bir şair vardı, öğretmen

31 Mayıs 2014

Yasak Yaşamlar

.

Yasak
İşte memleket
Gezi, Taksim, Beyoğlu, Cihangir, Tarlabaşı, Gümüşsuyu yasak.
Kadıköy, Adalar, Yalova, Avşa, Güzel Marmara, Derdalan YASAK!
Vapura, trene, otobüse, metroya, at’a, bisiklete binmek yasak.
Offf, n’oluyoruz yav?
Desene İstanbul yasak, yaşamak yasak!

Asabiyim, fevkalâde öfkeliyim…
Dayanamıyorum artık…
Yalnızım çaresizim, umutsuzum.
Bölündü toplum; bölen iktidar…
Fakirleşti toplum; zengin iktidar…
Dindarlaştı toplum; firavun iktidar…
Evet, dayanamıyorum artık!

Kör kuyular mekânım
Bir lokma sanat, bir dirhem şarap dünyam
Ne sevdaya yer var gönlümde ne aşka…
Bu ben miyim tanrım?
Ceza mıdır biçtiğin hayat, cehennem zebanisini koydun başımıza…
Maksatın cennet ülkeyi dar etmek midir kullarına?
Eğer niyetin kötüyse, işbirliği yapıyorsan yalancıyla…
İlişkilerimi askıya alıyorum seninle!

Bak, şaka söylemiyorum…
Yetti gari!
Yok nedamet getiriyorsan şu belâyı çek al dünyamızdan…
Venüs’e mi yerleştirirsin, yoksa Uranüs’e mi…
Yalnız Ay’a koyma…
Bakarsın astronot kılığında geri döner…
Bilirsin, Obama’yla arası iyidir, zaten kendisi Anadolu zencisidir…
O nedenle bizden uzak sana yakın olsun…
Hadi, söz dinle…
İnsanı küçümseme, sen benim beynimde, ben senin…
Sahi, neyindeyim…
… ? …
Ne kadar ayıp, duymamış olayım…
Yoksa sende mi O’na hayransın…
Millî iradenin arasına özenle serpiştirilmiş döt kıllarından…
Vah vahhh!
Desene işimiz kaldı Marduk’a…
Olsun, ben de müracaatımı Sümerliye yaparım…
Haydi hoşça kal…
Nasıl olsa karşılaşırız sırat köprüsünde…
Tekrar by, by!

M.C.

.
Macit CÜNÜNOĞLU
31/05/2014 06:27

         Oktay Rifat'a saygıyla...

A+
A-
Sergiler eskiden pek bir şey ifade etmezdi…
Dostlar alışverişte görsün misali hızlı turlamalar…
Uzaktan göz ucuyla bir bakış, hepsi o kadar!
Yaşlar ilerleyince durum değişiyor…
En azından algılar, hissiyat…
Bir başka gözle bakıyor insan…
Anlamaya, içselleştirmeye çalışıyor.

Sergideyim, Yapı Kredi Kültür Merkezi, Galatasaray’da…
“elleri var özgürlüğün” diyor şair, henüz 100 yaşında!
Ve yüksek huzurlarınızda 1914 doğumlu Oktay Rifat.
Nazım’ın kuzeni, “Garip” akımının kurucularından…
“İkinci Yeni”nin yönlendiricisi…
Dolu dolu yaşanan bir ömür, 1988 yılında şairler cennetine göçen
ölümsüz insan!

Oğlu Samih Rifat mimardı…
Aynı zamanda çevirmen, romancı, şair…
Tesadüf bu ya, yetmişli yıllarda aynı işyerinde çalışmıştık…
Her zaman mesafeli, sürekli kitap okuyan biriydi.
2007 yılında kaybettik, maalesef genç ayrıldı aramızdan.

Hani “derya deniz” derler ya, “on parmağından on marifet”
Bu sözler sanki Oktay Rifat’ı tarif ediyor…
Avukat, devlet memurluğundan emekli, Vali çocuğu…
Ressam, babası gibi edebiyatçı, âdeta zirve...
Melih Cevdet, Orhan Veli dostluğuyla ölümsüzleşiyor…
Ve bu dünyadan Oktay Rifat geçiyor…
Geriye kalan yüzlerce eser…
Ne mutlu O’nu hatırlayanlara, sevip sayanlara.

Sergi sergi değil; edebiyatçılar, sanatçılar gösterisi…
Kimler yok ki, en güzel tablolarıyla Nazım’ın annesi Celile Hanım…
Fotoğraflarıyla Ara Güler…
İçki masasında Cevat Çapan, Oktay Akbal…
Ve ölüler kervanı…
Dünyayı erken terk edenlerden Orhan Burian, ilk fırsatta yazacağım…
Nevzat Üstün ve daha niceleri…

Nasırına inat gülümsüyor Orhan Veli…
Yine mütevazı, yine çapkın, çaktırmadan Mualla’ya bakıyor…
Ada vapuru şıngır mıngır, Melih Cevdet kahkahalarıyla Homeros’a takılıyor…
Tavla oynuyor dostlar, kahve fincanları fal peşinde!
Koskoca bir yüzyıl, yirminci yüzyıl; en yalın insanlarını kucaklıyor…
İçinden geçen, yaşayan, âşık olan, kavga veren, hapis yatan, sürgüne giden…
Sevdalı yürekleri bağrına basıyor.

Yolunuz düşerse Beyoğlu’na, Galatasaray’a…
Sizi bekliyor Oktay Rifat…
Bir köşede “Erica” marka daktilosu…
Bakarsınız içinde acı, öfke barındıran ağıt yazacağı tutar…
Berkinlere, yitip giden madenci evlâtlarımıza, 301’e…
Yağlı boya takımı da orda…
Boş bir tuval götürürseniz doğacak güneşleri ıskalamadan
kömür karası vicdanların resmini çizer…

Evet, akıp gidiyor nehirler, geçiyor zaman…
Ve şiirler yüreğimizde, öksüz satırlar ustamızın kaleminde…

Mahzun Tarafım

Benim mahzun bir tarafım vardır.
Bakmayın neşeli olduğuma;
Sanki bir başkası içimde;
Pişman dünyaya geldiğine.
Bağ, bahçe, deniz kenarı,
Güzel manzara faydasız;
Ben hazdan bitiyorum,
O daima neşesiz

Alışamadım yıllardır.
Bu ikinci varlığıma
Bakmayın neşeli olduğuma
Benim mahzun bir tarafım vardır.


Oktay Rifat

Not:

Değerli Oktay Amca,
Bugün 31 Mayıs 2014, bir yıl önce saldırdılar…
Genç fidanlara, ana kuzularına…
İstanbul’un tam orta yerinde!
O çocuklardan toprağa düşen oldu.
Şimdi yanındalar.

"Saldıran kimler?" mi
Can dostun Sabahattin Ali’ye sor söylesin…
Biliyorsun, sene 1948
Aylardan Nisan
Istıranca dağlarında sopalarla döverek katlettiler…
İşte aynı zihniyet Taksim’de işbaşında…
Uzun yıllardır da Türkiye’de…
Yine vuruyor, kırıyor, göz çıkartıyor, öldürüyor:
İyiyi, güzeli, doğruyu…
Bakalım nereye kadar?

Demem o ki, bugün de yanınıza gelenler olursa…
Bas onları bağrına, bağrınıza…
Bil ki gelenler insanın en hası, onurumuz, Gezi’nin çiçekleridir…
Daha öncekiler gibi…
Hepsi Berkindir; yaşları on beş, on altı, on sekiz…
Hazırlıklı ol, sakın şaşırma...
Canımız, umudumuz, yarınlarımız, göz yaşlarımızdır! 

30 Mayıs 2014

Artık İnsanım




Su gibi akıp geçen zaman...
İki yıl öncesinden.
Macit Cününoğlu
Karanlığı, kaosu geride bırakarak...
Umudumuzu, sevincimizi taşıyor Ada vapurları...
Siz de katılın...
Sait Faik, Hüseyin Rahmi, Yesari Asım, Melih Cevdet...
Hepsi ordalar...
Koşun koşun, sevda ile, aşk ile...
Gün kucaklaşma anıdır.


Artık İnsanım

İnsan yaşlandıkça daha mı duygusal oluyor ne…
Dikkat ettim, son yıllarda okuduğum şiirler, dinlediğim şarkılar
daha fazla dokunuyor yüreğime, gönül tellerime…
Sık sık nemleniyor gözlerim…
Nedendir bilinmez, ağlamaya yakın duruyor…
İçim kabarıyor, nefes almakta zorlanıyorum…
Eskilerin deyimiyle “yufka yürekli” olup çıktım!

Bu durum da aslında fena değil…
Dile kolay, yüzyıllardır kaskatı yaşa, öz benliğini önemseme…
Ego denilen yeni yetme fırlamayı ciddiye alma…
Varsa yoksa siyaset; “Tek yol devrim”, “Kurtuluşa kadar savaş”
Hepsi bir yere kadar.
Ayrıca dönüyor dünya, hem de büyük bir hızla…
Ömür dediğin nedir ki, okyanusta bir damla, gökyüzünde bir yıldız…
Fark ettim kusurlarımı, zaaflarımı…
Şimdi koşuyorum…
Sevgiye, güzele, aşka…
Ağlamak iyi geliyor, boşalıyor içim dışım…
Kocamış olsam da artık insanım!

M.C.

.

Orkestra Allegra

.

İki ses, tenor ve kardeş

Adları Aydın ile Ayhan
Sesleri birleşmiş…
Uçmuşlar sonsuzluğa.

