CHP'nin İzmir belediye başkan adayı nihayet açıklandı: Tunç Soyer. Parlak bir özgeçmişi var. Umut vadediyor, dilerim seçmenlerini utandırmayıp çok başarılı olur. Lâkin kimilerine göre ciddi kusuru var. Babası 12 Eylül'ün başsavcılarından biri. Yani onlarca davayı açan Nurettin Soyer. Başta MHP olmak üzere AKP'li bazı zevat da oğul Soyer'e babasının icraatları üzerinden giydiriyor. Hem de mahkemelerde"fikirlerimiz iktidarda, bizler içerideyiz"diyecek kadar demokrat(!) olanların soyundan gelenler. Atış serbest, ağzı olan konuşuyor. Hele de mevzubahis CHP ise yalan, yanlış vur abalıya! Nasıl olsa günahı çok.
Geçenlerde Netflix patentli "Operasyon Finale" filmini izledim. Savaş sonrası Arjantin'e yerleşen Nazi subayı Adolf Erichmann yakalanıp İsrail'e götürülüşü konu ediliyor. Ki bu adam milyonlarca Yahudi'nin ölümünden sorumlu, uygulamaları tam bir vahşet örneği.
Ancak 1955 doğumlu oğlu Ortadoğu Arkeolojisi Profesörü Ricardo Eichmann babasının İsrail'de yargılanıp idam edilmesi hakkında diyor ki, "idama karşıyım ama babamın idamı normaldir." Ve bu evlat 1996'dan beri Alman Arkeoloji Enstitüsü Doğu Bölümü'nün direktörü.
Siz ne dersiniz? Tunç Soyer'i babasından dolayı yargılayan zihniyetin Alman toplumunda karşılığı var mıdır... Yoksa cennet pazarlayan bezirganların ülkesiyle Almanya'yı karıştırmamak mı lâzım.
T. Soyer'e minik bir not: Babasıyla övünmeyi sürdüren sevgili adayımız inşallah bu yazıyla karşılaşır da, tarihi gafletten bir önce kurtulur.
Rahmetli Ecevit yetmişli yıllarda sıkça İskandinav tipi demokrasilerden söz ederdi. Yine o devirlerde keskin solcularımız kapitalizm ile sosyalizm arasında orta yolun olamayacağına dair vurgu yaparlardı. Günümüzde de Maduro üzerinden Venezuella tartışılınca aklıma hep o yıllar geliyor. Benim de dahil olduğum radikal sol düşüncenin hedefinde Sovyet tipi bir ülke yaratmaktı! Tabii muazzam bir enerji harcandı... Hem altmışlarda hem yetmişlerde. Netice ortada. Elbette gidenlere, ağır bedel ödeyenlere yazık oldu. Bir ütopyaydı, bir masaldı... Ancak "zamanın ruhu" denilen o sihirli kavram yok mu, bir kuşağı içine alıp acımasızca öğüttü.
Ya günümüzde, Maduro dünya gündemine oturdu. Varlık içinde yokluk çeken ülkenin lideri. Sosyalist mi, değil mi? Çok da umurumda olmamasına rağmen despot olduğu kesin. Bakınız destekleyen ülkelerin liderlerine... Bir biçimiyle kahramanımızla kan bağı var!
Ya Ecevit'in söylemi... Grigoriy Petrov'un "Beyaz Zambaklar Ülkesinde" hayat nasıl? Ki söz konusu kitap 1936 yılında Tükçe'ye çevrilmiş ve M. Kemal'in emriyle okul müfredatlarına girmişti. Bugünlerde sıkça YouTube üzerinden Norveç'i, İsveç'i, Finlandiya'yı ziyaret ediyorum. Bir başka dünya. İzlediklerim ne kapitalizm ne sosyalizm... İllâ bir isim konulacaksa da insan odaklı hakça bir düzen. Ve bizim için şimdilik çok uzak ama bizde de bolca umut bir de rahmetli Ecevit'in hayâli var.
Kemalist ideolojinin idollerinden biri Fazıl Say da golü yedi. Suçu RTE'yi konserine davet etmek. Kısa bir süre önce de rahmetli Ara Güler nasibini almıştı... Suçu Saray'a yakın olmak. Aynı şekilde İlber Ortaylı... O da harcandı. Vay benim köse sakalım vay!
Siz kıyım makinelerini devreye soktukça, sağcı kalemşörlere gün doğuyor. Ortada ne Fazıl ne Ara ne İlber kalıyor. Kına yakın e mi... Yüreğiniz soğudu mu?
Allah aşkına vazgeçin Mozzart, bira tavsiyelerinizden... Adam diyor ki, "ben hadımım"... Siz diyorsunuz, "niye oğlun kızın yok?"
