hollywood filmlerinde vardı...
Öyleyse nurlar içinde yat Celal Bayar...
Büyük idealin gerçekleşip memleket "Küçük Amerika" oldu...
Yalnız Avrasya yolculuğuna çıkan gemimizin kaptanın da
ufak bir sorun var...
Maalesef 31 Mart'ta ayağına diken battı...
Şimdi Putin'in şefkatli kollarında tedavi görüyor...
İnşallah sonu benzemez rahmetli Menderesimize...
Alayının taksiratını tanrı af etsin.
Amin!

18 Temmuz 2019

Sevda yüklü kervanlar

Turhal

Öğretmen okulu yıllarında tanışıp dost olduğum Bahattin Baha Tekman,
Turhal Nurkavak mahallesinden.
Bu mahallenin benim yaşamımda da önemli bir yeri var.
Arkadaşımın arkadaşları benim de arkadaşımdır ilkesinden
hareketle epeyce insanla tanıştım.
Çoğu ile sıcak ilişkilerim hâlâ sürer, onlarla görüşmekten
fevkâlâde mutlu olurum.
Dile kolay, altmış yıla yakın süreden söz ediyoruz.
Artık bu tür değerler tarih öncesinde kaldı.
Ayrıca komşuluk ilişkilerinin bile gerçekleşmediği günümüzde,
geçmişin kıymetli sahneleri sadece hafızalarımızda yer alıyor.
Elbette güzel günlerdi, delikanlılık yaşları.
Her birimiz "sevda yüklü kervanların" yolcusuyduk...
Kırımlı'nın elinde cümbüşü,
Çini, Toroman, Çavdar ve daha niceleri...
Coşkulu âlem yapmanın keyfini yaşardık.
Aldığımız haz, ulaştığımız neşe parayla pulla satın alınacak
türden değildi.
Dertler hem çok, hem yoktu.
Ancak bir araya gelmenin sevinci gözlerimizde...
Yarınlara umutla bakmanın heyecanı...
Devir altmışlar...
Henüz siyasetten uzağız...
Ama çoğumuzun ortak paydası yoksulluk...
Devrimci karakterimiz ufaktan ufaktan şekillenmeye başlamış.
Çalışma hayatına yakınız.
Zaten çoğumuz ya çırak, ya da babamızın yanında uşak
olarak çalışıyoruz.
Hepimizin gailesi ise ekmek parası.

Aslında paylaşmaya çalıştığım anılar
sosyo-psikolojinin ilgi alanına girmesi gerekir.
Bir kere mahalle aileden sonra gelen en küçük toplumsal birim.
İçini doldurun insanla, hem de en deli fişek olanlarla...
Karşınıza çıkarsa Nurkavak mahallesi, sakın şaşırmayın!

Fakat Şeker Fabrikası'nın Turhal halkı üzerinde özel bir yeri vardı.
Bir kere ekonominin can damarı, şehrin hayat pınarı.
Ya sosyal hayata etkisi?
Sinemasıyla, havuzuyla, salonlarıyla modern çağın hizmetlerini sunuyordu.
Hiç unutmam, arkadaşlarımla birlikte "Bitmeyen Yarış"
adlı bir film izlemiştim.
Baş rolde Charles Aznavour oynuyor, döneminin en ünlü
Çek sporcusu maratoncu Emil Zapotek'i canlandırıyordu...
Her sahnesi hâlâ aklımda.

Evet, geçmişi hatırlamak güzel...
Hele yazıya dökmek, ayrıca keyifli.
Bir de konunun öznesi Nurkavak olunca...
Aşka geliyor insan.
Öyleyse bir kez daha selâm olsun o devirlere, can dostlara.
Biliyorum aktardıklarım da çok eksik var...
Ama söz veriyorum Turan Toraman'a, Antalya'nın tam ortasına
heykelini diktireceğim...
Hem de Attalos'un yanına...
İşte aşk, işte yaşayan efsane diye!

Macit CÜNÜNOĞLU

17 Temmuz 2019

Gezi-Yorum

Amasya


Madem Amasya'dayım, genel tarihinden üstün körü söz ettim.
Şimdi de kent içini gezelim.
Merkez de Selağzı meydanı.
Tam ortasında Atatürk heykeli.
Tankut hocamın (Öktem) muhteşem eseri.
Hemen yanı başında Gümüşlü, doğduğum mahalle.
Bitişiği Yakutiye ve komşusu Mehmet Paşa.
Az yukarısında Çilehane ile Çevikçe.
En tepede Savadiye, Sofular az aşağıda...
Zaten Amasya dediğimiz avuç içi kadar yer.
Kuzeyinde Şamlar, Tatarlar...
Çok sonraları 55 Evler...
Girizgâhı Ahırönü.
Pirinççi transit güzergâh.