Aslında kirli dünya
Yalnız dünya mı?
İnsan ilişkileri ve hepsinden önemlisi sanat.
Tek tük parlayan yıldızlar
Çırpınıyorlar, haykırıyorlar Rossini’den…
Belki duyan olur, kim bilir; belki duygulanan.

Aydın ile Ayhan, tek ses, tenor…
Güneşe koşuyorlar…
Kerem gibi…
Aryaları gönlümüzde…
Sesleri yüreklerimizde…
Çok yaşayın gençler…
Sizleri duymasam da gözlerim nemlendi…
Bana yeter, hem de fazlasıyla…
Sağolun, varolun…
İnsanlığımı hatırlattınız ya!

M.C.
Macit CÜNÜNOĞLU
30/05/2014 06:19

Toprağım Kibele!

A+
A-

Koca memeli Kibele bu toprakları vatan olarak durduk yere seçmemiş…
Bereketli, ulu tanrıçamız ha bire doğuruyor
“Babalar belli değil(miş)”, kimin umurunda!
Ayrıca İsa’nın babası belli mi?
Kimilerine göre Kudüslü marangoz, dinsel çevrelere göre kâinatın efendisi…
Bazıları da İsa’yı rabbime şirk koşuyorlar ki, ayrılık olsun…
Gene de yüce tanrı onları affedip sonlarını hayır etsin!

Aslında “din” denen olgu başlı başına toplumsal psikolojinin konusu…
Fakat Kibele yok mu, O’nun gönlümdeki yeri ayrı.
Âdeta aşığım, ne zaman Anadolu’yu gezmeye kalksam her gördüğüm
höyük tanrıçamızı çağrıştırıyor…
Multi memeler, Buda’yı andıran yüz, Herkül’ün gücü kuvveti, Zeus’un ihtişamı…
Hepsi bünyesinde toplanmış…
Arası Eros’la iyi değilmiş, varsın olsun…
Zaten aşırı cilve, seksapellik Anadoluluya yakışmaz…
Ayrıca tanrı dediğin kadın da olsa ağırbaşlı olmalı ki, molla misali itibar görsün!
İşte tüm bu nedenlerden dolayı memleketlimi çok seviyorum, çoook.

Bu arada teolojinin derinliklerine indikçe fantastik düşüncelerim zenginleşiyor.
Örneğin, semavi dinler icat olmasaydı insanlık bu denli savrulur muydu?
Hemencecik cevap vereyim, koskocaman bir HAYIR!
Hatta daha iyi olurdu, suyu mu çıkmıştı Şamanizmin, Paganizmin?
Hadi Buda, Brahma, Şinto, Konfüçyüs, Tao, Dalay, Lama, Dallama, Mao ruhanî lider…
(Mao kervana yanlışlıkla katıldı, özür. O kapitalizme giden meşakkatli yolun mucidi.)
Savaşsız, sömürüsüz, mezhepsiz, tarikatsız bir dünyada gül gibi geçinip gidiyorduk…
Fakat Musa yok mu, isyankâr örgütçü milliyetçi…
Kafa tuttu firavuna…
Topladı pılını pırtısını ırkını…
Ver elini Kenan’a, nam-ı diğer kutsal topraklara…
O gün bu gündür insanlık rahat huzur görmedi…
Ne dersiniz, tespitlerim yanlış mı yalan mı?

Peşinden İsa, dogmatizmde tuzum biberim olsun kabilinden bizimki…
Oldu mu üç kitap, tanrıya giden üç yol…
“Seç beğen al” diyeceğim ama herkesin dini kendine.
Neyse ki imdadımıza Martin Luther yetişti…
Protestan ahlâkın düşünürü, kuramcısı, uygulayıcısı, tam bir protestocu…
Yıktı ortaçağı, insan aklının önünü açtı.

İşte maceramız bundan sonra başladı…
Musevilikte mezhep var mıdır bilmem, yobazları saymazsak sanırım tek parça…
Hıristiyanlık malûmunuz; Katolik, Ortodoks, Protestan, Gregoryan, Evangelist, Yehovacılar vs…
Ya İslamiyet, ben deyim kırk siz deyin kırk bir, paramparça…
Mübarek din değil imamlar resmigeçidi…
Her şeyhin bir mezhebi var, asla seçme şansınız yok…
Doğuştan kodlanıyorsunuz…
“Nereye mi?”
Nereye olacak canım, devlet arşivine diyelim de gerisini siz anlayın!

Bir de Ali var ki, O’nu ayrı tutmak lâzım…
Peygamber damadı, ayrıca emmioğlu…
Kılıcının adı Zülfikâr, namı Allah’ın Aslanı…
Az adam kesmemiş Bedir’de, Uhud’da, Hendek’te…
Helâli hoş olsun, gazadır n’apalım…
Lâkin Muaviye denilen o zalim yok mu?
Suriye valisi, dinin Göbels’i…
Kerbela’da kırdırmış Ali’nin soyunu!

Takdir edersiniz ki biricik sultanımız henüz doğmamış…
Kasımpaşa ise Bizans’ın sınırları içinde…
Lâkin ataları sünni, zaten Rize’yi kapsayan Pontus da Ortodoks sünni…
Her ne hikmetse Ali’yi sever gibi yapıyorlar,  Alevileri sevmiyorlar…
Alevi denilen kimlik hak-adalet için can veren…
En azından Anadolu’da...
Bektaşi, Abdal, Yunus, Karacaoğlan…
Ama iktidarın mutlak sahibi kesin Yezid…
Yirmi birinci yüzyıl versiyonu…
Dar ediyor ülkeyi emekçiye, özgür düşünceye…
İnsanı insanlıktan çıkartıp küfürbaz yapıyor…
Din adına, peygamber adına, haşa, sümme haşa tanrı adına…
Ben ise olanları gördükçe Kıbele’yi daha çok seviyorum; kendimce, sessizce…
Ve her gün dua ediyorum…
“Canım tanrıçam, halkıma dayanma gücü, derviş sabrı ver.”

29 Mayıs 2014

Macit CÜNÜNOĞLU
29/05/2014 06:52

Hoş geldin Dünya

A+
A-
Uzun zamandır görüşemediğim felsefeci dostumla buluştuk, sohbet ediyoruz…
Kendisi sıkı bir sosyalist, hâlâ umutlu…
Ciddi ciddi devrim bekliyor, hatta yalnız ülkemizde değil,
Avrupa ülkelerinde bile kapitalizmin tek tek çökeceğine inanıyor.
O’nun ideolojik bağlılığına, iştahına, enerjisine hayran olmamak mümkün değil.
Merak bu ya, mücadelenin yolunu yordamını sordum, uzun uzun anlattı…
İkna olmasam da aktardıkları kulağıma hoş geldi…
Öylesine mutluydum ki, milattan önceki fantezileri hatırladım!

Derken lâf lâfı açtı, lâf gündemi, doğal olarak Tayyip’i…
Ortada yüzde 50, yakında cumhurbaşkanlığı seçimi, iktidarın özgüveni,
ilkesiz muhalefetin savrulmaları ve küresel dünyanın handikapları…
Birikim gani, her mevzuya neşter vurduk…
Bazen konsensüs sağlayıp barış çubukları içtik, çoğunlukla da baltalar elimizde
özgür düşünceye saldırdık, neyse ki empati düzeyimiz yüksekti…
Ayrıca hiç değişmemişiz, yedisinde neysek yetmişinde de oyduk…
Kavgacı, yırtıcı, öfkeli, ukala, bolca anarşist!
Yine de güzel ve naif duygular, yetmişine merdiven dayamış solcuların
devrimci ruhu ve didişmesi övünmek gibi olmasın ama kayda değer!

Hâlbuki madem sosyalist dönüşüm yakın, böylesine lüzumsuz konuşmalara ne gerek var?
Yalnız bir konuda anlaşamadık, öyle ya, devrimi hangi güçler yapacaktı?
Daha dün “27 Mayıs”ı idrak ettik, Cemal Aga’nın ruhuna Yasin-i şerif okuduk…
Askerimiz de kışlaya çekilip güzide demokrasimize iki de bir kafa çıkartmamayı öğrendi.
Geriye de işçi sınıfıyla köylüler kaldı…
Fakat köylerde insan yok, hepsi kentsoylu!
Şanlı proletaryayla ise bu işler nasıl olacak, orası meçhul!

Yine de Marx amcamın gölgesinde sınıfsal analizler yapmak keyifli…
En azından ruhumuza işleyen teorimiz tazelenip bilimsel yollar aradık…
Elbette tarihî materyalist düşünceye uygun, diyalektik kaideler çerçevesinde!
Fakat bir şey dikkatimi çekti, izninizle paylaşayım…
Aradan geçmiş kaç yüzyıl…
Okuduğumuz her temel bilgi hafızamızda.
Hayret bi şey!
Örneğin Lenin’in “Nisan tezleri” veya “Ailenin, Özel Mülkiyetin ve Devletin Kökeni”,
yazan Engels, “Das Kapital”i saymıyorum bile; o baş yapıt, kutsal kitap, âdeta anayasa!
Aynen kök salmış, beynimize hücrelerimize…
Çıkması da mümkün değil, belki mezarda!
O da şüpheli ya, bakarsınız uhrevî dünyada işe yarar!

Evet, dostla dostça sohbetler yaptık…
Hatta doyamadık birbirimize, lâkin randevusu varmış, ona yetişecekmiş…
Yoksa bıraksalar bizi günler haftalar yetmez…
Devrim işi bu, boru mu?
Vedalaşırken sordum:
“Ne tarafa?”
“Tapu dairesine”

“Ne iş?”
“Caddebostan sahilinde daire aldım, 2,5 milyon dolara”
“Eeee?”
“Onun muamelesi…”
Hay senin muamelene, hiktir git”
diyemedim…
Ne de olsa kırk yıllık yoldaş…
Yârin yanağından gayri her şeyimi paylaştığım arkadaş…
İçimde hüzünle karışık burukluk…
Uzattığı eli sıktım, sarılamadım…
Hızla oradan uzaklaştım…
Aklımda “31 Mayıs”; Gezi’nin yıldönümü…
Ve torunlarım Su, yola çıkan Nehir…
Hoş geldin umut, hoş geldin DÜNYA!

