bir şair vardı, öğretmen

30 Nisan 2020

Kutlu olsun emeğin bayramı, yaşasın 1 MAYIS



1 Mayıs 1978-Taksim
Ben, rahmetli karım Onur, kardeşlerim
Fatoş ile rahmetli ağabeyim Adnan.





















Her 1 Mayıs geldiğinde heyecanlanırım.

İçime gençlik ateşi düşer, katıldığım bayram günlerini hatırlarım.
Günün erken saatlerinde başlayan telaş, Taksim meydanına kadar sürer.
Artık on binler arasındayım.
Yanımda dostlarım, kardeşlerim.
Her taraf DİSK, her taraf kızıl bayrak.
Yükselen sesimiz tüm ülkeye yayılıyor.
Ne güzel mutluluk.
Sanki yarın devrim olup, ileri demokratik düzen kurulacak.
Ülkede rüzgârlar kuzeyden esiyor.
Yıl: 1976, herkes neşe içinde.
İşçi sınıfı marşları, türküleri söyleyip halaylar çekiyoruz.
Âdeta cennetteyiz, coşkumuz tavan yapmış, kadınlı erkekli
gülüp eğleniyoruz.
Kürsüde birileri konuşuyor ama ne söylediği umurumuzda değil.
Sadece o anı yaşıyoruz, devrim arifesinin sıcak duygularını.
Zaman çok çabuk geçiyor, akşam oluyor ve ant içip dağılıyoruz.

Bir yıl çabuk geçiyor.
Kavga bütün hızıyla devam ediyor.
Sokak cinayetleri artmış, aydın kıyımı yürekleri dağlıyor.
Yine Taksim’deyiz.
Bu kez yıl: 1977…
Daha örgütlüyüz, daha güçlüyüz.
Sesimiz gür çıkıyor…
Ama kurşunlar, sirenler, panzerler, provokasyonlar kalbimizin orta yerinden vuruyor.
Geride yitirilen 34 can ve adı “Kanlı 1 Mayıs”a çıkan tarih sahnesi.
Yılmıyoruz, hiçbir kuvvet durduramaz bizi, bu kez 78’e hazırlanıyoruz.
Son kez Taksim’deyiz.
Artık DİSK parlamentoyu dahi etki alanına alan öncü güç.
Bu defa TKP bayrağını meydana dikip, güneşli günleri selâmlıyoruz.
Ulusal Demokratik Cephe (UDC) kurulmuş, iktidara yürüyoruz.
Ve yasaklar yasaklar.
Yıl: 79, 12 Eylül felâketi çok yakın.
1 Mayıs’a izin yok.
Öyleyse ver elini İzmir, Cumhuriyet meydanı.
Sol paramparça.
Maden-İş, Bank-Sen, Baysen-İş öncülüğünde yandaş demokratik kitle örgütleri.
Yine on binleriz.
İstanbul’da sokağa çıkma yasağı var.

Bugün 1 Mayıs, virüs nedeniyle yine ev hapsindeyiz.
Kaderin cilvesi, sabah erkenden kalktım, Google’dan işçi sınıfı marşlarını açtım…
Yüreğim yine kıpır kıpır, sanki yirmili yaşlardayım.
Elimde emekçilerin kanıyla sulanmış kızıl bayrak, balkondayım…
Bayrağımı salladım salladım durdum…
“1 Mayıs, 1 Mayıs…” şarkısını mırıldanarak…
Ne duyan oldu ne gören…
İçeriden hanım seslendi; “ gir be içeri adam, yoksa sen rüyada mısın?”  

Macit CÜNÜNOĞLU


Maskesiz hayatlar umuduyla



Yukarıdaki tabloyu görüldüğü gibi CHP Amasya İl Başkanlığı’nın
Facebook sayfasından kopyalayıp bloğuma taşıdım.
Ana muhalefet partisi soruyor: “Para nerde?
Evet, yerinde ve doğru soru.
Ya cevaplayacak adres, yani iktidar, yani AKP’liler ve lideri.
Ne dersiniz, onlardan ses çıkar mı?
Yoksa bu soruyu soran partiye vatan hainliğine kadar uzanan
ağır suçlamalar mı yöneltirler?
İşte ülkemizin temel problemi.
Çünkü hiçbir zaman şeffaf yönetilemedik.
Devletimizin başta maliye olmak üzere işleri daima gizli olmuştur.
Ama askeriye dahil her alanda!
Rakamlar üzerinde durmayacağım, tabloyu inceleyen her arkadaşım
ülkemizin hızla felâkete sürüklendiğinin farkına varacaktır.
İşte Batı bunun için Reisimizi kıskanıyor(!)
Bakıyorlar tabloya, vaziyet fecaat.
Gidişata bakıyorlar, 5 maskeye muhtaç Türkiye uçurumun eşiğinde…
Doğal olarak bu şartlarda nasıl oluyor da TEK ADAM iktidarı sürebiliyor?
Veya parlamento sus pus, en zor zamanlarda 45 günlük tatil ilân edebiliyor?
Tüm bu gerçekler normal bir ülkede görülecek manzaralar değil.
Ancak bizim gibi demokrasi maskesi takmış, adalet hukuk laiklik rafa kalkmış,
adı var kendi yok cumhuriyet düzenlerinde olur.
Ve ondan sonra ortaya çıkan popülist politikacılar aynaya bakarak konuşurlar;
“Ayna ayna, söyle bakayım, bu dünyada benden büyüğü var mı?”
Bir alkış bir alkış ki, sormayın gitsin.