Ve II. Beyazıd Paşa Cami-i, hemen yanında Padişah
adını taşıyan mahalle...
Üçler güneyde son nokta.
Gök Medrese Tokat'a açılan pencere...
İstasyon mahallesi oldukça eski, kara trenimizin kadim komşuları.
Kurşunlu altmışlı yılların ürünü...
Ancak Hızır Paşa, Amasyalı Romanların ana vatanı.
Hamamı, camisiyle âdeta yoksullar dünyası.
Bir nevi getto.
Geriye de Dere mahallesiyle İçerişehir ile Herkiz kaldı.
Son ikisi hemen hemen tarihten kalan son miras.
Yeşlırmak'tan alınan havalı unvan: Yalı Boyu.
Ne Boğaziçi, ne İzmir Kordon Boyu
Aşkını yaşarsın sabahlara kadar.

Evet, özlüyorum memleketimi.
Mahalle içlerinde terkos çeşmeleri vardı.
Kadınların toplanıp muhabbet ettiği mekânlar...
Ellerinde güğüm veya testilerle sıra bekleyen çocuklar.
Bir de Ramazan ayındaki pide kuyruklarını nasıl özlemez insan.
Ya Amasya çöreği, haşhaşlı cevizli bizim oralara özgü
olağanüstü lezzet.
Şuayip amcanın tandırı, Emrullah ustanın pastası,
Çinli Yusuf'un vişneli, limonlu dondurması...
Hepsi organik, daha katkı maddesi icat edilmemiş.
Tüm bunlar ancak rüyalarda görülecek lezzetler.
Neyse ki vakti zamanında tatmışız...
Öbür tarafa götüremeyiz ama hayâllerimizi süsleyen gerçekler...
Şükürler olsun, bu dünyaya güzel devirlerde gelmişiz...
Söz verdim Nurten halama, artık ölümü anmak yok...
Yüz yıl daha buralardayız...
Nice mutlulukları, sevinçleri hep beraber yaşamak umuduyla...
Şimdilik hoşça kalın dostlar.

Macit CÜNÜNOĞLU

Amasyam

Macit CÜNÜNOĞLU















Bugünkü yolculuğum doğduğum topraklara.
Eski Amasya'ya, nüfusu on bin küsurluk kente.
Çünkü 1965 yılında yatılı okul nedeniyle ayrıldım,
kopuş o kopuş, bir daha da dönmedim.
Ancak çok severim, fırsat buldukça da ziyaret ederim.
Benim için Amasya salt aidiyet duygusu değil,
tarihtir, kültürdür, yaşayan müzedir.
Zaten başka türlüsü memleket şovenizmine girer ki,
o da bize yakışmaz.
Bir gün vapur yolculuğu yapıyorum, Kadıköy Karaköy arası...
Yanımda oturan Karadenizli vatandaş (şivesinden anlaşılıyor)
dedi ki, "İstanbul çok güzel ama Trabzon ikinci sıraya gelir.)
Hemen itiraz şerhimi koydum ve gerekçesini ayrıntılarıyla belirttim.
Dedim ki ikincilik unvanını Amasya çok daha fazla hak ediyor.
Başladım anlatmaya:
Öncelikle insanlığın yerleştiği ilk bölge.
Mahmatlar Kültürü olarak anılan ve tarihe mal olan dönemin
ev sahipliğini yapmış, ki o köyde öğretmenlik yaptım...
Kazmayı vurduğunuz her yerden antik eser fışkırıyor....
Kaçırılanlar hariç, çoğu da Amasya Müzesi'nde.
Sonra Hattiler, Hurriler, Etiler derken ilk uygarlıkların
derin izlerini taşıyan topraklar, az şey mi?
Nihayetinde de Pontus sahneye çıkıyor.
Doğu Roma İmparatorluğu'nun efsanevi dönemi.
Kaleler, sarnıçlar, köprüler, mezarlar derken görkemli bir geçmiş.
Hepsi sağ ve diri.
Dokunma mesafesi, gez doya doya.
Nasıl olsa kılavuzumuz Strabon, ilk coğrafyacı...
Övünmek gibi olmasın ama o da hemşehrimiz.

Ve dört nala Asya'dan Türkler geliyor.
Malazgirt ovasından giriş yapıp tez zamanda bizim ile ulaşıyor.
Anında Hristiyan kültür yok edilip Müslüman kente dönüştürülüyor.
Belki bir iki kilise kalmıştır ama gören eden yok...
Sadece tarihsel belgelerde boy gösteriyor.
Derken şanlı Osmanlı çöküyor kente.
Camileriyle, medreseleriyle artık kültür başkenti
Ayrıca taht varislerinin bekleme salonu...
İlk stajların yapıldığı güvenilir adres.

Sonuncu ise, kahramanımızı biliyorsunuz.
T.C.'nin kurucu önderi M. Kemal.
İlk ışığı bizim topraklarda yaktı, tarih: 22 Haziran 1919
Ve yıkılan imparatorluk küllerinde yeni bir devlet doğdu.
On yedi yıldır da sultanımızın emrinde...
Heyecanla bekliyorum Cumhuriyet'in 100. yılını...
Şapkadan ne çıkacak diye!