28 Mayıs 2014

Yıldönümü

.

Darbe değildi Gezi
Külliyen yalan.
Bir isyandı
Doğrunun, güzelin, vicdanın başkaldırısı.
Ağaç olup çoğaldılar
Ormandılar artık, sevginin bahçesi
Yürüdüler, haykırdılar, coştular
“Bu memleket bizim…” türküleriyle.

Kavga büyüdü
Sarsıldı iktidar, giderek azgınlaştı
Yığınlar gürledikçe
Ölüm yağdı gökyüzünden.

Düştü toprağa fidanlar
Kör oldu gözler
Direnenler yürekli
Mücadele haklı, onurlu
Lâkin saraylarda yaşayan efendiler
Zalim, bir o kadar aşağılık
Taze bedenler geçerken önlerinden
Saklandılar…
Siperleri devlet; asker, polis, toma, akrep…
İnsanı insanlığından utandırdılar.

M.C.

.
Macit CÜNÜNOĞLU
28/05/2014 06:19

Dosta Mektup

A+
A-

Boğazın serin sularıyla ne zaman buluşsam aklıma Leyla Gencer gelir.
2008 yılında kaybettiğimiz dünya çapındaki opera sanatçımız.
Vasiyeti gereği cesedi yakılmış, külleri denize dökülmüştü.
Evet, suda başlayan hayat suda son buluyordu.
Aslında fena fikir değil, ancak krematoryum ülkemizde yasak, yurt dışında gelenek…
Keşke bizde de olsa diyeceğim ama binlerce faili meçhul cinayeti görünce;
“aman, eksik kalsın”, “n’olur n’olmaz!”
Ayrıca mezar dediğimiz çukur belli, bakarsınız gömüldüğümüz toprakta
gelincikler açar, serviler boy atar…
İki de bülbülden name gelirse, sonsuzluğumuz cennet-i mekân olur!

Dün dostum Orhan’dan (Bayburt) telefon aldım…
Elli yıllık; öğretmen-editör-danışman-müzisyen-sportmen- gurme-diyetisyen-
belli seksiyonlarda farmakolog- psikolog-sosyolog ve sayamayacağım onca özellik…
En önemlisi de opera sanatçısı (bariton) bir gencin babası…
Kısacası; ağırlığıyla, duruşuyla, pos bıyığıyla hepimizin ustası…
Karizmatik vatandaş, zararlı maddelerle insanî zaaflar konusunda uzman!

Evvelsi günkü yazımdan dolayı eleştirip fırçalıyor…
“Benim gibi adam nasıl oluyor da klasik batı müziğine karşı tavır alır…”
Hoppala, nerden çıktı?
Döndüm, yazımı bir kez daha okudum, dostum haklı…
Çünkü megaloman hocama giydirirken gözüm kararıp evrensel müziği
hırpalamak bir yana hafiften ti’ye bile almışım…
Büyük haksızlık, utandım derinden üzüldüm.
O nedenledir ki huzurlarınızda Orhan hocamdan, Bach amcamdan, Şopen kardeşimden
ve ismini bu satırlara sığdıramayacağım gelmiş geçmiş gelecek binlerce batı müziği
emekçisinden özür diliyorum, lütfen kabul buyurunuz.

Fakat af dilemem Köy Enstitüleri gerçeğini değiştirmez.
Çünkü bu işi fazla abartıp o okulları devrimin kilometre taşı olarak görüyoruz.
Yani keman-piyano çalan eğitimli köy çocukları ülkeyi baştanbaşa nura boğacak…
Ve dağ taş Mozart senfonileriyle inleyecek…
Dolayısıyla ülkemiz kalkınmış olacak.
Yaşasın Türk Beşleri, Yaşasın Yunus Emre Oratoryosu!

Hâlbuki Marx bu meseleyi çok güzel ifade etmiş…
Diyor ki: “Alt yapı üst yapıyı belirler.”
Ne demek?
Gelişkin ekonomi olmadan (Aş-İş) konçertoyla karın doymaz!
İşte bu kadar!
Varsa itirazı olan ya köprü altına ya da cami avlusuna gelsin…
Yalnız yanında Wagner’den bir CD olsun ki…
Severim keratayı, Tayyip’i sevdiğim kadar, ne de olsa romantikler!

Aslında gündeme taşıdığım mevzular derin, tartışmaya açık…
Uzun yıllardır bir Köy Enstitüsü masalıdır gidiyor…
Daha doğrusu Batı’ya açılım projesi…
Hatta direkt asimilasyon!
Ondan sonra, elde yok avuçta yok…
Baldırı çıplak vaziyette Pavarotti’yi dinlesen ne olur, dinlemesen ne olur?
Kendi adıma yine de bayılırım rahmetliye…
Ulu tanrı eksikliğini göstermesin operanın, balenin, klasik müziğin…
O dünya bambaşka, ay üstü alfa…
Galaksiler arası yolculuktan öte, belki kara deliklerde yok oluş…
Neyse ki geç buldum çabuk ayrılmadım…
Şükürler olsun, o kültüre aidim…
Tamam mı Orhan ustam, can hocam?
Seni seviyor, gözlerinden öpüyorum!

27 Mayıs 2014

Macit CÜNÜNOĞLU
27/05/2014 06:44

Av zamanı, adres: Okmeydanı!

A+
A-

Müstakbel cumhurbaşkanımızın varlığı ülkemizi öylesine kapsamış ki,
sanırsınız GSM operatörü.
Onu hesaba katmadan nefes alınmıyor, düşünülmüyor, konuşulmuyor,
adım atılmıyor, eyleme geçilmiyor.
Her yerde, her taşın altında…
Etki alanı sonsuz, belki padişahlardan daha fazla…
Hatta yurt dışına sarkan boyutta…
Ne mutluluk, sultanımızın koyu gölgesini hissederek yaşamak…
İşte ileri demokrasi, işte özgürlük(!)

Neyse ki sabırlı polisimiz var…
Çevik kuvvet derviş karargâhı, Tomalar gençlere çiçek dağıtan asrın harikası,
Akrepler burçlar dünyasından fırlamış astrolojik oyuncaklar…
Müthiş, can ve mal emniyetini teslim ettiğimiz bu müstesna teşkilat;
verilen görevleri eksiksiz yerine getirdiği için sevinçten dört köşe…
İşte ak adalet, işte barış(!)

Kendi adıma gururluyum, aynı zamanda huzurluyum…
Ve başta şahsıma, aileme, akrabalarıma, hısımlarıma, dostlarıma, arkadaşlarıma
sağlanan güvene dayalı lale devrini yarattığı için sultanımıza ve şürekâsına minnettarım.
Ayrıca Egemen’e, Çağlayan’a, Güler’e ve Bayraktar’a yegan yegan teşekkür ederim…
Ki necip Türk milletine; doğruluğu, dürüstlüğü, fazileti öğrettikleri için!
O nedenle de yarınlara umutla, çılgın projelere hayranlıkla bakıyorum…
Yaşasın Türkiye, Yaşasın 2023…
İşte dinci ahlâk, işte neoliberalizm(!)

Sıra muhalefet de, başı kıçı sözüm hepsine…
Zaten bir araya geleceğiniz yok, vaziyetiniz de patolojik…
Şunun şurasında 40 gün kaldı seçime…
Hâlâ yoklama çekiyorsunuz.
Bir de Demirel’i ziyaret, pes doğrusu!
Oldu olacak Sokrates’e danışın, Heredot’tan tarih öğrenin…
Berberler Odası’ndan görüş alın, Bülent Ersoy’dan şarkı dinleyin…
Hele hele de meyhanemize bir uğrarsanız…
Bakın görün; Bekri Mustafalar ne orijinal fikirler beyan eder!

Lütfen biraz ciddiyet!
Yoksa adam malı çoktan götürdü, bizim derdimiz tarihe not düşmek…
Aslanlar gibi çarpıştık, yılmadık direndik falan…
Ancak bir yere kadar…
Ondan sonrası bol malzemeli popülizm…
Yatırırsın seçmeni masaya:
“Bidon kafa”, “Göbeğini kaşıyan adam” OFF
“Akkoyunlular” IN
Okey mi?

Sonuç itibariyle sayın seyirciler, bu ülkenin başına ne bela geliyorsa…
Birincisi İsmet İnönü…
İkincisi Pensilvanyalı yüzündendir…
Bunlar el ele vermişler, iktidarın altını oymaktadır!

Hooop, bir dakika arkadaş…
İnönü öldü mü?
Ne zaman?
Hadi yav!
Valla hiç haberim olmadı!
Neyse, bir düşman kaldı…
Öyleyse mücadeleye devam!

Keşke işler bu kadar basit olsa…
Muhalif o kadar çok ki…
Sorgulayan kaybediyor, Aleviler kafadan eziliyor…
Geziciler darbeci, ya gerisi?
Okmeydanı bahane, halkına düşman iktidarlar olduğu sürece…
Bu filmi daha çok seyrederiz…
Ne dersiniz?

26 Mayıs 2014

Macit CÜNÜNOĞLU
26/05/2014 06:23

Bestekâr Hocam!