İnanın çok yakında ülkemiz iflas bayrağını çekecek.
Felâket tellallığı yaptığımı zannetmeyin.
Bu kadar alavereyi, bu kadar gizliliği bu topraklar kaldıramaz.
En basitinden Üsküdarlı bir AKP’linin kaçak inşaatını deşifre ettiği
için CHP İstanbul İl Başkanı C. Kaftancıoğlu kızımızın başına
gelmeyen kalmadı.
En son Akşam gazetesinde Ahmet Kekeç adlı bir köşe yazarını okudum…
Adam resmen “bu kadın niye dışarda?” diye hesap soruyor ve hız kesmeyip
savcılara çağrıda bulunuyor; “derhal terör suçundan yargılayın”.
Tabii emir büyük yerden, derhal ifadeye çağrılıyor.
Gördünüz mü canım Türkiyemin düştüğü hâlleri?
Ayrıca Saraylı zat-ı muhteremin koltuk kaybetme korkusu tavan yapmış durumda.
Dengesi bozuldu, dilinin ayarları kalmadı.
Kim karşı çıkarsa ezip geçiyor.
Ancak nereye kadar?

Evet, bir kez daha tekrarlıyorum.
Bu hasta ne yerse yesin ölür, ayrıca korkunun ecele faydası yok.
RTE’nin ve Bahçeli’nin tarihin çöplüğüne gitmesi yakındır.
Geride nasıl bir manzara bırakacaklar, orası meçhul.
Ama garip halkımız bunun da çaresini bulur diye düşünüyorum…
Sonuçta umut fakirin ekmeği, ye Memed ye!

Macit CÜNÜNOĞLU

28 Nisan 2020

Elbette tarafım!















Ruanda’da 1994 yılında çıkan çatışmada yüz gün içinde 800 bin Tutsi
Huttular tarafından öldürülmüştü.
Haber gazetelerin ancak üçüncü sayfasında yer bulmuştu.
Tesadüf bu ya, aynı günlerde ABD başkanı Bush’un köpeği de ölmüş,
sürmanşetlerden verilmişti!
Yine gezegenimizde bir yılda 1 milyon 200 bin insan susuzluktan ölüyor.
Ve 7 milyon insan da zehirli gazlardan.
Gerçekten garip bir çağda yaşıyoruz.
Şimdi Corona vakalarını ve kayıplarını an be an izliyoruz.
Tabii binlerce yorumla birlikte.
Başta siyasiler konuşuyor, sonra bilim insanları.
Otoritenin kim olduğu belirsiz.
Kim kime tabi, o da meçhul.
Ama siyaset ve siyasi gelecek liderlerin temel endişesi.
Kimse yıkımın altında kalmak istemiyor.
Daha doğrusu ortada fatura kesilecek adres yok.
Normaldir, işgal ettikleri koltuklar o kadar değerli ki, kimsenin
kaybetmeye niyeti yok.
En son soylu(!) bir bakanımız makamını terk etmeye kalktı,
anında yapılan müdahaleyle yerine oturtuldu.
Öyle ya, dost var düşman var.
Ayrıca gereksiz yere kriz çıkartmanın ne lüzumu var.
Ya paralel yapılar kullanırsa.
Zaten kendilerinden olmayan düşman.
Yemişim virüsü, “söz konusu iktidarsa gerisi teferruattır!”
Nokta! (Büyük Patron)

Aslında insanlık ciddi anlamda bir yerlere doğru sürükleniyor.
Elbette güneşli günlere falan değil.
Yaşanılan felâketin bilançosu ağır olacak…
Ancak bedelini kim ödeyecek?
Virüs nedeniyle hayatını kaybedenlerin istatistiklerine bakıyorum,
emekçiler çoğunlukta.
Herkes Fatih Terim değil ki paçayı kurtarsın.
Sanmayın ki ayırımcılık yapıyorum, ancak tarafım…
Doğrudur, herkes insan, herkes can taşıyor.
Lâkin 1 Mayıs arifesinde iş cinayetlerini düşünmeden duramıyorum…
Soma’yı, maden işçilerini, tersane işçilerini, inşaat işçilerini unutamıyorum.
Kahrolsun böyle düzene, böyle yaşamaktansa isyancıların yanında saf tutmayı
tercih ederim ama ortalıkta örgütlü isyancı da yok!
Kala kala ana muhalefet kalıyor ki, zaten elim kırık, onlardan da umudum yok.
Ne hazin durum, ne zordur çaresizlik...
Hele hele de Saraylı muhterem ile Payandazadeler’den Bahçeli'nin
iktidarına katlanmak?