16 Temmuz 2019

Cennetin anahtarı!

Macit CÜNÜNOĞLU









Neyse ki 15 Temmuz masalını kazasız belâsız atlattık.
Erken öten horoz misâli günü selâlarla kapattık.
Öyleyse alayım Reisime bir kutu boya...
Boyasın kendini boydan boya...
Ooo mastika, mastika!
Maestronun elinde bir çubuk...
Parlamento orkestra...
Libretto Cenaze Marşı...
Çalıyor ince saz...
Arada mehteran...
Of ulan offf!
Suyundan da koy!

Sen neymişsin be usta...
Memleketin altını üstüne getirdin.
Ne dirlik kaldı ne düzen.
Biliyorum seni seven çok...
Lâkin sevmeyenler de...
Öyle ki İmamoğlu kardeşimize oy verdiler..
Hepsi de mi düşman?

Allah aşkına biraz aklına başına topla.
Tez zamanda tek adamlıktan vazgeç...
Yoksa sonun benzeyecek...
Dilim varmıyor ama sudan çıkmış balığa.
Farkında mısın altın oyuluyor...
Gül, Babacan, Davutoğlu âdeta Truva atı...
Adım adım yaklaşıyorlar.
Kalen ne kadar sağlam bilmem.
Lâkin en güvendiğin malzeme tartışılır.
Bir kere adı Devlet, resmen tescilli çürük elma.
Ortağını arkadan vurmada mahir...
Ayrıca bağırır çağırır ama sabıkalı kokmuş yumurtadır.

Kusuruma bakma ama yaşça benden küçüksün...
Ağabeyin sayılırım, ayrıca Kasımpaşa geçmişim var.
Senin tefekkür ettiğin caminin önünde az zamparalık yapmadım.
Tanrı taksiratımı af etsin, gençlik yıllarımdı...
Yalnız sen İETT'de futbol oynarken ben Demir Döküm'de işçiydim.
Üstelik sendikalı sosyalisttim.
DİSK/Maden-İş üyesi...
Yoksul halkı için can vermeye hazırdım...
Bilmem anlatabildim mi?
15 Temmuzlar gelip geçer...
Ama bu ülkeye sol gösterip sağ vuranlar asla unutulmaz...
Lütfen yakın tarihimize bir bak...
Sana benzeyenler ne kadar da çok.
Öyleyse tez elden hazırlık yap...
Saray da varislerine kalmayacağına göre...
Gel yanı başıma, Kulaksız'da komşu olalım...
Emin ol zararını görmeyeceğin gibi faydasını görürsün...
Biraz insanlığı öğrenirsin.
Çünkü pazarladığın cennet de cehennem de burada.
İnşallah komşu olmak umuduyla...
Seni kalben seven dostun!

Acı hatıralar

Cilo Dağı


İnadına ters açar laleler.
Buzullar güler.
Cilo'dur burası.
Eteklerinde Hakkari.
Dağlarında bir köy.
Adı Dağlıca.
Kervan geçmez it ürümez.
Ve hemen yanında bir askeri tabur.
Toplam altı yüz kişiler.
Sınır boyudur, vatanı beklerler.
Başlarında komutanları, yaşlar yirmi...
Koyunlarında yavuklu mektubu.
Eller tetikte, gözler düşmanda.
Geldi gelecek.
Teyakkuz hâli.
Ne yatak ne uyku.
Aşları ekmek ile konserve.
Karlı tepeler biricik dostu.

Aman dikkat, baskın yeme durumumuz var.
Tarih: 21 Ekim 2007.
Sırtlarında yükleriyle katırlar çoktan gözüktü.
Üstteğmen asıldı telsize...
Tehlike yakın, geliyorlar akın akın.
Ne duyan oldu, ne ciddiye alan.
Yetkililer dedi ki,
"korkmayın aslanım, biz burdayız!"
Gece sisli, göz gözü görmüyor.
Oysa kanlı senaryo çoktan yazılmış.
Saatler gece yarısı 12,10...
Ve silahlar başladı kusmaya...
Birlik 57...
Saldıranlar 300-350 kişi.
İlk etapta 8 kişi teslim oldu...
Ama işbirliği, ama korkudan.
Ardından 12 şehit, 16 ağır yaralı.
Kobralar yetişti imdada ama nafile...
Anında geri döndüler.
Can tatlı.
Vatan-Millet-Sakarya yalnızca kitaplarda yazıyor...
Bir de politikacıların dilinde.

Bir kez daha toprak kana doydu.
Ayaklandı Türkiye...
Şahlandı Cumhuriyet mitingleri.
Ellerinde kınalı kuzular...
Ağlar ki analar hem de nasıl...
Ben de asker babasıyım...
Canlı kurtulan oğluma sevinemedim.
Lânet okudum hep savaşlara, yaşasın barış dedim...
Ama yıllardır kendim söyledim, kendim dinledim.