A+
A-
Dün Kabataş Lisesi’nin efsanevî edebiyatçısı Behçet Necatigil’in dünyasında
minik bir gezintiye çıkmıştım…
Bugün de besteleriyle uluslararası literatüre girmiş ünlü müzik hocamız
Turgut Aldemir’i anılarda ziyaret edeceğim, profesör doktor sanatçı.
Yıl 1965, Öğretmen Okulu yollarına düşmüşüm, aileden ilk ayrılış,
hasretin yoğun yaşandığı acemi gençlik yılları…
Anne, kardeş özlemiyle gizli gizli ağlamalar vs…
Tokat bağlık bahçelik bir il, okulumuz hemen yanı başında…
Altından geçen sulama kanalında serinleme seansları…
Komşu Yeşilırmak ise ince kumlarıyla sanki Caddebostan plajı…
Bir tek farkla, kızlar hayâlimizde, erişilmez yıldızlar PAZAR mecmuasında!
Hey gidi hey, selâm olsun o güzelim yıllara!

Yatılı öğrenciyiz (leyli meccani), her şey dâhil devletin himayesindeyiz…
Kapatılan Köy Enstitüleri geleneği öğretmen okullarında sürüyor...
İlkemiz; “60 darbesi yetmez”, 61 Anayasası’nın sıkı takipçisiyiz.
Devrim ateşi sarmış dört bir yanı, savulun geliyor sosyalizmin neferleri!
Yoksulluk yenilecek, bilhassa kırsaldan seçilen gençler okutulup eğitilecek…
Ve ülkenin en ücra köşelerine dağılarak aydınlanma görevi üstlenecek...
Ki yığın eğitiminden geçen halk muasır medeniyet seviyesini hedefleyen
iktidarları seçsin, canım ülkem de çağ atlasın…
Proje tuttu, devlet Ortaçağ’a zıpladı, topyekûn hayat din bezirgânlarına teslim oldu!

Turgut hocamız klasikçi, Bach’la yatıp Şopen’le kalkıyor…
Okulumuzun müzik odası var, köşede gıcır gıcır Alman malı Zimmermann piyano…
Dersler keyifli, “Keçi vurdum bayıra” türküsünü kanon formunda söyleyip
polkalarla ilerliyoruz…
Ardından “Çıplak Dağda Bir Gece”, bestecisi Rus beşlerinden Musorgski…
Arılar vızıldıyor eserde, fonda çan sesleri…
Arada Cinler, periler uçuşuyor…
Huşu içindeyiz ve çok geçmeden trans hâlinde Nirvana’ya ulaşıyoruz.
Hocamız mutlu, bizler heyecanlı…
Birazdan Mandolinle Mozart çalacağız…
Ne saadet!
Mayıs kokularıyla harmanlandıktan sonra evrensel bir dâhinin dünyasına girmek…
Fakat o ne?
Bir arkadaşımız enstrümanını çalamıyor (şimdi müfettiş emeklisi)…
Olur ya, alırsın kırık not, oturursun yerine…
Ne mümkün…
Asil Türk gencine mandolini konuşturmamak yakışır mı?
Coşuyor Hoca, aslında ufak tefek bir adam…
Ancak mutlak otorite, dersin patronu…
“Türk Marşı” eşliğinde bir sopa…
Mandolin kırılıyor arkadaşımın kafasında…
Romantik çağa yakışan bir final…
İşte o an, nefret ettim Turgut hocadan!

Yıllar sonra baktım ki hocamız şöhret basamaklarını tırmanmış birer birer…
Öğretim üyeliğinin yanı sıra bölüm başkanlıkları…
Orkestra şeflikleri, yurt içinde yurt dışında madalyalı başarılar…
Ve besteler, klasik müziğin her alanında…
Eserleri sevenlerinin umurunda, benim değil…
Çünkü eğitimci olmak, insan yetiştirmek başka bir şey…
Sanatçı olmak, kendine yatırım yapmak başka bir şey…
Bir de öz sermayenizi devlet olanaklarıyla zenginleştirdiyseniz…
Batsın öyle eğitimcilik, batsın öyle öğretmenlik…
İşte bu nedenledir ki yanarım ben yanarım…
Çocuk sayılabilecek yaşlarda o şahsı mürşid saydığım için…
Meğer kendine müslümanmış, hem de narsisizmin zirvesinde!

Evet, yaşlar erdi kemâle…
Gün batarken davetiye çıkıyor meşke…
Elimde udum, yolculuk başlıyor nihaventle…
Hüzünle el sallıyorum geçmişe…
Dudaklarımda bir şarkı, yine eski yılların unutulmazı:

“Ağlamakla inlemekle ömrüm gelip geçiyor
Devâsı yok, garib gönlüm günden güne eriyor
Feryâdıma efgaanıma kimse bir ses vermiyor
Devâsı yok, garib gönlüm günden güne eriyor.”


Bestekâr Sadi Hoşses’e saygıyla…

25 Mayıs 2014

Macit CÜNÜNOĞLU
25/05/2014 06:44

Bir şair vardı, öğretmen...

A+
A-
Behçet Necatigil’i nasıl bilirsiniz?
1916 doğumlu şair, öğretmen.
Daha dün gömdük, tarih: 13 Aralık 1979…
Babası Kastamonulu Necati Efendi, anası Bedriye Hanım…
İki yaşında yetim kalan Kabataşlı…
Talihsiz çocuk; yalnızlık ve aşk…
Biliyor musunuz, O’nun satırlarına gizlendi…
Ve ölüm…
En güzel hâliyle O’na sığındı…
Yüreğine, yaratıcılığına, dostluğuna!

Bir ileti aldım dün…
Öğrencisi olma onuruna erişen aile büyüğüm diyor ki,
“şiir ve şair nasıl yorumlanır, hocamdan öğrendim.”
Ne mutluluk!
Oysa günümüz…
Edebiyat, öğretmen, diğer teferruat…
İnsana, insanî değerlere o kadar uzak ki…
Belki ekmek kavgası, belki rekabet, belki deformasyon…
Nihayetin de küresel çağ…
Necatigillerin devri ise 40’lar, 50’ler…
Varlık yokluk yılları.

Yalnız insan…
Çaresiz insan…
Fakir insan…

İnsan umut…
İnsan yarın…
İnsan edebiyat
İnsan sanat!

Necatigil sesleniyor:

“Sevgileri yarınlara bıraktınız
Çekingen, tutuk, saygılı.
Bütün yakınlarınız
Sizi yanlış tanıdı.”…


Ertelenmiş hayatlar, gizlenen hasretler…
Bir başka dünya…
Ürkek, dikkatli…
Necatigil çelebi, Kabataş lisesinde edebiyat öğretmeni…
Ne Marx umurunda, ne Mayakovski…
Çağdaşı Orhan Veli, öncesi Nazım, bir de Cahit Sıtkı…
Dizeler basit, aşk yalın, ölüm çıplak…
Ve karşınızda Behçet Necatigil.
İnsan bu kadar mı güzel anlatılır…
Duygular ilmek ilmek…
Düşünce sımsıcak…
İllâki sevda olacak…
Ve ayrılık…
Sonsuzluğa selâm söyler martılar…
Ölümün gölgesinde…
Öyleyse sıra ustamızda, öğretmenimizde:


BAŞSAĞLIĞI

Ben uzaklarda olmalıyım, çok uzaklarda
Acılar unutulduktan sonra
Dönmeliyim.

Ölümlerin karşısında şaşırıyorum
Ne desem ki
Düşünüyorum.

Kalanları ağlıyor gidenin
Benim gözlerim kuru
Herkes bana bakıyor, biliyorum
İçlerinden geçenleri.

Başsağlığı dilemek
Garibime gidiyor
Ölen öldü, sen yaşa
Küçültmeye benziyor.

Beni böyle kitaplar mı yaptı ne
Kâğıtlarda gidenlere içlenip ağlayan ben
Hayattaki ölümlerde put gibi duruyorum.

Ben canavar ruhlu muyum
Bir ölü evinde tek söz söylenmeden
Put gibi duruyorum

Kimse anlamaz derdimi
Ben uzaklarda olmalıyım, çok uzaklarda
Bir yakınım öldü mü.


Behçet NECATİGİL

İyi pazarlar değerli okurlar…
Şairler diyarıdır bu topraklar…
Toprağından mı, suyundan mı…
Şiir üreten gönüller…
Öylesine bereketlidir ki…
Necatigiller göçüp gider…
Ne hayat farkındadır…
Ne yorgun yürekler!

24 Mayıs 2014

"Marjinal" sohbetler!

Macit CÜNÜNOĞLU
Macit CÜNÜNOĞLU


Sitemiz sevimli, okunması rahat, izlenmesi kolay.
Zaten kuzguna yavrusu marjinal gözükürmüş, bizimki de o hesap.
Abur cubur yaşamıyor, çör çöplükten arınmış, eli yüzü düzgün.
Yine de eksikleri yok değil, maksat eleştirel gıcıklık olsun!
Sebebine gelince; sitemizin manşetleri, haber dönüşümleri hareketli…
Hem de yüksek düzeyde…
Kutlarım yetkilileri, bu çağda gündemi yakalamak her babayiğidin harcı değil!
Lâkin yazar-çizer takımı yok mu, sanırsınız mehteran bölüğü…
Atalet ruhlarına işlemiş, yaz ki ölem…
Ne gezer, ayda yılda bir kez, o da lütfederek bir yazı konduruyorlar köşelerine.
Olacak iş mi?

Hâlbuki el âlem yazacak köşe bulamıyor, bulanı da işten atılıyor…
İşte “Gazete Marjinal”, işte fırsat, işte özgürlük…
Yazsana be kardeşim.
Boş ver okunma oranlarını; binleri, yüzleri, onları…
Sadece bir kişiye, evet; tek bir kişiye ulaşabiliyorsak…
Ne mutlu bizlere…
Kutsal görev tamamlanmış, maksat hâsıl olmuştur.
Elbette bence.