Ey tanrım, nedir günahımız?
Meydanlara çıkıp haykıramıyoruz, çünkü yaştan kaybediyoruz, yasaklıyız.
1 Mayıs geldi çattı, vazgeçtik Taksim’den Kadıköy'e dahi inemiyoruz.
Vallahi Selimiye Kışlası’nda yattığım günleri özledim.
Tamam, hücrem deniz manzaralı değildi ama martıların sesini duyabiliyordum.
Ah özgürlük, ne yaman duyguymuşsun sen!
Desenize ya; Nazım ne yapsın?
CHP iktidarında mahpus damlarında çürütülen şairimiz.
Dile kolay, tamı tamına 13 (on üç) yıl.
Evet, O memleket hasretiyle öldü…
Biz de demokrasi, özgürlük hasretiyle öleceğiz.
Öyleyse hepimizin ruhuna Fatiha.
Âmin!

Macit CÜNÜNOĞLU

Esaretin hasretleri

Torunum Su












Dünkü yazımda evde kalmanın çok da sıkıcı bir şey olmadığını belirtmiştim.
İyi kötü oyalanacak bir şeyler buluyoruz.
Tabii el becerisi olanlar daha şanslı.
Örneğin resim yapma yeteneği olanlar, zaten ressamları
oldu bitti kıskanmışımdır!
Ne güzel uğraş, doğanın onlara bahşettiği en güzel armağan.
Aynı şekilde ağaç işleriyle uğraşanlar, veya seramik sanatçıları.
Ellerine aldıkları malzemeye âdeta can veriyorlar.
Özellikle zorunlu ev hapsi günlerinde güzel uğraşlar.
Ne yazık ki bende yok.
Elimden sadece okumak geliyor, bir de müzik dinlemek.
Ama her türden, ve imdadıma Radyo Voyage yetişiyor.
Dünyanın dört bir tarafından ezgileri bulup bizlere ulaştırıyor.
Ancak dün akşam alıştığım rutin değişti, iki kızını yanına alan
kızım Sıla geldi.
Aman ne mutluluk, ne heyecan.
Hasret duygusu yasak falan dinlemiyor.
Sarıldık öpüştük koklaştık.
Dedelerini nasıl da özlemişler.
Oysa her Çarşamba ziyaretime geliyorlardı, dünkü ekstradan oldu.
Şimdi evlat hasreti çeken dostlarımı çok daha iyi anlıyorum.
Telefonmuş, görüntülü aramaymış, inanın kesmiyor.
Hiçbir teknolojik destek de göz göze gelmenin, o sıcaklığı hissetmenin
yerini tutmuyor.
Afacan torunlarım kucağımdan inmediler.
Bir de çene, ne sohbet ne sohbet.

Demek ki Corona denilen bu bela insanları eve tıkmakla kalmamış,
ciddi hasretlerin doğmasına da sebep olmuş.
Dün eşimin eniştesi (teyzesinin kocası) sessiz sedasız toprağa verildi.
Adam virüsten değil, yaşlılıktan öldü.
Ama yasaklar cenaze töreni için de geçerli.
Cemaat falan yok, sadece birinci derece yakınları katılabildi.
Dolayısıyla sessiz sedasız bu dünyayı terk-i diyar etti.
Nurlar içinde yatsın, ancak bu dönemde hasta olmakta, ölmekte ciddi
anlamda sıkıntılı.
Eğer elinizdeyse doğru zamanı seçmekte fayda var, bilhassa Azrail’le olan
ilişkilerinize son derece dikkat edin, asla randevulaşmayın.
Yoksa olan size değil, yakınlarınıza oluyor.
Zaten mahpusluğun en büyük çilesini yatan değil de, dışarıdaki canları çeker.
Tecrübeyle sabittir efendim.
Evet, Cuma günü bayram, 1 Mayıs, en büyük bayram.
Örgütler programlarını açıklamış, en az bir tanesine katılmam lâzım,
ama nasıl?
65 yaş üstüyüm, çıkarsam 3150 TL ceza…
Bir de itiraz edersem, ki naturamızda var…
Yaşıma başıma bakmadan kodes atarlar mı dersiniz?
Niçin olmasın, zaten padişahlık düzeninde yaşıyoruz.
Artık bu ülkede hak-hukuk rastgele…
Sadece Tek Adam’ın borusu ötüyor…
İşte kapı, işte sapı…
Bundan sonrasını sen düşün Cününoğlu!

M.C.

27 Nisan 2020

"Evde Kal"... Kal da...










Corona adlı virüs bizleri evlere hapis etti.
Yaş da yetmiş olunca otomatikman yasaklı duruma düştük.
Aslında evde oturmaktan da aşırı şikâyetçi değilim.
Bol bol kitaplarımla buluşma fırsatı buldum.
Bu aralar İsrailli yazar Harari’nin Sapiens adlı eserini okuyorum.
Keskin zekâsıyla çağımıza ışık tutanların başında geliyor.
Fakat sevgili Orhan Veli’yi de ihmal etmiyorum.
Favori şairim, rakı şişesinde balık olmasaydı kim bilir
daha ne kadar yaşardı?
Tam da benim doğduğum yılda ölmüş, 36 yaşında.
Ne kadar acı!
Yazdıkları yalnızca şiir değil, âdeta şarkı gibi yüreğimize işliyor..
Gerçek bir halk edebiyatçısı.
Basit satırlarla okurlarıyla buluşan şairlere her zaman
hayran kalmışımdır.
Nazım’ı da Nazım yapan bu özelliği değil midir?
Nemleketimden İnsan Manzaraları’yla geniş halk kitlelerine ulaşmıştır.
Ya Kuvayi Milliye Destanı, bir başyapıttır.