Macit CÜNÜNOĞLU

Unutulmayan sevdalar



Bir süredir Zantara'yı ihmâl edip selâmı sabahı kesmiştim.
Neyse ki internet üzerinden dün akşam öğrencim hatırlattı.
Halise, sınıfımın en çalışkanıydı.
Güneş gibi yüzü, ışıl ışıl gözleri vardı.
Babası Bayram abiyi çok severdim, pırlanta gönüllü,
ne güzel sohbetler yapardık.
Biraz önce de Yaşar'ın fotoğraflarını gördüm...
Hepsi harika, tabii kanım kaynadı.
Atladım hayâl dünyama, Karadeniz'e doğru yolculuğa çıktım.
Fındık zamanının eli kulağında...
Dağlar cıvıl cıvıl, bahçeler doğum sancısı yaşıyor.
Yeryüzünün en değerli meyvesini sunmak için sabırsızlanıyor.
Artık hasat mevsimi geldi çattı.
İnsanlar neşeli, köylerine kavuşmanın heyecanı yüreklerinde...
Yaylalar çiçek açmış, Halitimin elinde rakı bardağı...
Bir yandan kemençe çalıyor, en güzel horon havaları...
Bizim uşakların keyfi yerinde...
Şimdi orda olmak vardı anasını satayım!

Neyse, bir başka Temmuz'a.
Zaten gözümde tütüyor köyüm...
Ayrılalı 47 yıl olmuş.
Yaşadığım her sahne aklımda.
Patika yollar, Kuz suyu, Ağharman,  mısır haşlanan kazanlar,
ve sımsıcak ekmekler, süt veren inekler, kaymaklı yoğurtlar...
Kara lahana, ısırgan otu, turşu kavurması ve daha neler neler.
Ama hepsinden değerlisi asla unutamadığım insan sıcaklığı.
Topu topu iki yıl öğretmenlik yaptım ama kazanımlarım
bir ömre bedel.
O topraklardan genç yaşımda çok şey öğrendim.
Öğretmenim öğrencilerimdi, dostlarımdı...
Bekir amca, Osman dayı, Ömer Osman, Harun'du...
ve daha niceleri.
Aslında bir avuçtuk ama yarattığımız ışık koskocamandı...
Sis dağından gözükür, denizden selâmlanırdı.

Hayat elbette kozmik rastlantılar zinciri...
İyi ki yolum Zantara'ya düşmüş, cennet bahçesine...
Orda şekillendi dünyam, orda buldum aydınlık yolumu...
Rotam güzellikti, hakikatti, doğruluktu, dürüstlüktü...
GDO'suz, organik düşence tarzı, yalansız dolansız gelecek...
Şükürler olsun ki, tüm isteklerim gerçekleşti...
Hayat bu kulunu asla mahcup etmedi, alnıma da kara leke sürmedi...
Şimdi tek bir arzum kaldı, bekle beni Zantara...
İlk fırsatta sendeyim.


Macit Hoca

15 Temmuz 2019

Telli Baba kuyruğundan!

Macit CÜNÜNOĞLU











Bırakalım birileri bayram yapsın.
Belki de 12 Eylül'ün yaptığı en hayırlı iş 27 Mayıs'ı
tatil olmaktan çıkartmasaydı.
15 Temmuz da nasıl olsa bir gün unutulup tarihe karışır.
Olan 251 cana oldu, analar babalar asla unutamazlar evlat acısını.
Zaten baştan aşağı tuhaf bir senaryoydu.
İki ortağın it dalaşı dersem ayıp olur mu?
Aslında ikisi de iktidarı paylaşıyordu.
Büyük Reis payandasına her istediğini veriyordu.
Ne zamanki 17-25 Aralık davaları başladı...
Aralarındaki rekabet su yüzüne çıktı.
Ve kızılca kıyamet koptu.
Ancak Pensilvanyalı şaklaban, hain ve kurnaz.
Karda yürüyüp iz bırakmayan türden.
Son zamanlarda öylesine büyümüştü ki,
medya organları, okullar, asker ve polis...
Âdeta adı konmayan orduların başkomutanıydı.
İki de bir televizyona çıkıp salya sümük fetvalar verirdi...
İçeride müthiş bir liberal demokrat desteği...
Zannedersiniz yeni versiyon Humeyni ve ülkenin gerçek sahibi.
Para akıyor, uçaklar emrinde...
Ülkenin yalaka takımı yolculuk için kuyruğa girmişler...
Aman tanrım, ne günlerdi?
Adama Fetö demek bile suçtu...
Savcılar, hakimler kulu köpeği...
Peş peşe engizisyon mahkemeleri kuruluyor...
Gel içeri Aziz, gel içeri Cüppeli, gel içeri Başbuğ...
Hedefe koyduğu her insan nasibini alıyor, asla kurtuluş da yoktu.