Şaka bir yana, değerli köşe komşularıma saygılarımı sunarım…
Ancak şu “Admin” yok mu?
Öyle bir sayfa düzeni yapmış ki, yazar fotoğrafları üst üste yığılınca
insanın megaloman olmaması mümkün değil…
Âdeta teşvik ediyor narsisizme, hele de bu saatten sonra…
3,5 evlilik yapmış biri olarak bir çuval fotoğrafım referans olur mu?

Çare?
Konuştum sevgili Mustafa Kımıl ile…
Verdi gazı, verdi coşkuyu…
Anında bu fakir kulu şeyhülmuharririn mertebesine terfii ettirdi.
Hani hoşuma gitmedi değil…
Epeydir duygularım böylesine okşanmamıştı…
Bilhassa adilerin adisi sultanımızın dünkü fırçalarından sonra!

Yine de ha gayret dostlar…
Gün bu gün, düşünüp zengin fikirler üretmeliyiz…
Barış için, demokrasi için, özgürlükler insanlık onuru için…
Yoksa gidişat kötü…
Dörtnala koşuyoruz diktatörün şefkatli kollarına…
Artık okşar mı, öper mi?
Gerisini siz düşünün!
Evet, haddimi aşıp sürç-i lisan ettiysem affola…
En derin saygılarımla, sevgilerimle…

M.C

.
Macit CÜNÜNOĞLU
24/05/2014 06:49

Ya sabır!

A+
A-

Bu ülkede acı bitmez.
Hatırlarsınız, yıllar önce Kenan Doğulu söylemişti:
“Kurşun adres sormaz ki…”
Şarkı piyasaya 1994’te sürülmüş…
Aradan geçmiş yirmi yıl…
O gün de kurşun adres sormuyordu, bugün de!

Bir yıl önceki Gezi olayları hasat zamanıydı…
Tek tek biçtiler gençlerimizi…
Gözler çıkartıldı.
Kimi kurşunla öldü, kimi dayakla!
Hani bilinen lâf:
“Her sabah taze başlangıçtır.”
Nerdeee?
Her güne acıyla başladık…
Dayan dayanabilirsen!

Başbakan tuhaf konuşuyor…
Akla, izana, vicdana sığmayan değerlendirmeler.
Aslında o bir baba, bir dede…
Gel gör ki siyasî ihtiraslar kör etmiş gözlerini, kurutmuş beynini…
Sadece konuşuyor…
Ucu ormana açık; kim alınır, kim üzülür, kim yaralanır, kim kızar…
Umurunda değil.

Bilemiyorum, yüzde elli oy'un olağan izdüşümü müdür?
Hâlbuki rahmetli Menderes yüzde 57’leri görmüştü…
Yıl: 1954
Bu kadar fütursuz muydu veya saldırgan mıydı?
Hiç sanmam.
Ancak bu, yirmi birinci yüzyılın seçilmiş kralı…
Kontrolsüz güç, gemi azıyı almış vaziyette kükrüyor, ezip geçiyor!

Evet, zor günler yaşıyor ülkemiz…
Gencecik insanlarımız yaprak gibi düşüyor toprağa…
Kurşun zalim, silah emir kulu, her cinayet faili meçhul…
Başbakan konuşuyor…
Müstehaktır dercesine faturayı Berkinlere kesiyor!
Üstelik teşvik ediyor güvenlik güçlerini…
Saldırın teröriste, saldırın Alevi’ye, saldırın gence…
Prim veriyor valiye, emniyete, Mit’e…
İzliyor halk; sessiz namuslu insanlar, biat etmeyen vicdanlılar…
Sarsılıyor, kızıyor, kinleniyor, ağlıyor, acılarını yüreğine gömüyor…
Ancak nereye kadar?

Aslında bıktık, yorgun düştük…
Ama yılmadık, umutsuzluğa kapılmadık…
Ancak biriken öfkemiz, bilenen hırsımız işe yaramadı…
Çünkü kutsal sandık yalancının hizmetinde!

Tekrar döndük başa…
Acılar ülkesinde yaşıyoruz…
Katlanması zor, direnmek ayrı bir âlem…
Kûstahın normalleşmesi umutsuz vaka…
Tramvaydan indi bir kez…
Saldırıyor insanlık onuruna…
Onursuzca!
Ne köylü farkında, ne işçi…
Haydi hayırlısı TÜRKİYE!..
Sözün bittiği yerdeyiz!

23 Mayıs 2014

Macit CÜNÜNOĞLU
23/05/2014 06:31

Kesmez ama EVET!

A+
A-

Büyüklerimiz hayata dair ne çok lâf etmiş…
Meselâ: “Birlikten kuvvet doğar.”
Gel de bu tespitin doğruluğunu, önemini anlat.
“Sürüden ayrılanı kurt kapar” da demiş ama o başka…
Daha doğrusu marjinallere kılçık atmak için söylenmiş…
“Sakın ha, muhalefet etmeyin” mealin de!

Fakat birlikten güç doğacağı kesin.
Hatta “millî irade” bile üretilebilir ki, adamı iktidar yapar.
Gerisi kolay, çalsın sazlar oynasın kazlar…
Değil on iki yıl, ömür boyu saltanatsın…
Yeter ki allah sağlık, uzun ömürler versin!

Haaa, ölürsen de gözün arkada gitmezsin…
Nasıl olsa boşalacak koltuğa oturacak bir oğlan çocuğu bulunur…
Ayrıca bulunmazsa ne yazar, erkeklere taş çıkartacak kız evlâtlar var…
Biri çıktı mı balkona, babasından aldığı feyzle…
Bir konuşma, yalnız ülkemiz değil, dünya halkları selâm çakar!

Lâf aramızda, oldum olası liderleri kıskandım…
Hatta ulu tanrıya kızıp ciddi manada sataşmalarım var…
Örneğin M. Kemal’i yarattın…
Ya peşindekileri?
Peki, Menderes'e ne demeli?
İyidir, hoştur, çelebidir…
Fakat izinden yürüyüp parsayı toplayan çoban yok mu?
Halk ağzıyla konuşur, Morrisonculuğun daniskasıdır!

Bak, Özal’a bi şey demem, diyemem…
İyi çocuktur, açık seçik sözlüdür.
Almıştır amirlerinden sıkı terbiye…
Topluma çağ atlatmıştır…
Geriden meriden, n’olmuş yani?
Yediden yetmişe herkesin cep telefonu yok mu?
Mübarek oksijen, sahi; cepler olmasa ne yaparmışız?
Düşüncesi bile afakanlar basması için yeterli sebep…
Ayyy, yetiş imdadıma Recep!

İnanmayacaksınız ama duydu Recep…
Hani rahmetli hocamızın en makbul talebesi…
“Hoca” dedim de yüreğim kabardı.
Allah selamet versin, milliciydi hayâlciydi ama şirinlik muskasıydı…
Tatlı tatlı konuşur, utandı mı tombul yanakları kızarırdı.
Velhasılı hoş bir sedaydı…
Rabbim taksiratını affetsin, toprağı cennet olsun, âmin.

Ne diyordum?
Recep, işte o tam bir felâket!
Tamam, lider olmasına lider, hemi de en kralından…
Ayrıca gönüllerin sultanı, Ortadoğu’nun fatihi…
Milliyetçi-Muhafazakâr-Dindar-Liberal-Tramvay görünümlü Şahin…
Tanrı vergisi özel imâlat…
Öfkesi yaman, kini kuyruğu kopan yılan, kuzu postuna bürünmüş düşman…
Kime?
Canım cümle âlem biliyor, Kaddafimizi arkadan hançerledi…
Biricik dostu Esad kardeşimizi ateşlere attı…
Saddamcığımı, Nejadcığımı saymıyorum bile…
Dilim varmıyor söylemeye ama resmen sattı!

Neyse, mevzuyu dağıtmadan kuvvet-birlik meselesine gelelim…
Şunun şurasında seçimlere az bir zaman kaldı…
Değerli Erol Çevikçe’nin belirttiği gibi ilk rauntta sultanın belini büküp çökertmeli…
İkinci turda allah kerim!
Öyleyse yapılacak ilk iş; ayrılıkları eleştirileri bir kenara bırakıp tek adaya yüklenelim…
Boş verelim ittifak masallarını, MHP kendi yoluna, HDP halkların kardeşliğine…
Ortalıkta Yılmaz Büyükerşen telaffuz ediliyor…
Ne yapalım; iyidir, doğrudur…
Yaşlı maşlı ama akademisyen sanatçıdır (yontucu)…
Bence yakışır…
“Kesmez ama EVET” diyerek asılalım o makama…
En azından M. Kemal aşkına!

Not: Baykal’ın da adı geçiyor, bilhassa Tayyipci uyanıklar pohpohluyor ki…
CHP yüzde 20’nin altına düşüp yerlerde sürünsün…
Vay köftehorlar vay! Yer mi lan bizim gibi anadan doğma devrimci solcular?

22 Mayıs 2014

Çaresiz çırpınışlar!

.

Tohum toprakla buluştu
Toplayıcıydı, avcıydı insan
Erectus, Spaiens devirleri çok gerilerde kalmıştı
Zordu mağarada hayat
Üretim zamanı gelmişti
Göçerlik bitip yerleşmeliydi
Bekletmedi doğa
Tohum toprakla buluştu.

Yüz binlerce yılın birikimi
Karnı doymalıydı
Kucak açtı toprak
Serpilen tohumlara kavuştu.
Başak başak fışkırdı umut
Un oldu, ekmek oldu, aş oldu
Mutluydu insan
Ev oldu kent oldu
İnsan artık toprağın efendisiydi.