Geçenlerde bir dostum göndermiş, zorunlu mahkûmiyette izlenecek
en iyi hapishane filmleri.
İşte Corona günlerinin yarattığı fırsatlardan biri daha.
Her ne kadar demir parmaklıklar bana yabancı gelmese de,
ustaca çekilmiş senaryolar.
Meraklısı arkadaşlarım söz konusu filmleri “Kitap Eki”
web sayfasında bulabilir.

Evet, küresel kapitalizmin bir virüs sayesinde kara delikleri ortaya çıktı.
Şimdiden insan kayıpları yüz binlerle ifade ediliyor.
İnsanlık dört gözle bulunacak tedavi yöntemlerini bekliyor.
Trump dangalağı da saçmaladıkça saçmalıyor.
Ancak benim en çok şaşırdığım konularda biri de, Avrupa’nın
gelişkin ülkelerinin düştüğü durumlar.
Örneğin Belçika, 11 milyon 400 bin nüfusuyla İstanbul’dan küçük.
Dün itibariyle ölü sayısı 13 bin 964.
Vah vah!
Bu ve buna benzer ülkeler zenginlik bakımından dünyanın ilk
sıralarında yer alıyordu.
Ancak Covit-19 saldırılarında eşit davranıyor.
Ne zengin tanıyor, ne fakir.
Mağrur İngiltere’yi bile dize getirdi.
Tabii bir de sevindirici gözlemlerim var.
Örneğin Hindistan veya Afrika…
Sanki tanrının himayesi altındalar!
Buna da şükür, ya oralarda da yaygınlaşsaydı insanlığın en büyük
soykırımıyla karşılaşacaktık.
İşte böyle dostlar, şimdilik ev sohbetimizi burada noktalayalım.
Yarın başka konularda buluşmak umuduyla.

Macit CÜNÜNOĞLU

26 Nisan 2020

Manastır'ın Gülleri

Mutluluğun resmi














1955 yılında Manastır’dan göç eden bir aile.
Anam da Usturumcalı, hemşeri sayılırız.
Ancak annem 1912 doğumlu, Emin usta ile Saibe hanım
İkinci Dünya Savaşı çocukları.
Hayat işte, polen misâli herkesi bir yerlere savuruyor.
Emin ustanın vefat haberini bu sabah aldım, derinden üzüldüm.
Canım benim, 26 gündür hastane köşelerinde yalnız başına kalakalmıştı.
Sağlık Bakanlığı’nın aldığı kararlar gereği, bırakınız eşini,
çoluk çocuğuyla dahi görüştürülmüyordu.
Demek ki yalnız ölüm kaderin de varmış.
Veya Corona günlerinin olağanüstü durumları, bizimkiler de oldu bitti
yasakları sever, evlatlarına son günlerinde göstermediler.

Emin usta ve değerli eşiyle en son bayramda görüşmüştük.
Çok tatlı insanlar.
Mesleği sakatatçı, sohbetinde meyhane anılarını aktardı.
Ne de olsa ciğerci ustası, Samatya’da yetişmiş.
Balığı da bilir, mezeyi de.
Anılarına öylesine keyifli anlatıyordu ki, eski İstanbul insanın
gözünde âdeta resmi geçit yapıyordu.
Ermeni dostlarıyla, Rum meyhanecileriyle geçen hatıralar…
Dibine kadar yaşanmış dolu dolu hayatlar.
Ne güzel, üç çocuğu ve torunları var.
Hatta torununun çocuğunu görmüş ender insanlardan.
Onca genç ölümün yanında seksen bir yıllık ömür…
Herhalde giderken tanrıya üstü kalsın demiştir…
Şairimiz Cemal Süreya gibi.

Rahmetliyle içki masasında buluşamadık ama oğlu Hakan’la o görevi
layıkıyla yerine getiriyoruz.
Tabii Emin ustanın hayat hikâyesi sohbetimizin en zengin malzemesi.
Ne diyelim, nurlar içinde yat ustam, ruhun şad olsun.
Bu ülkeye iyi evlatlar yetiştirdin…
Elbette gözlerindeki ışıltıları hiç eksik olmayan kıymetli eşin yıkıldı ama
torunlarınızın sevgisi umarım senin yokluğunu aratmaz.
Manastırlı ağabeyim benim, hele virüs belası geçsin…
Mezarının başında iki çift lâf ederiz…
Bak neler anlatacağım, doğduğun topraklardan çiçekler getirip
baş ucuna bırakacağım…
Bir de 35’lik, yanında Arnavut ciğeri…
Ne dersin güzel insan?