Tabii bunlar gerçekleşirken RTE ve şürekası kıs kıs gülerek seyrediyordu.
Ne zamanki Efendi Hazretleri kuyruklarına bastı...
Ortalık yangın yerine döndü.
15 Temmuz kalkışması ha!
Geç bunları anam babam, biz darbelerin en kralını biliriz.
Eskiden de tanklar yürüyordu...
Çok merak ediyorum, bugünün asıp kesenleri hangi deliğe sığınıyorlardı?
Ya 28 Şubat hamlesi, bugünkü siyaseti şekillerinden beyinsiz
generaller, ne kadar övünseler az!
Adamlar hem iktidar oldular, hem de müdahalenizden mazlum
edebiyatı çıkarttılar.
Biraz önce Adana'dan bir dostum yazmış, diyor ki,
"Burası muz cumhuriyeti değil, olamaz."
Ben de cevap verdim,
"Peki ne?
Aslında muzun bir değeri var.
Günümüzdeki Cumhuriyet ise ambalajı şık içi boş bir çuval.
İnşallah tekrar dolar, biz de ahir ömrümüzde rahat nefes alırız.
Yoksa işimiz kaldı Telli Baba'ya...
Çaputlar elimizde gireriz kuyruğa!

14 Temmuz 2019

Darbelerin içinden

Macit CÜNÜNOĞLU

Sayın Cumhurbaşkanımız, Başkomutanımız  RTE,
milletimizi 15 Temmuz darbe girişiminin üçüncü yılında
Atatürk Hava Alanı'na davet ediyor.
Çağrı televizyon kanallarında da on dakikada bir
tekrarlanıp duruyor.
Ayrıca mesaj takviyeli.
İşte iletişim, işte algı operasyonu!
Sahi o gece neler yaşandı, neler oldu?
Olan bitenler ve kanlı senaryo Fetö denilen soytarının marifeti miydi?
Yoksa tezgâhın içinde başka faktörler de var mıydı?
İyi kötü tüm darbelere şahit oldum.
27 Mayıs göstere göstere geldi.
ABD Başbakanımız Menderes'ten umudunu kesmişti...
O da komşumuz Sovyetler'e yelken açtı.
Yer mi Tom amca...
İşini bilir, anında örgütledi albayları, çöktü tepesine.
Ah garibim, arkadaşlarıyla birlikte ipe gitti.
İnanın hâlâ içim acır, hatırladıkça gözyaşlarımı tutamam.

12 Mart ise ayrı bir facia.
Masum gençlik hareketleri trajediyle sonuçlandı.
Ve liberal Demirel şapkasını alıp gitti.
Artık ülkenin egemeni askerlerdi.
Onlar da ezip geçtiler ve üç fidanı asarak sahneyi kapattılar.

En korkuncu da dokuz yıl bekledi.
Adı: Kanlı 12 Eylül.
İşbaşındaydı vahşi düzen.
Sokakta av, karakolda işkence, hapishanede infaz....
İnsanlık korkudan Kaf dağına kaçtı.
İdam sehpaları kurban bekliyordu...
Tarifi mümkün olmayan acılar.

28 Şubat ise tek kelimeyle işgüzârlıktı.
Kurucu iradenin İttihat Terakki geleneği.
Seçilmiş başbakan Erbakan alaşağı edildi...
Bonusu Tayyip'ti.
Ve önüne iktidar yolunun kırmızı halısını serdiler,
farkında bile değildiler.

Fırsat kaçar mı?
Yeni parti kuruldu, taze umut.
Adı: Akp, sembolü ampul...
2002'de bir yandı ki, on yedi yıldır da sönmüyor.
Ve vesayet falan derken yıllar geçti.

Ve meşum ortak 15 Temmuz'da ortaya çıktı.
Köprünün sağ tarafı kapalı, solu açık.
Bir iki tank, arkasında bir avuç asker ile öğrenci.
Havada sivrisinek vızıltısı uçaklar...
Bu arada I. Ordu komutanı televizyonlardan bas bas bağırıyor...
"Biz yokuz!"...
Ordunun bel kemiği, onsuz Silahlı Kuvvetler âdeta bir hiç.
Bu arada 251 can kaybı...
Kim suçlu kim haklı, hâlâ anlamış değilim.
Ancak tek inandığım gerçek var...
İktidar ve Fetö destekli çirkin bir senaryoyla karşı karşıyayız.
Maalesef çok üzgünüm...
Canım ülkemiz böylesi kanlı sahneleri hiç mi hiç hak etmiyor...
Yazık oluyor yarınlarımıza.

Nasıl bilirsiniz?

Macit CÜNÜNOĞLU











Barış hayâl ettim, olmadı.
"Savaşsız dünya" diye haykırdım, sonuç hüsran!
Sömürüsüz bir dünya düşledim, kavga verdim...
Cezam kesildi, mahpus damlarında yattım.
Yine de vazgeçmedim.
Yaşım yetmiş, torun torba sahibiyim.
Beni seven bir eşim var.
Dostlarım da çok, martılar çiçekler yoldaşım.
Kahve, cami alışkanlığım yok.
Yoldaşım bir büyük ile sigaram.
Emekli maaşımla geçinip giderim.
Şükürler olsun ki kimseye borcum yok.
Geçmişten gelen sabıkam var, ama o da siyasetten.
Alnı açık yaşamanın keyfini daima yaşadım.
Artık kalan ömrümün hesabını yapıyorum.
Aslında Erasmus demiş ki,
"Yaşarken ölümü düşünmüyorum,
geldiğin de ise ben yokum."