Akıp gidiyordu hayat
Keyifliydi üretim yapmak
Kendi için, eş için, çocuklar için
Ticaret değişim
Ben de olmayan senden
Sen de olmayan benden
Efendisi olmayan düzen
Ta ki Sümer’e kadar.

Sonrası malûm
Ne zaman ki sömürü icat oldu
Kölelik girdi devreye
Toprak yılmadı, vermeye devam etti
Üzerinde devletler kuruldu
Birileri yıkıldı, imparatorluklar gelişti
Derebeylerin egemenliği bin yıl sürdü
Dar geldi dünya, keşfe çıktı insan
Rönesans ışık yaktı
Ve devrimler başladı.

İşaret fişeği Amerika’dan
Doruklara ulaşan Fransa, yıl: 1789
Ezilen insanın zaferi
Yetişiyor 1848
Sanayi sıçramasıyla evren sarsılıyor
Kol gücü makineleşmiş
Marx amcam gülümsüyor.

Yeni dünya, yeni hayat
Yaşasın kapitalizm!
Adam Smith mutlu
Birey zengin, toplum zengin
Ohhh!
Var mı karşı koyan?

Olmaz mı?
Yirminci yüzyıl itiraz kültürü
Ezenler, ezilenler, yenenler, yenilenler
Kana doyuyor toprak.
Alt yapı üst yapıyı ıskalıyor
Üst yapı yoksulu kullanıyor
Bir güç doğuyor yeryüzünde
Yedi buçuk milyarın içinde
Toplu iğne başı
Adı: Şirket
Nam-ı diğer: Çok Uluslu Alçak
Teslim olmuş insanlık
Devletler, liderler, parlamentolar, demokrasiler oyuncak.

Eyyy barışçı ANARŞİZM
Tek çare sensin
N’olur yetiş
Yetiş de, insanlık ağlamasın
Gülsün doya doya!


Macit CÜNÜNOĞLU
.

El ele Ölüm!

A+
A-

Soma derinden sarstı…
Dile kolay, giden 301 can…
Sönen onca ocak…
“Kader” desinler, “fıtrat” desinler…
Sonuç da ekmek mücadelesi…
Ve kömür ve yerin altı.
Boş verelim empatiyi…
Varsayalım ki turistik amaçlı olsun…
Kaç kişi inmiştir maden ocağına?

“… ? ...”

Her zaman söylerim; normal bir ülke değiliz…
Hatta kapitalizmi bile acayip…
Ne Avrupa’dakine benziyor ne Amerika’dakine.
Başta devlet, vazgeçtik insan odaklısından…
Sanırsınız noter tasdikli sermaye vekili!
Tamam; para onda, tartışmasız finans kaynağı…
Lâkin oy da halkta!
Yanılıyor muyum?

Ayrıca patron patrona benzemiyor…
Sanki orta çağdan fırlamış derebeyi.
Saltanat ultra; boğazda yalılar, rezidanslar, lüks arabalar, yatlar, uçaklar, yosmalar vs.
Başka?
Daha ne olsun?
Ya vicdan, ya ahlâk, gelenek görenek din iman?

“… ? …”

Gelelim iktidara, daha doğrusu hükümete…
O da işverenlerden tuhaf.
Nedenine gelince, vesayetçileri hizaya soktu…
Eyvallah, ancak geldi yerine oturdu…
Üstelik devlet-i âlimizi A’dan Z’ye ele geçirerek!
İşte ne olduysa ondan sonra oldu…
Kıçı kalktı yürütmenin başının, hem de nasıl…
Hukuk, adalet yerlerde…
Paraleliyle kol kola, Silivri döndü toplama kampına!

Evet, sürükleniyoruz…
“Fareli Köyün Kavalcısı” misali düşmüşüz zurnacının peşine…
Çılgın projeler onda, vizyon vitrin misyon nosyon onda…
Karizma derseniz, batıda Obama ne ise; doğuda O…
Lider doğmuş bir kere, XV. Yüzyılda Fatih, XXI’de Recep Tayyip Mücahit…
Üfff ülen, sırtı yere gelir mi bu memleketin?
“Gelmez ağam paşam, sen yazmaya devam et.”

Yazalım da, bu saatten sonra sendikadan, iş güvenliğinden söz etmenin gereği yok…
Çünkü bu düzen dipten bozuk, iflâh olmaz derecede…
Tahribatı da korkunç, muhalefetle reformla asla düzelmez…
Belki isyan, belki … ? …
“Haydaaa, ne isyanı arkadaş, ne soru işaretli nokta noktası…”
“Devrim mi?”
“Bak gördün mü, iyice kafayı yedin…”
“Allah iyiliğini versin…”
“Var git Erenköy psikatriye…”
“Kalçadan 500 mg’lık iki akineton…”
“Bir şeyciklerin kalmaz…”
“Verirsin oyunu iktidara!”
“Öpüldün koçum, bu kıyağımı unutma!”


Ah Soma, ah işçi kardeşim…
Bir umut, sizi kurtarmaya gelen yoldaşlarınız söylüyor…
Ölüme el ele gitmişsiniz.
Ben de…
“Canlar yitirilmeden, son nefesler verilmeden…
Aşağılık patrona, ceberrut devlete, it oğlu it taşeronlara,
utanmaz sendikacılara karşı el ele kavgayı verseydiniz:
Bu kadar kolay teslim olmaz, ölmeden mezara girmezdiniz”
diyorum…
Canlarım benim, yüreğim derinden yanıyor…
Utanıyorum yaşadığıma!

21 Mayıs 2014


.


CNN'de Ahmet HAKAN programı...
Kurtarma ekibinde görev alan bir işçi anlatıyor:
"El ele ölmüşler..."
Tanrım; bu nasıl manzara, bu nasıl acı?
Dayanamadım, televizyonu kapattım...
İçimde derin bir sızı...
Nazizm'in gaz odaları geldi aklıma...
Vahşet, vahşet, vahşet...
Ve canım ülkemin yoksul çocuklarına...
Bir avuç kömür, bir lokma ekmek için...
Layık görülenler reva mı?
Lânet olsun sebep olanlara, kahrolsunlar...
Yansın yürekleri, dilerim kömür aleviyle...
İşte o zaman, ilahi adalete inanırım!


M.C.

Enerjinin trajik sefaleti!

Macit CÜNÜNOĞLU
21/05/2014 06:55

A+
A-
Uzun Mehmet bulmuş kömürü, Ereğli’de, yıl 1829…
İlk üretim de 1848’de…
Taşeron “Galata sarrafları”
Koşullar ilkel, başlangıçta 40-50 bin ton civarında kömür çıkartılmış.
Bilâhare “Kırım Harbi”,  İngiliz saltanatı devrede…
Asilzadeler üretime devam etmişler.
Nihayetinde devrin Kaptan-ı Deryası’na (ne âlâka?) devredilmiş
ve Maden Nazırlığı kurulmuş (1864).
Bu süreçte havzada büyük atılımlar gerçekleşmiş, üretim 1907 yılında 735.000 tona erişmiş…
I. Dünya Savaşı’nda ise faaliyet gerilemiş, bölge Fransızlar tarafından işgal edilmiş…

Bu arada Çinlilerin kömürü milattan önce bulduğunu hatırlatalım…
Avrupa’da kullanımı ise on sekizinci yüzyılda, sanayi devriminin hemen öncesinde.
Zaten bu bilgiler ışığında manzaraya baktığımızda geri kalmamızın başlıca
nedenlerinden birine şahit oluyoruz…
O da ENERJİ.
Enerji mühim mesele, endüstriyel devrimin katalizörü…
Karanlığı aydınlık yapan güç…
Toplumsal ilerlemenin temel unsuru…
Üretim ilişkilerinde sınıfsal ayrışmanın kalite belgesi…
Bağımsız ülkelerin vazgeçilmezi…
Onurlu dış politikanın teminatı…
Daha da ötesi; devrimlerin canı, kanı!

Osmanlı İmparatorluğu’nda ilk elektrik santrali (kömürle çalışan) yirminci yüzyılın
başlarında açılmıştı. Silahtar’daki santralin işletme hakkı da Avrupalı şirketlere ihale edildi.
İlk elektrik de Dolmabahçe’ye verildi, Padişah Hazretleri cariyeleriyle kesintisiz oynaşsın diye!
Anadolu yakası 1926, Göztepe ise 30’lu yıllarda elektriğe kavuştu…
O tarihlerde gençlik çağını yaşayan üstat Çetin Altan dedesinin köşkünde Marx okuyor,
sosyalist Türkiye’nin hayâllerini kuruyordu!

Dedim ya, bir ülke için enerji önemli.
Bazı toplumlarda endüstriye dayanmayan devrimler bile benimsenip kökleşemiyor…
Örneğin yetmiş yıllık Sovyet deneyimi; geldiği nokta ortada…
Çin: Komünist parti eliyle kapitalizme tam teslimiyet…
Hindistan: Gandi’nin ruhuna rahmet okutan denemeler…
Küba: Liderin sağlığına endeksli, ondan sonrası allah kerim!
Kuzey Kore: Tahammülü zor manyak bir diktatörün zalim pençesinde…
Türk devrimi: O özel, sanki darbeler silsilesi, tarihin akışına inat geri viteste… 
Şu anda da sultanın “ustalık” döneminde!