Ya M. Kemal pazarlamaya ne dersiniz? Yılmaz Özdil denilen hödük "Cin Ali" serisi gibi Atatürk bezirganlığı yapıyor... Ve milyonlarca alkış! Yapmayın etmeyin, aklınızı başına alın. Kurtuluş Savaşı önderi bu ülkenin kurucusudur... Asla ticari meta değildir.
Dolayısıyla aktüel magazin sayfaları arasında yer almanın faydası yok. Olsa olsa Özdiller gibi cebiniz dolar. Hem de toplumsal değerleri harcayarak. Öyleyse ne farkınız kalır dinci haramilerden?
Özetle "Hayatta en hakiki mürşit ilimdir, fendir." Tabii anlayana!
Sabahattin Ali'nin, Hrant Dink'in de aralarında bulunduğu Cumhuriyet tarihi siyasî cinayetlerle, acılarla doludur. Denilebilir ki doksan kûsur yılda binlerce faili meçhul cinayetler yarattık her yaştan! Özetle İttihat Terakki'nin ruhu hiç ölmedi, Azrail olarak hep yaşadı... Ve varlığını da sürdürecek.
Hukuk, adalet, insan hakları olmayan ülkelerin kaderidir bu. Yaşadıklarımız demokrasiyle sandığı özdeşleştiren zihniyetin önlenemeyen sonuçlarıdır. Nazım yıllarca hapis yatmış, gencecik fidanlar darağacına gönderilmiş; kimin umurunda? Dolayısıyla bu topraklarda insan hayatının değeri hiç olmamıştır, olmayacak da.
Bugün 19 Ocak, Hrant'ın katledilişinin 12. yıl dönümü. Ogün adlı bir çocuk hapiste, azmettiriciler aramızda. Asıl önemlisi ötekileştirme, nefret söylemi artarak devam ediyor. 31 Mart'ta da yerel seçimler var. Büyük Reis Fazıl Say konserine giderek aklı sıra şirinlik yapıyor. Tabii yerseniz! Ama ruhu, hasreti... Arap çöllerinde, bedevi kültüründe... Çünkü fıtrat meselesi!
Ne yazık ki vatanımız son yarım yüzyılda çok değer kaybetti. Özellikle 12 Eylül'ün yaptığı ağır tahribatlardan sonra. Âdeta ülke dinciliğe, milliyetçiliğe teslim edildi. Daha doğrusu siyaset tepeden tırnağa erozyona uğradı. Artık Batı'nın evrensel değerleri çok uzakta. Demokrasi, laiklik hak getire!
Bizler de 12 yıldır Hırant için gözyaşı döküyoruz... İnsanlık onuru, sızlayan vicdanımız adına... Ama nafile. Kör olmuş gözler, kararmış yürekler... Üstelik on altı yıldır iktidarda!
Bir filmin düşündürdükleri. Sağ olsun Netfliks, zengin arşivi sayesinde yüzlerce filme, diziye, belgesele ulaşmama imkân veriyor. En son Çek yapımı "Milada" filmini izledim. Konusu antifaşist, insan hakları savunucusu, özgürlük düşkünü demokrat bir kadının hikâyesi. 1901 doğumlu kahramanımız hukukçu. Ve ülkesinin Nazi Almanyası tarafından işgaline şiddetle karşı çıkmış, ancak toplama kamplarına gönderilmekten kurtulamamış. Savaşın bitimiyle serbest kalmış, ilk seçimde de milletvekili seçilmiş. Özgürlük savaşçısı Milada kavgasını sürdürmüş, bu kez de iktidarı ele geçiren komünistlerin hedefi hâline gelmiş... Ve düzmece davalar sonucu 1950 yılında idam edilmiştir.
İşte demokrat olmanın ağır bedeli. Faşizme karşı direnen, komünizme karşı direnen... Özetle her türlü diktaya karşı savaşan yürek... Sonuçta ipe gidiyor.
Evet, insanlık tarihi bu ve benzeri acılarla doludur. Özellikle de ideolojilerden beslenen diktalar insanlık suçu işlemekte sınır tanımıyorlar. İster sağ, ister sol olsun... Ve bir de dincilik-milliyetçilik temelliyse tanrı yardımcınız olsun! Örneğin bizde olduğu gibi. Ne Miladalarımız var, 21. yüzyılda maphuslarda çürüyorlar.
O nedenledir ki sözünü ettiğim filmi izleyin ve üzerinde düşünün... İnsanlık neler yaşadı, neler yaşayacak diye... Ve yüzünüzü güneşe çevirip dua edin... İyilikler, güzellikler adına... Sadece ve sadece vicdanınızın sesini dinleyin... İnsan olmanın onuruyla.