Ne güzel, benim de felsefem.
Bir de Benjamin Franklin'in lâfını önemserim.
Şöyle ki,
"Gerçek yaşlılık öğrenme isteği bittiği zaman başlar."
Ne kadar da doğru.
O nedenle beyinsel yaşlanmamanın peşindeyim.
Ancak geçenlerde Sharon Stone'nu rüyamda gördüm.
Severim haspayı, bütün seksapelliği üzerindeydi,
üstelik davetkârdı...
Maalesef ben de tık yok, dostça sohbet edip kardeşçe ayrıldık!
Sakın ha üzüldüğümü sanmayın...
Doğanın yasalarına karşı gelinmez.

Ne de olsa yalan dünya, gerçekler gençlikte hayâller
yaşlılığa kaldı.
Yalnız kanaatkâr insanım.
Müzik, edebiyat sığındığım liman.
Eski alışkanlığım olsa gerek, biraz da siyaset.
Mutlu bir şekilde hayat sürüp gidiyor.
Bol bol fotoğraf çekip keyfime bakıyorum.
Telefon düşkünlüğüm de yok, sadece bir kaç dost.
Zaten çoğu da öldü.

Ya bundan sonrası?
Emin olun çok değerli.
Yakınlarımda anladılar ki yolculuğa çıkacağım.
"N'olur kitap yaz" diye baskı yapıyorlar.
Diyemiyorum yazacaklarımı yazdım...
Ayrıca ben yazar falan da değilim, kırk kere söyledim.
Yalnızca yüreğimden sızan duygularımı ifade ediyorum.
Okuyan da sağolsun okumayan da.
Geldik gidiyoruz bu fani dünyadan.
Nasıl olsa arkamdan derler "iyi biliriz" tekerlemesini...
Bu da bana fazlasıyla yeter de artar bile.

Barış hayâli



İnsanlığın en büyük hayâllerinin başında BARIŞ gelir.
Kavgasız, gürültüsüz bir arada yaşama ideali.
Ancak gerçekleştirilmesi zor.
Dile kolay, 1,5 trilyon dolarlık endüstriden söz ediyoruz.
Ve yeryüzünde sadece 10'a yakın ülkenin hükmü geçiyor.
Başta ABD, Rusya, Çin ve diğerleri.
İşin acı tarafı da dur diyecek güç yok.
Birleşmiş Milletler'in de aldığı kararlar fasa fiso.
Silah üreticilerinin gözü öylesine dönmüş ki,
ölen milyonlar umurunda değil.
Orta ölçekli de olsa çıkan bölgesel çatışmalar, savaşlar
onların âdeta mamaları.
Ne yazık ki ülkelerin askersel harcamaları genel bütçeleri
içinde önemli yer tutuyor.
Örneğin Rusya'dan aldığımız S-400 füzeleri milyarlarca
dolarla ifade ediyor.
Elbette arkasında Orta Doğu politikaları var.
Adı her ne kadar savunma sistemi olarak anılsa da,
daha çok manipülasyon senaryolu rüşvet olarak gözüküyor.
Ayrıca coğrafyamızda kimden korkuyoruz.
Üstelik NATO üyeliğimiz sürerken.
Şöyle bir komşularımıza göz atalım,
Yunanistan, Bulgaristan mı; ikisi de düşmüş kendi dertlerine...
AB'den gelen yardımlarla ayakta kalmaya çalışıyorlar.
Doğu'da bir tek İran var.
Petrol, doğal gaz imparatoru ve asırlardır dostumuz.
Şah dönemi olsun, Hümeyni ve ardılları dönemi olsun...
İyi kötü geçinip gidiyoruz.
İki de bir ABD'ye efeleniyor ama yine de duracağı noktayı biliyor.
Gelelim Güney sınırımıza...
Irak artık Amerika'nın eyaleti, savaşın darmadağın ettiği ülke.
Bizimde müteahhitlik ve ticari ilişkilerimizde arka bahçemiz...
Daha ne olsun!
Sonuncusu, yani Suriye...
Evet yangın yeri, o da sayemizde...
Kalaycı körüğü gibi ateşi bir biçimiyle harlı tutmayı beceriyoruz.
Ve marifetmiş gibi iç politikada pazarlıyoruz.
Hâlbuki üzerimize vazife olmayan savaşta onlarca gencimiz öldü...
Anaların gözyaşları dinmedi, toprak utandı Saray utanmadı.