Ne kaldı geriye?
Kömür karası vatan, Soma, yitip giden 301 can…
Yemişim demokrasiyi, yemişim cumhuriyeti…
Ne diyor diyalektik: “Her şey zıttıyla mevcuttur.”
Nerde adam gibi patron, nerde örgütlü işçi?
Böyle başa böyle tarak misali…
Tencere yuvarlanıp kapağını buluyor…
Sonra ikisi birden Tayyip’e koşuyor!
Söylesenize; “hak, hukuk, adalet, eşitlik, uygarlık” bu işin neresinde?
Yeter ki lastik patlamasın, kaza olmasın…
Alan razı veren razı…
Hele hele de SENDİKA
Sözün bittiği yer; ne kitaba sığar ne vicdana…
Yalnız kirli cüzdanlar, ahlâksız servetlerde yaşar ki…
İşte bütün mesele!

20 Mayıs 2014

YORUMSUZ

.






 
 
Torunum geldi bugün…
Her zamanki gibi neşesi yerinde….
Güldü, oynadı, zıpladı…
Zaman ilerledi ve durgunluğumu fark etti…
Dedi ki “Neyin var Dede, hasta mısın?”
Gel de cevap ver; Soma’yı, maden işçilerinin dramını anlat.
Sustum…
Bir torunuma baktım bir de geleceğe…
İçim acıdı derinden, gözlerim nemlendi…
Sessizce ağladım, gözyaşlarım aktı yüreğime.

M.C.
13 Mayıs 2014-Feneryolu


.
Macit CÜNÜNOĞLU
20/05/2014 07:57

Soma olur mu Bosna?

A+
A-
Bugün 20 Mayıs…
66 yıl önce tam da bugün (1948) CHP Meclis Grubu, Millî Eğitim Bakanlığı
denetiminde Kuran kurslarının açılmasına karar veriyor!
Enteresan değil mi?
Aslında II. Dünya Savaşı sonrasına iyi bakmak lâzım…
Özellikle tek partinin hüküm sürdüğü 1945-1950 arasına.
Sivas Kongresi’nde (1919) ABD egemenliğini reddeden zihniyet, konjonktüre
bağlı olarak 1945, 1946, 1947 yıllarında söz konusu ülke ile ilk ikili anlaşmaları
peşpeşe imzalıyordu!
Daha doğrusu kuzeyden esen sert rüzgârlar ülkemizi ABD’nin kucağına sürüklüyordu…
Gereği yapıldı, Oval Ofis’ten verilen talimatlar harfiyen yerine getirildi.
Çünkü insanlık komünizm tehlikesiyle karşı karşıyaydı.
Yayılması durdurulup ileri karakol Türkiye derhal tahkim edilecekti!
Edildi de, başkan Truman’ın projeleri dışişleri bakanının adıyla anılan
Marshall döneminde yoksul ülkemize dayatıldı…
Sıkıysa uygulama, korku dağları Stalin apartta bekliyordu…
Ve fakir halkımız tatlı hayatla, mucizevi kapitalizmle tanıştı!
Çağ atlıyordu Türkiye, kahraman ordumuz NATO’ya hızla koşuyordu!
Ondan sonrası malûm, 14 Mayıs 1950 seçimleri…
Yaşasın Demokrat Parti, çok yaşasın demokrasi!
Ha de bre efeler, memleket sizden hizmet bekler(!)

Evet, bugün 20 Mayıs…
Tarihsel gezintimin sonuçlarını aktarayım…
Dün eski tanıdığımın yanındaydım, sıradan ziyaret.
Kendisi Tahtakale’de yılların esnafı; şirketinin etli butlu ticari hacmi var.
Gözümüz yok, allah daha çok versin.
Sohbet falan derken söz dönüp dolaşıp memleket meselelerine geldi…
Sordum: “İktidarcı mısın, Paralelci mi?”
“İkisi de değilim, cemaatçiyim” demez mi?
Şaşırdım kaldım, lâfı uzatmadan ilâve etti…
“Süleymancıyım”
Anlattı; şeyhlerinin faziletlerini, örgütlenme modellerini, sahip oldukları
okulları, yurtları, kursları vs.
Nihai hedeflerini de sır verircesine ifşaa etti…
O nedenledir ki şer-i düzen arzularını burada yazmayayım…
Ne de olsa yerin kulağı var!
Esselamünaleyküm eşliğinde hayırlı günler temennisiyle yanından ayrıldım.

Şimdi gelelim sadede…
Canımızı, ciğerimizi derinden yakan maden faciasına…
Farkında mısınız, Soma hac sezonundaki Mekke’ye döndü.
Mademki istatistik çalışmaları sonuçlandı (301 ölü), (20-25 gözaltı)…
Henüz istifa yok, elbette hükümetten…
Ne gülüyorsunuz, Yürütme’den istifa olmaz mı?
Bence olur, enerjik sakallıyla sosyal güvenlikçi gider…
Belki başbakan…
“Daha neler” dediğinizi duyar gibiyim…
Haklısınız, burası ne Kore ne Japonya ne de Almanya…
Olsa olsa Uganda muadili…
Lideri de İdi Amin’in izinde…
Tanrı sonumuzu hayır etsin!

Ne diyordum, Soma oldu Kâbe…
Hacı, hoca, diyanet, cemaat, tarikat, tekke, zaviye alayı orda…
Yurtiçi, yurtdışı toplanan paralar havada uçuşuyor…
Açılan hesapların haddi hesabı yok…
Bilirsiniz, halkımız yufka yürekli merhametlidir…
Eeee?
Bosna geliyor aklıma, kampanyaları hatırlıyorum…
Bir de Erbasan hoca, Mercimek gerdanlı kasa…
Talebeleri de er doğan recep…

Hani diyorum ki, “Soma olur mu Bosna?”
Tövbe, tövbe…
Lütfen bir cevap, ayrıca bu din kardeşinizi malûmat sahibi yapmak sevap!


Not: Sevgili CHP, bak neler yapmışsın vakti zamanında.
Kusura kalma ama senin günahların benden fazla!

19 Mayıs 2014

Sessiz yalnızlık!

.
Duruşun belli olsun arkadaş.
Lütfen kıvırtma.
Çık ortaya…
Babalar gibi “seviyorum” de.
Kim karışabilir ki…
Alt üstü sahip olduğun bir oy…
Onu da tepe tepe kullan.


Ayrıca Tayyip’i sevmek suç değil.
Belki körleşme belki çıkar…
Her neyse.
Anlıyorum bencilsin…
Yoksul halkını dert etmiyorsun..
Yine de 301 rakamının altını çiz.
Düşün üzerinde derin derin…
Dikkat et, 301 kurban…
Kömüre feda edilen can…
Farkında mısın?

Maden ocağında…
Kömür karası alın terine karışır.
Dans eder ölüm…
Artık insanî değerler yoktur…
Hırs, ihtiras, kâr…
Zil takıp oynar.
İşçi hüzünlü ve korkak…
Yüreğinde tanrısı!
Patron mutlu ve alçak…
Elinde banka cüzdanı!

Şerefsiz bir ilişkidir bu…
Emekçi masum, işveren hain…
Kader bu ya…
İkisi buluşmuştur yerin altında…
Birinin bedeni, diğerinin istikbâli…
Cennettir patronun dünyası…
Toprağın altıysa zor ve çetin…
Üretim yapmak eziyetli…
Tehlike çok, ölüm kokar maden.

Gecikir mi kaza…
Adı: Kaza, aslında ihmal, ilkellik, vahşet…
Başlıyor katliam…
Güvenlik için esirgenen paralar kan olarak fışkırıyor...
Yangın var yangın…
Maden ocağı cehennem…
Genç bedenler alevlere karışıyor.

Bir ses duyuluyor ocaktan…
Dua sesi…
Yardımdan umudu kesenler tanrıya yalvarıyor…
“Kurtar bizi!”…
Ve sonra ölüm kokan sessizlik…

Evet arkadaş…
Duruşun belli olsun.
Patronlardan, Tayyip’ten yana mısın?
Yoksa emekten, insanlık onurundan mı…
Yalvarırım karar ver…
Eğer tercihin işveren-devletten yanaysa…
N’olur uzaklaş, git, defol, kahrol…
Beni acımla, çaresizliğimle, yalnızlığımla baş başa bırak!

Macit CÜNÜNOĞLU


.
Macit CÜNÜNOĞLU
19/05/2014 07:17

Şimdi mevlit zamanı!

A+
A-
Binlerce insanımızı yitirdiğimiz Marmara Depreminden gerekli dersleri
çıkartamadık ki, Soma faciasından çıkartalım!
Çok değil, daha on beş yıl önce Türkiye’nin kalbi sarsıldı…
Günlerden 17 Ağustos, şiddeti: 7.4
Deprem Avcılar’dan Çınarcık’a, Gölcük’ten Adapazarı’na yıktı geçti.
Yirminci yüzyılın finalinde korkunç bir felaketti…
Ekonomik krizle boğuşan ülkemiz Apo’nun yakalanma heyecanını yaşıyordu,
ancak sevinci kursağında kaldı!
45 saniye içinde binalar yıkıldı, hayat alt üst oldu.
Ve günlerce, haftalarca süren mucizevi kurtarma operasyonları…
İnsanı derinden sarsan ağır sahneler…
On beş yılda verilen terör kurbanlarını aşan kayıplar…
Yüzde 99 nokta 9’u Müslüman ülkemizde insanlar hep birlikte yakarıyordu:
“Tanrım bizlere bir daha böyle acı yaşatma.”

Tanrı halkın samimi dualarını aldı, kabul etti…
Lâkin zalim doğa bildiğini okudu!
Tarih 12 Kasım 1999
Yine deprem, şiddeti: 7.2
Bu kez Düzce
Ölü sayısı: 845

Ve böylece felaketler sürüp gitti…
Seller, heyelanlar, tekrar tekrar depremler…
Kelebek gibi ölüyordu canlar.
Geri durmadı kazalar; karada, havada, denizde…
Coştu yangınlar; ormanlara, fabrikalara, işyerlerine, evlere saldırdı…
Ateş düştüğü yeri yaktı, hepsinde hayatlar söndü.