Macit CÜNÜNOĞLU

Yaşasın 1 Mayıs

Ankara-Selim Sırrı Tarcan Salonu-1978












1Mayıs
yaklaşıyor, emeğin bayramı.
İççi sınıfının yüzyıldan fazla sürdürdüğü gelenek.
Taksim meydanına izin çıkacak mı, çıkmayacak mı sorusu da
şimdiden cevabını buldu.
Corona virüs duruma el koydu, herkes evinde.
Nasıl olacaksa bu yıl online yapılacakmış, heyecanla bekliyorum,
göreceğiz bakalım.
77 kanlıydı, 34 insanımızı yitirmiştik.
78 ise gerçek bir şölene dönüşmüştü.
O tarihlerde saflarında yer aldığım TKP de güneşi görmüştü.
Çünkü illegaldi, faaliyetleri gizliydi.
Ancak DİSK gibi öncü örgütlerde etkiliydi.
Hiç unutmam, 1 Mayıs yaklaşırken DİSK Temsilciler Meclisi
Ankara Selim Sırrı Tarcan Salonu’nda toplanmıştı.
Gündem meydanlarda uyulacak prensipler ve atılacak sloganlar.
Sendikam adına ben de bir konuşma yapmıştım.
Çiçeği burnunda başkan rahmetli Abdullah Baştürk ilk kez
alanlarda boy gösterecekti.
Dikkatli, titiz ve de CHP’liydi.
Ama partim kural dinler mi, hazırlıklarını su yüzüne çıkmak
için yapmıştı.
Ve tarihi gün gelip çattığında da Taksim’i kızıl bayraklarla donatmıştık!
Artık gururluyduk, zulamızda sakladığımız orak-çekiçli parti rozetlerimizi
yakamıza takmıştık.
Çok mutluyduk, devrim günleri yakındı!
Ve 1 Mayıs Marşı’nı yüreğimizde hissediyorduk.
Âdeta emekçi sınıfların ulusal marşı olmuştu, fabrikalarda iş yerlerinde
emeğin sesi her geçen gün yükseliyordu.



"Günlerin bugün getirdiği baskı zulüm ve kandır
Ancak bu böyle gitmez sömürü devam etmez
Yepyeni bir hayat gelir bizde ve her yerde
1 Mayıs 1 Mayıs işçinin emekçinin bayramı
Devrimin şanlı yolunda ilerleyen halkların bayramı
Yepyeni bir güneş doğar dağların doruklarından
Mutlu bir hayat filizlenir kavganın ufuklarından
Yurdumun mutlu günleri mutlak gelen gündedir
1 Mayıs 1 Mayıs işçinin emekçinin bayramı
Devrimin şanlı yolunda ilerleyen halkların bayramı
Ulusların gürleyen sesi yeri göğü sarsıyor
Halkların nasırlı yumruğu balyoz gibi patlıyor
Devrimin şanlı dalgası dünyamızı kaplıyor
Gün gelir gün gelir zorbalar kalmaz gider
Devrimin şanlı yolunda kül gibi savrulur gider."

Rüyalarımızdan uyanmak uzun sürmedi, hayâllerimiz
faşist 12 Eylül darbesiyle yerle bir oldu.
Ve sonrası, ülke tarihimizin gördüğü en kanlı sahneler…
Kapatılan partiler, binlerce tutuklama, idamlar hapisler, işkenceler sürgünler.
Hepsi geride büyük acılar bırakarak gelip geçti.
Bir hafta sonra 1 Mayıs, emeğin bayramı, uluslararası işçi sınıfının
birlik mücadele günü.
İlk kez online katılacağımız dayanışma sınavı, devrimci ruhumuz
balkonlarda hapis…
Yine de haykıracağız 1 Mayıs marşını;

Yepyeni bir güneş doğar, dağların doruklarından,
Mutlu bir hayat filizlenir, kavganın ufuklarından
...

Macit CÜNÜNOĞLU

25 Nisan 2020

Corona günlerinden yazılı düşünceler

Amasya-Mahmatlar Köyü



















Yıl 1968, Amasya’nın Mahmatlar köyünde öğretmenim.
Namık Kitapçı ağabeyimiz kentin hem gazete bayii hem de kitapçısı.
Selağzı’ndaki işyerinin vitrininde üç cilt kitap gördüm.
Adı “Nazi İmparatorluğu”, yazarı Amerikalı gazeteci William L. Shirer
.
Hemen aldım ve köydeki evimde başladım okumaya.
Yakın tarihimizi merak ediyorum.
Özellikle II. Dünya Savaşı’nı.
Üzerinden topu topu 24 yıl geçmiş, benim yaşımdakiler için çok da eski sayılmaz.
Kitabın büyük bölümü belgelere dayanıyor.
Hitler’in doğumuyla başlayıp 45 yılında bitiyor.
Tam bir kaynak eser, ilgilenen için başucu kitabı.
Tabii müthiş bir macera, bir çılgının giriştiği ve dünyayı kana buladığı
akıl almaz projeler.
Neticesinde de ağır bilanço. 50 milyon insan hayatını yitirdi.
Savaşın en büyük yükünü de Sovyetler çekti.
Yirmi milyon vatandaşını kaybederken ülke Nazilerin işgali
sonucu dümdüz oldu.