Gel gör ki biri daha var, yazarken hicap duyuyorum.
O da sayın Kılıçdaroğlu.
Az önce Oda Tv sitesinden okudum, S-400'ler konusunda

hükümete tam desteğini açıklamış!
Bravo sana, aslan sosyal demokrat kardeşim!
Oysa dünyada en çok barış yanlısı sosyal demokratlardır.
Ama bizimkiler değil.
Zaten uzun zamandır "Önce Barış, Savaşsız Sömürüsüz Dünya"
kavramını unutmuşlardı...
Ne diyelim, yolları açık olsun!
Ancak bu gafletin hesabını elbet bir gün vereceklerdir.
Unutmayalım ki tarih asla af etmez.

Macit CÜNÜNOĞLU

Hala oğlu













Hala oğlum değerli Erol Çevikçe'nin "CHP ile bir ömür"
adlı anı kitabı vardır.
Yakın tarihlerde yayımlandı.
Kitap aslında partiyle sınırlı değil, Erol ağabeyin samimi
anlatımıyla tam bir biyografik eser.
Kırklı yıllardan başlayıp yakın tarihimize uzanan serüven,
hikâyesini ilmek ilmek örmüş.
Akıcı diliyle, belge desteğiyle tam bir başvuru kitabı.
Âdeta yarım yüzyıldan fazla bir döneme ışık tutuyor,
eğitim hayatından siyasete kadar kaynak kitap özelliği taşıyor.
Bir solukta okunacak türden.

Ancak yaşamında İstanbul özel bir yer tutuyor.
Nasıl olmasın ki, küçük bir Anadolu kenti olan Amasya'dan
okyanusa açılıyor.
Ve Kabataş Lisesi ile süren okul hayatı İstanbul Üniversitesi
iktisat bölümüyle sonlanıyor.
Sonra DPT yılları...
Ki 60 darbesi sonrası kurulan en önemli kurum.
Her ne kadar rahmetli Demirel "bize plân değil pilav lâzım"   

dese 
de ülkenin gelecekteki en parlak projelerinin üretildiği yer.
Bir ara Amerika'da başarı ile sonuçlanan Üniversite eğitimi...
Ve siyaset sahnesinde yer alışı, hakikaten CHP ile geçen bir ömür.
Ta ki 2000'li yıllara kadar.
Son beş yılında da doğduğu topraklara geri dönüş, baba evine.
Yine okuyor yazıyor, ülkenin düşünsel dünyasına katkı sağlıyor.
En son CHP'nin belediye başkan adayının yanında gördüm.
Adım adım kenti dolaşıyordu.

Fakat inanıyorum ki, her ne kadar Ankara'da uzun yıllar yaşasa da,
İstanbul gönlünde daima özel bir yer tutuyor.
Evet, gençlik anıları kolay kolay unutulmuyor.
Bir de Erol Çevikçe cumhuriyet döneminde yetişmiş
seçkin isimlerden...
Siyasetin etkin önderlerinden...
Ya şimdi, Amasya'daki evini gördüm.
Antika eşyalar, duvarlarında siyah&beyaz fotoğraflar.
Bir tanesini gösterdi, beş arkadaş Çakallar'da poz vermişler.
Gençlik yılları, Erol ağabeyim dedi ki, "yaşayan tek benim."
Duygulandım, kendisine sağlıklar dileyerek sessizce ayrıldım.

Macit CÜNÜNOĞLU

13 Temmuz 2019

Yürekten dökülenler

Macit CÜNÜNOĞLU
"Kardeşim Macit, bu sabah İstanbul’a yazdığın şiiri okudum, içim taştı, döküldü. İstanbul benim de büyüdüğüm yetiştiğim, okuduğum şehir, en çok sevdiğim kent. Gördüğüm bütün şehirler içinde. O’ndan güzelini görmedim. Üç yıl Samatya'dan Cemberlitaş'a; İstanbul Kız lisesine gittim. Birinci mevki kırmızı, ikinci mevki yeşil tramvaylarla... Tabii ben hep ikinciye binerdim. Anneannem birinci pahalı (5 kuruştu, ikinci 3 kuruş), ikinciye bin derdi ve ancak ikinciye yetecek kadar para verirdi. Bu sabahki yazınla beni 60-65 yıl önceki anılarıma götürdün. Hem çok duygulandırdı hem de güzel İstanbulumun hasreti ile yandım. Yine bir gün İstanbul'a bir tepesinden bakarsan, benim için de doyasıya bak, ve o yazdığın şiiri bir de benim için oku, lütfen. En yakın zamanda telefon edeceğim. Bütün aileye selam ve sevgiler. Hala" Binlerce kilometre öteden Nurten halamız şiirime el verdi. Ah İstanbul ah! Bin kere, yüz bin kere. Öyleyse İstanbulum lütfen kulak ver. Bilir misin eskilerden söz ediyorum... Kırmızı yeşil tramvayların çalıştığı devirlerden. Kırmızı 5, yeşil 3 kuruştu. Ben bilmiyorum, Nurten halam söylüyor. Kusura bakma ama vapurlarında öyleydi. Birinci mevki ikinci mevki, bir de kıç tarafında lüks kamara vardı, lâf aramızda, pek de havalıydı. Aynı durum trenler için de geçerliydi. Birinci sınıf kompartıman, ikinci sınıf kompartıman. Resmen sınıf ayırımı, kim yoksul kim zengin belliydi. Aynen ABD gibi, siyah-beyaz farkı. Fakat ne yaparsan yap, seni hep sevdik. Çünkü gözümüzü sende açtık, sende büyüdük. Yeri geldi anamız, yeri geldi babamız oldun... Her şeyden önemlisi de aşkımızdın. Gezmediğimiz hiç bir semtin kalmadı, en mahrem yerlerinde bile dolaştık. Mavi sularında, martılarının kanatlarında fotoğraf çektirdik... Ve seni gönlümüzün en yüce yerinde misafir ettik... Adını da aziz İstanbul koyduk. Ah Nurten halam ah, gözlerin nemli yıllar öncesinden sesleniyorsun. Biliyorum ki bu kenti hepimizden çok tanıyıp seviyorsun.. Naftalin kokan evleri, tahta kurusunun cirit attığı yatak odalarını... Açık söyle, özlemiyor musun insan sıcaklığını? Anayı babayı bir tarafa bırakalım, komşuları... Mahalle bakkalını, kapıya gelen sütçüyü, sokaktan geçen yoğurtçuyu... Nerde kalmıştık? Çok uzaklardaki İstanbul sevdalısında... Ah İstanbul ah! Biz burdayız, ya sen? Hâlimize bir kere değil bin kere bak... Yüreğimiz seninle dolu, bıraktığın yerdeyiz.