Toprağın altı da boş durmadı, on binler kömür peşinde…
Maden kazaları rutin, kelle koltukta can pazarı…
Verilense ekmek kavgası.
Ocakların girişinde “Bismillahirrahmanirahim”
Ah canlarım bir bilseniz, ölmek için ne bedeller ödediniz?
Hâlbuki doymaz patronlar, korumaz devlet…
İş güvenliği göstermelik senaryo…
Daha doğrusu kirli oyun…
Sahneye koyan kara vicdanlılar çetesi…
Bundan böyle alın teriniz gözyaşımız, onurunuz insanlığımızdır.

Yalnız ülkemizde yaşanan onca acının hiçbiri sürpriz değil...
Çünkü yoksul halk kitleleri plânlı ekonominin plânsız kurbanlarıdır.
Felaketin nerden geleceği belli olmaz…
Her an her yerde…
Çünkü burası garabetler diyarı Türkiye’dir.

Hatırlarsınız, 3 Kasım 2002’de bir sarsıntı daha yaşamıştık…
Ülkenin girdiği kaostan AKP çıkmıştı…
Mutluydu yüzde 34, toplumun üçte biri…
Ve asıl kavga o zaman başladı, zaman ilerledikçe derinleşti çelişkiler…
Esas oğlan zordaydı, elinden tuttu Baykal…
Düştüğü karanlık kuyudan çıkarttı!
Artık kim tutar geleceği, ülkenin egemenidir Kasımpaşalı beylerbeyi…
Bir soyundu pir soyundu…
Demokrasiymiş, cumhuriyetmiş, insan haklarıymış hak getire…
Tanrı gördü ilerlemeyi, “yürü kulum” dedi!

Utandırmadı…
Gemi oldu aktı denizlere, uçak oldu karıştı gökyüzüne…
Biat eden müritleri her geçen gün arttı, dayandı yüzde 50’ye…
İşte ne olduysa ondan sonra oldu…
31 pare top atışı eşliğinde sultanlığını ilân etti!

Sonuç itibariyle plânsız ülkede plânlı ölüyor emekçiler…
Sultanın karanlık gölgesi yetmiyor kurtuluşa…
“Zincirlerimizden başka kaybedecek bir şeyimiz yok” kavramı tarihte kaldı…
Şimdi mevlit zamanı…
Öyleyse hep birlikte, hep bir ağızdan:
“Padişahım çok yaşa!”, “Ölenlerin ruhuna Fatiha!”

18 Mayıs 2014

Bir bahar sabahı...

026
.




Bugün Pazar, güneşli bir İstanbul sabahı.
Masmavi gökyüzü, hafif serinlik insanı ürpertiyor.
Bahar tüm güzellikleriyle içimizde…
Doğa uyanmış, gülümsüyor çiçekler…
Kuşlar bile bir başka ötüyor…
Davet ediyor denizlere…
Gönüller yorgun, yürekler yaralı…
Söz dinlemiyor bahar…...
En derinden hayatı sarmalıyor…
Sımsıcak, bırakmamacasına…
Bahar geldi İstanbul’a.

Nazım’ın ceviz ağacı coşmuş Gülhane’de…
Şiirler saçıyor gölgesine.
Orhan Veli İstanbul’u dinliyor…
Kanat çırpıyor Yelkovan kuşları.
Aşiyan'da Fikret…
Eteklerinde saltanatın kalemi Yahya…
Yanı başında huzursuz huzurlu Tanpınar…
Az aşağıda aşkın ölümsüz tanığı Atilla.

Yeşilçam geçmişte kalan bir rüya…
Onurlu sefaletin senaryoları elde…
Orhan Kemal yine işsiz, yine ekmek parası peşinde…
En yakın dostu Otyam…
İnadına üretiyor, sergiler açıyor doya doya…
Akdeniz’den selâm gönderiyor çılgın İstanbul’a.

Ada vapurları Melih Cevdet’e nazire yaparcasına sessiz…
Tadı yok yolcuların…
Gözler Sait Faik’i arıyor Burgaz’da…
Komşusu Hüseyin Rahmi her zamanki gibi hüzünlü…
Şarkı dinliyor Yesari Asım’dan…
Heybeli’de mehtap yalnız…
Lüle saçlı sarışın hayâl artık…
Sonsuzluğa göç edeli asırlar olmuş.

Yıllara rağmen hafızalar yaşıyor.
Resmî geçit yapıyor dostlar birer birer…
Martıların çığlığı eşliğinde.
Ahmet Rasim köşe başında, çilingir sofrası önünde…
Bab-ı âli yokuşunu tırmanıyor Aziz usta.
Sen çok yaşa Mehmet Kemal..
Sayende insan öğlen rakılarını özlüyor.

Şemsi Paşa neşeli bugün…
Sahilinde eski yüzler…
Kimler mi?
Biz, bizler…
Yetmez mi?
Gözlerim, ellerim, yarınlarım kömür karası…
Teslim olmuşum Güzel Marmara’ya…
Boğaz’daki saraylara haykırıyorum;
“Sultan sultan, çık dışarı oynayalım!”
Duyuyor İstanbul, başı öne eğik, mahcup…
Utanıyor böyle bir alçağı bağrından çıkarttığı için…
Utanıyor Kasımpaşalısından, delikanlısından…
Sınıfına ihanet eden adi bir insan müsveddesi yarattığı için!

Macit CÜNÜNOĞLU

www.gazetemarjinal.com







Macit CÜNÜNOĞLU
18/05/2014 07:15

Kol Saati!

A+
A-

Soma faciasını hükümet 301’e bağladı.
Yerin derinliklerinde başka kurbanlar var mıdır yok mudur,
orasını allah bilir…
Zaten her işimiz allahlık değil mi?
Final konuşmasını Enerji Bakanı yaptı…
Sakalına kurban olduğum mübarek…
Arif olana diyor ki, “şeffaflık en büyük sermayemizdir!”

Bu mudur bu!
İşte bu yüzden AKP’yi seviyorum.
Hem de öylesine ki, birileri dedikodu yapıp çamur atsa da yılmıyorlar,
adamlar sapına kadar şeffaf, böyle parti sevilmez mi?
Ayrıca ne çabuk unuttuk 17 Aralık depremini…
Paralel münafıkların neden olduğu…
Nasıl da dik durdular, nasıl da savunma hattı kurdular?
Bir tek Bayraktar yamuk yaptı…
Anında muhalefetin başı atlayıp delikanlılık mertebesine yükseltti…
Ama nafile…
Yer mi kaşarlanmış kadrolar…
Derhal toplandılar, şeffaf biçimde Bayraktar’ı hizaya sokup parti bayrağını
eline tutuşturdular!

O nedenledir ki şeffaflık mühim mesele…
Bir de iktidarsanız, tek dayanak noktanız, tek güvenceniz.
Yolsuzluklarla ilgili fezlekelerde n’oldu?
Düşmanların dediği gibi halının altına mı süpürüldü?
Asla ve tasla!
Derhal şeffaflık devreye girdi, kol saati masaya yatırıldı…
Parlamentoda konuşuldu, tartışıldı…
İlgili bakanlar kendilerini aslanlar gibi savundu…
Sonuç?
Malûmunuz komisyon, hayırlı işler şeffaf Türkiye!

Aynı metot Uludere vakasında da uygulanmıştı…
Hoş, orası Soma değil…
Açık işletme, sınır boylarındaki yasal ticaret…
Katırlar başrolde, yükler mazot…
Taşıyıcılar 14-15 yaşında çocuklar.
Fidanın kontrolündeki istihbarat sağlam…
Karşılama niyetine yağmur olup bombalar yağıyor…
Kesin sonuç, mevta sayısı 34…
Operasyon baştan sona şeffaf!

Yalnız İstiklal Mahkemeleri, Dersim netameli…
Zaten onlar Gazi’nin marifeti!
Varlık Kanunu da şaibeli, o da Millî Şef’in tezgâhı…
Zaten bu başlıklar polemiklerde sık sık kullanılan elastiki mevzular!
Ya 6-7 Eylül?
Sehven olmuştur, Menderesimiz iş başındadır…
Sebep olanların allah belasını versin, o kadar!

Ah bu hükümet yok mu?
Valla yatacak yeri yok…
Ayrıca hasta ediyor insanı…
Bir de “şeffaflık” demez mi…
Pes doğrusu!

Neyse ki yitirilen 301 madencinin elektrik, su, banka borcunu silmişler…
Ayrıca çoluk çocuklarına maaş bağlanacakmış…
Canlarım benim…
Demek ki gidenler kalanları merak etmeyip gözleri kapalı göçtüler.
Helâl olsun iktidara, dirinin değil ölünün kıymetini biliyor…
Hani derler ya “öl ki ölem”
İşte öldüler!
Ve millî iradenin biricik temsilcisi kesenin ağzını açtı…
Dağıtıyor cennetlikler için…
Kara vicdanlarını aklıyorlar, üç kuruşluk kömürle yoğrulmuş oy uğruna…
Yerseniz!

İşin tuhafı bu toplum yiyor, en azından yüzde ellisi…
Bunca yıldır siyasetle ilgilenirim (aklım yettiğince)…
Adamın taktikleri ne sosyolojide ne psikolojide var.
Analiz yapmak da mümkün değil…
Yeryüzünün prototip örneği…
Fakir, fukarayı ezip geçiyor…
İş sandığa gelince, lânet olmasın (ben paralelci değilim, beddua bilmem)…
Karşımıza çıkıyor kol saati, en fiyakalısından!