Ve sonrası malûm, paylaşılan dünya yeniden kuruldu.
Saflar ayrıştı, iki kutuplu hâle geldi.
Savaşa katılmayan ülkemiz kırklı yılların sonlarına doğru
ABD’nin yanında yer aldı.
Çünkü kuzeyden gelen (SSCB) baskılar ve talepler dayanılmaz
boyutlara ulaşmıştı.
Daha sonra DP’nin iktidara gelmesiyle Amerika’yla dostluğumuz
güçlendi, pekişti.
Önce Kore savaşına sürüklendik, sonra NATO üyeliğiyle ödüllendirildik!
Âdeta Batı’nın ileri karakolu konumuna konuşlandırıldık.
Hoş, hâlâ da öyleyiz ya!
Oysa 1991 yılında Sovyetler çöktü, parçalandı.
Komünizm iflas bayrağını çekti.
Gel gör ki ülkemiz eski alışkanlıklarına devam ediyor.
İktidarlar değişiyor, ABD’ye bağımlılıktan asla vazgeçmiyoruz.
Ve hiç gereği yokken Büyük Patron’un yüksek görüşleri doğrultusunda
komşumuz Suriye ile dalaşıp savaşa giriyoruz.
İsrail ile papaz oluyoruz.
Yöneticilerimiz Hamas militanı gibi konuşmaya başlıyorlar.
Tabii bunların bir bedeli var, sınır dışı hareketlerin can kaybının
yanı sıra mali faturası ağır oluyor…
Bir de dört milyon mülteciyi bağrımıza basıyoruz…
Şimdi de üç yüksek enflasyonun, hayat pahalılığının çilesini çekiyoruz.
Yazık, çok yazık!
Hani bilinen ve sıkça sarf edilen bir lâf vardır, “herkes layığıyla yönetilir.”
Gerçekten öyle miyiz, yoksa tarihten dersler çıkartan bir toplum muyuz?
İyimser yanım “asla”, kötümser yanım “maalesef” diyor.
Ve bu duygular içinde başta sözünü ettiğim kitabımı yeniden
okumaya başlıyorum.

Macit CÜNÜNOĞLU

24 Nisan 2020

24 Nisan (..?..)












Geldi çattı ramazan.
Oruç tutanlar için güzel mevsim.
Yazın kavurucu sıcakları yok.
Otuz bir ilde uygulanan yasaklar da insanların büyük bir çoğunluğunu
evde tutmayı başarıyor.
Her ramazan geldiğinde çocukluk anılarıma yolculuk ederim.
Tabii Amasya’ya.
İftar sofralarının kendine özgü sihirli büyüsü, teravih namazlarına gidişler…
Sahura uykulu gözlerle kalkmalar…
Hepsi dinsel kültürün vazgeçilmez ritüelleri.
Kalede çalan bandonun kente kadar ulaşan melodileri…
“Zeytinyağlı yiyemem aman
Basmada fistan giyemem aman…”

Peşinden top atışı, eski evlerin macunsuz camları sarsılırdı.

1950’lerde Amasya’nın nüfusu 15 bin civarındaydı.
Küçük bir Anadolu şehri.
Ama tarihten gelen birikimleri, gelenekleri çok fazla.
Ah Yeşilırmak’ın bir dili olsa da konuşsa.
Binlerce yıldır neler görmüştür neler, hangi uygarlıklara tanık olmuştur.
Karadeniz’le randevusuna giderken kimlerin kanını taşımıştır?
Dışarıdan bakılınca mutlu bir profil çizer, sanki İsviçre kasabası.
Lâkin iç dokusunu merak edince, daha doğrusu röntgenini çekince acılarla
dolu manzaralarla karşılaşırsınız.
Bugün 24 Nisan, n’oldu dersiniz?
Yazın bakalım Google’a, hangi gerçekler dikkatinizi çekecek?

Ah Anadolum ah!
İttihat Terakki’in Alman maşası önderleri…
Birinci Dünya Savaşı’na dahil olurken içte de bir ulusun kökünü kazıdılar.
Ve T.C.’ye en iğrenç mirası bıraktılar.
Yüz yılı aşkın süredir uluslararası en ciddi sıkıntımız Ermeni meselesi.
İster tehcir deyin ister soykırım…
Bir halkın toprağından sökülüp atılıp atılması kadar acı bir şey yoktur.
Özellikle bir Amasyalı olarak.
Geçtiğimiz günlerde hemşerilerimiz Agavni ile Kevork’la konuştum.
Sohbetlerimizin öznesi Amasya.
Aradan yarım yüzyıl geçmiş, unutulmayan asla da unutulmayacak anılar.
Hep beraber ziyaret ettik Ulumama’yı, şimdilerde yerinde yeller esen
Ermeni mezarlığına uğradık, toprağa karanfiller bıraktık.
Gözlerimiz nemli, geçmişi yad ettik.