Deli Kız

Macit CÜNÜNOĞLU












Biraz önce Recep telefon açtı, akşam yemeğine davet etti.
  Tabii çok mutlu oldum.  Aslında bu genç arkadaşı geç tanıdım, ancak tez unutacak  türden biri değilim.  Çok güzel ilişkiler, dostluklar.  İnanır mısınız tüm bunlar Face sayesinde oldu.  Zantara ile başlayan serüvenim hayatıma yepyeni  pencereler açtı.  Âdeta gönül bahçem çiçeklerle doldu.  Hatıralarım tazelenmekle birlikte daha fazla
zenginleştiğimi
 hissettim.  Moral kaynağı, yaşam sevinci.  Ne güzel.   Recep bu sabah Face’de duygu yüklü bir yazısını paylaşmış.  Çok etkilendim.  İnsan sevgisini ilmek ilmek dokumuş.  Hayat bir tiyatro sahnesi, önce rolleri dağıtmış.  Müthiş bir ustalıkla karakterlerin tipolojisini çizmiş.  Deli kızın türküsünden yola çıkarak hayatın derinliklerine dalmış. 
Kumaş sağlam, edebiyat damarı şiirsel...
  Hani derler ya, kırkından sonra coştu...  Hiçbir şey için geç değildir canım kardeşim.  Kim tutar seni, sular seller gibi yaz, ak içimize.  Bir de bak çevrene...  Neyin peşindeler, niye çabalıyorlar.  Hedefleri arasında öncelik sahip olma duygusu mu?..
Ya 
insanlık, ya sevgi, ya sanat...  Sor onlara en son ne zaman gözyaşı dökmüşler?  Cevabı senin yazında Recebim...  Lütfen bizi yalnız bırakma...  Seni geç buldum ama asla unutmayacağım...  Sevgiyle gözlerinden öperim...  Ve o değerli yazınla satırlarıma son veriyorum.


"Deli kızın türküsü,
Hocam , bilirmisiniz bu şarkıyı?
diyor ki;
“Bir büyük oyun bu, yaşamak dediğin’’
Öyle değil mi hayatımız? 
Şarkılar ne güzelde özetliyor ,
hepimiz birer oyuncu değilmiyiz bu yaşamın içinde,
ayrı ayrı rollerimiz yok mu?
Her oyuncu kendi filminin baş aktörü,
diğerleri yardımcı oyuncu.
Bazen çakışsa da rollerimiz milyarlarca aktör var bu uzun metrajlı filmde.

Ne acı ki , bazı aktörlerin filme katkıları çok az sürüyor,
çocuk rolüne geçmeden bile
yitip gidiyor.
Bu oyunda insanlara iyi örnek olabiliyorsak ne ala,
İyilik ve merhamet gösterebiliyorsak ne ala,
Barıştan yana, sevgiden yana olabiliyorsak ne ala,
Kendi rolümüz bittikten sonra , arkamızda filme devam edenler
hakkımızda güzel şeyler söyleyebiliyorsa ne ala,
şarkı şöyle devam ediyor,

‘’beni ya sevmeli, ya öldürmeli’’
Deli kız ,
‘’seni sevmeli, alnından öpmeli, başını bağrıma yaslayıp, kokunu içime çekmeli.’’
Ölmesin Hocam, zamanı gelmeden kimse filmi terketmesin."