Lastik ayakkabıdan naylon poşete uzanan çileli bir yolun macerası... Marka: Gislavet, mam-ı diğer Cizlavet. Menşei: İsveç. Hikâye otuzlu yıllarda başlar ve günümüze kadar sürer. Aslında oto lastik markası olan ürün ülkemizde "kara lastik" olarak ünlenmiştir. Monoblok tasarım, fevkalâde işlevsel... 365 gün giyilecek özellikte, altı delinmediği sürece yaz-kış kullanım... Bir de mes lastiği alırsanız duble ayak koruma! Yoksulluğun simgesidir ama ne zaman sınıfsız toplum olduk ki? Zaten milletin efendisi köylümüz kara lastikle, çarıkla anılırdı... Nazım bile şiirlerinde yaşanan sefaleti dile getirmedi mi? Şimdilerde de moda olmuş, genç kızlarımız lastik çizme giyiyorlar, tabii çağa ayak uydurup cilalanmış. Pek de yakışıyor haspalara, pırıl pırıl, geçmişe nazire yaparcasına!
Petrol türevlerini yaygınlaşmasıyla plastik çağın başlangıcını geçtiğimiz yüzyıl yaşadık. Hem de mutfaklarımızda. O güzel bakır kaplarımız, tepsilerimiz melamin denilen illetin kurbanı oldu. Biliyorsunuz, son noktayı da alüminyum koydu! Daha bitmedi, naylon çorap, naylon don-gömlek derken geldik naylon poşete. Kızılca kıyamet. Ortalık gürültüden geçilmiyor. Neymiş efendim; doğayı kirletiyormuş. Doğru, var mı itirazınız? Eskiden file, zembil, kesekâğıtı, bez torba vardı... N'oldu onlara? Unutuldu mu? Tabii cam şişe, kavanoz da vardı... Zaman zaman hatırlanan. Öyleyse paralı poşete karşı çıkmanın bir manası yok. Hele çevreciliğin bir ucundan tutalım... Bakın görün, hayatımızdan çıkartılacak ne çok malzeme var. Ayrıca iki de bir Kızılderililerden örnek veririz... Torunlarımıza bırakacağımız miras hakkında... En çok da gezegenimizi kullanırız... Matah bir nesilmişiz gibi!
Hafızanın en güzel geri dönüşüm aracı fotoğraflar. İstanbul'un gitmediğim köşesi kalmadı. Özellikle de tarihi mekanlar. Zaman zaman arşivimde gezintiye çıkarım... Ve yürümenin insan için ne kadar kıymetli bir aktivite olduğuna inanırım. Bu arada Mısırlı edebiyatçı Necip Mahfuz aklıma gelir. 1988 yılında Nobel aldığında 77 yaşındaydı... Ve demişti ki, "gezmeyi hep çok istedim, şimdi ise param pulum şöhretim var, ancak sağlığım yok." Okuyunca içim sızlamıştı. O nedenledir ki insan imkânları ve sağlığı elverdiği ölçüde gezip tozmalı... Tabii merak, keşif duygusuyla. Yoksa hayat çabuk geçiyor. Bir de bakmışsınız Toprak Ana davetiye çıkartıp, sizi çağırıyor.
Evet, arzuları idealleri ertelemek kötü. Siyasette öyle değil midir? Partilerin nihai amacı nedir ki? Elbette iktidar olmak. Ve işbaşına gelip hükümet marifetiyle toplumu yönetmek. En azından belediyeler aracılığıyla kentlere, ilçelere hizmet vermek. İşte CHP'nin geldiği nokta.
İktidarından çoktan vazgeçtik... Zaten İzmir çantada keklik, İstanbul Ankara'yı alır mı? Zor ama imkânsız değil. İttifaklara da aklım ermez, hele de İyi Parti gibi milliyetçilik hamuruyla yoğrulmuş olanına! Yine de MHP artığı oylardan umut beklendiği aşikâr. Öyleyse 1 Nisan'ı bekleyip görmekten başka çare yok.
Fakat insanlık tarihin derinliklerinde büyük mesafeler katetti. Bilhassa bilimde, teknolojide. Haksızlık etmeyelim, biz de çağ atladık; Kurnazlıkta, yalanda, dolanda. Hele hukuk, adalet alanlarında... Dünyaya örnek olacak demokrasiler oluşturduk(!) Ve TEK ADAM rejimine geçtik. Artık her kafadan ses çıkmıyor... "O" düşünüyor, "O" karar veriyor. Alan razı, satan razı. Ve hepsinden önemlisi necip halkımız mutlu ve huzurlu.
Bir anlamda tarih yazıyoruz tarih. Hırsızı bu kadar çok seven millet eliyle. Kusuruma bakmayın, mevzu nereye savruldu... Geziden girdik, haramilerden çıktık... Sürçü lisân ettiysem afola! Macit CÜNÜNOĞLU