Evet, geldi çattı ramazan.
Amasya’da sokağa çıkma yasağına lüzum yok.
Top atıldı mı herkes evinde, iftar sofralarının başında.
Toplumsal baskı sonucu olsa gerek, oruç tutmasanız da ortalıkta gözükmemekte
fayda var.
İslâm hoşgörü dinidir derler ya, Yeşilırmak kenarında bir sigara tüttürün hele…
Neyse, esselamınaleykûm, herkese hayırlı ramazanlar.
Allah’ın selameti başınızın üstüne olsun.
Âmin!

Macit CÜNÜNOĞLU

23 Nisan 2020

Yasaklı 23 Nisan!


















Dün televizyon ekranından New-York caddelerini izledim.
Yirmi beş milyonluk metropol bomboş.
Biz de yasaklarla bu görüntüler sağlanıyor, oralarda güya yok.
Ama corona korkusu belli ki yüreklere yerleşmiş.
Eee, normaldir, can tatlı!
Fakat dünya kapitalist sisteminin ne hâllere düştüğünü ibretle izliyorum.
Çıkartılacak o kadar çok dersler var ki.
Hadi İspanyol gribi geçen yüzyılın başlarında elli milyon can almış…
Ya çağımızda?
Çin’den yayılan bir virüs tüm dünyayı titretiyor.
Şimdiden yirmi birinci yüzyıla damgasını vurdu.
Covit-19 adlı yok edici belâ hafızlarımıza silinmemek üzere yerleşti.
Halbuki 18. Yüzyılda Adam Smith adlı bir İngiliz düşünür kapitalizmi
formüle etmişti.
Birey zengin olacak, ve bunlar çoğaldıkça toplum zenginleşecek!
Bu kadar basit.
Ta ki Karl Marx adlı bir Alman Yahudi’si ortaya çıkana kadar.
19. Yüzyıl: İlk itiraz ondan yükseliyor.
Ve meşhur eseri Das Kapital’i yazarak dünyaya sesleniyor…
Önce eşitlik, sonra topyekûn toplumun mutluluğu.
20. Yüzyıldaki uygulamalar fiyaskoyla sonuçlansa da yine de
Marx’ın görüşleri yaşıyor.
Belki çok popüler değil ama insanlık onun dediklerini unutmuyor.
Çünkü küresel kapitalizmin düştüğü sefalet görüldü.
Mars’a yolculuk plânlayan yüksek teknolojiler bir virüs karşısında
çaresiz kalabiliyor!

Ya ülkemiz, bugün 23 Nisan.
Cumhuriyet’le birlikte en anlamlı bayramımız.
Ancak neşeli değiliz, keyfimiz kaçık, gönlümüz kırık.
Halkımızı bu durumlara düşürenler utansın.
Kim bilir kaç ailenin bacası tütmüyordur?
İktidar partisinin lideri CHP’li belediyelere saldırmayı marifet sayıyor.
Önce HDP’lileri sandığa rağmen biçtiler…
Potada CHP’li yerel yönetimler var.
AKP’lilerin gözü kara, ne hukuk tanıyorlar ne adalet.
Âdeta devleti tüm kurumlarıyla teslim almışlar…
Freni boşalmış kamyon gibi ülkeyi bir yerlere sürüklüyorlar!
Karşılarında “DUR” diyecek bir mekanizma kalmadı.
Parlamentonun hâli ortada.
Katille hırsızlar cezaevlerinden salınırken çıkan yasaya sadece
51 CHP’li karşı çıkmış!
Ya gerisi?

Neyse, bugün bayram, ağzımızı bozmayalım.
Ancak tarih bugünleri de unutmayacaktır, Denizlerin
idam oylamasını unutmadığı gibi.
Yine de, her şeye rağmen bayramınız kutlu olsun dostlar…
Aydınlık yarınlar umuduyla.

Macit CÜNÜNOĞLU

22 Nisan 2020

İki dünyam















İyimserlikle kötümserlik arasında gel-gitler yaşıyorum.
Aslında asık suratlı biri değilim, gülümseyerek hayata bakmayı çok severim.
Lâkin ülkemizin hızla uçuruma sürüklenmesi yüreğimi derinden yaralıyor.
Ne de olsa “sol” gelenekten gelmeyim.
Demokrasi inancım sonsuz, özgür, eşitlikçi, adil bir toplumdan yanayım.
Gel gör ki bu arzularımın Türkiye’de karşılığı yok.
Yıllardır fevkâlâde kötü idare ediliyoruz.
Zaten muhafazakâr bir iklimimiz var, dincilik milliyetçilik almış başını gitmiş.
Güzel insan olmak, hakikatin peşinden koşmak kimsenin umurunda değil.
Bir de dünyalı olmak, aman tanrım, ne zor iş.
Çünkü kültür ister, sanat zevki gelişkin olmalıdır, tabii merak duygusu da
daima canlı tutulmalıdır.
Tüm bu özellikler birleşince ortaya iyi insan modeli çıkar ki.
paylaşımcı, çevresine ve ülkesine faydalı…
Bakın bakalım etrafınıza, kaç kişi sayabilirsiniz?
Dolayısıyla bindik bir alamete gidiyoruz kıyamete!
İşsizlik tavan yapmış, ekmek kavgası temel sorun…
Marketlerin tuzu kuru, âdeta her gün yağmalanıyor.
Aç oturulmuyor, ya yoksulların hâli nicedir.
Burası gelişkin bir Avrupa ülkesi değil, bu gidişle de aday bile olamayacak.
İşte bu düşünceler kötümserliğimi besliyor.

Diğer taraftan dünyayı izliyorum.
Küresel kapitalizm ağır yaralar aldı, her derde deva olmadığı açık seçik anlaşıldı.
Sizce insanlık yaşadığı krizlerden ders çıkartır mı?
Veya yapılan içsel yolculukları neticesinde birey kendini sorgulamaya başlar mı?
Bu nokta da iyimserliğim ağır basıyor.
Yetmiş yaşımda olmama rağmen umutlarım tazeleniyor.
Özgüvenim sayesinde de yarınların daha aydınlık olacağını düşünüyorum.
Mesele siyaset değil, olmak veya olmamak meselesi.
RTE şunu dedi, bunu dedi, polemiklerle ilgilenmiyorum.
Günlük politika konusunda resmen beyinsel izolasyon yaşıyorum.
Ruhuma da iyi geliyor.
Bol bol kitap okuyorum.
Siyasi tarihten coğrafyaya kadar, fonda da Brahms’ın  piyano konçertosu çalıyor.
Tabii ev hapsinden sonra sevgili İstanbul’uma hasret kaldım.
Fotoğraf çektiğim günleri o kadar özledim ki, rüyalarıma giriyor.
Evet, günün birinde hayat yeniden normalleşir.
Coronalar gider, Ankara’daki virüslerle baş başa kalırız.
Halis yerli malı!
İçimizden birileri, demokrasiyi sandık zanneden muhteremler!
Çilemize kaldığımız yerden devam ederiz.
Sağlıkla kalın dostlar, gülümsemeniz eksik olmasın.

Macit CÜNÜNOĞLU

21 Nisan 2020

Bir efsane: Foto Ekrem













Ara Güler usta derdi ki, “fotoğraf sanat değildir.”
Ben de aynı görüşteyim, ancak Foto Ekrem’i tanıyana kadar.
Mesleğini doruklara taşıyan yetenek.
Öyle ki, O’nun objektifinden çıkan fotoğraflar âdeta sanat eseri.
İğne uçlu kalemiyle yaptığı rötuşlar hayranlık uyandırıyor.
Hayatın garip cilvesi işte, büyük ustanın yolu Amasya ile kesişiyor.
Kendi adına kurduğu stüdyo ile de kısa zamanda marka yaratıyor.
Ve teknolojinin fevkâlâde yetersiz olduğu o devirlerde gün ışığı ile
çektiği enstantaneler her ailenin duvarlarında gurur belgesi olarak
yerini alıyor.
Tabii altındaki imza: Foto Ekrem
Yalnız mesleğindeki başarıyla, ünlenmesiyle değil klas yaşam biçimiyle de
küçücük kentin en önemli simalarından biri olmayı başarıyor.
Bindiği Amerikan arabaları bugün bile aklımda.
Oysa çocuktum, ama O bir karakterdi, dikkat çeken, iz bırakan.
Ufku geniş, geleceği okuyan, giyim kuşamıyla tipik bir Cumhuriyet aydınıydı.
Tabii Yeşilırmak boyunca 57 model Chevrolet’iyle süzülürken
Amasyalılar O’nu meraklı gözlerle takip ederdi.

Oysa Amasya’da başka fotoğrafçılarda vardı, Foto Mari, Foto Abdullah gibi…
Ama Ekrem beyin işyeri müşterisini randevuyla ağırlayan başka bir dünyaydı.
Karşısında poz verirken bilirdiniz ki kameranın arkasında O var.
Hafif bir gülümsemeyle ve büyük bir ciddiyetle “çekiyorum” derdi.
Üzerinde birinci sınıf kumaştan yapılmış takım elbisesi,
uyumlu kravatı, daima cilalı ayakkabıları.
Çok merak ediyorum, o zarafette giyimine özen gösteren
kaç esnaf vardır Amasya’da?
Evet, Ekrem amcamız böyle bir kimlikti, işine saygı duyan,
geliştiren müstesna değer.
İyi ki aynı çağda yaşadım, iyi ki tanıdım.
Gözlem yapmayı seven benim gibi biri için büyük şans.
Çocukluk idollerim, kahramanlarım arasında Ekrem amcanın ayrı bir yeri vardır…
Dün oğlu Özden ağabeyle görüştüm…
Sımsıcak, samimi iletişim…
Ekrem amcadan derin izler taşıyan evlat, inanın çok mutlu oldum.
Ne diyelim, son söz olarak:
Nurlar içinde yat Ekrem amcam, ruhun şad olsun.

Macit CÜNÜNOĞLU

20 Nisan 2020

Fasulye yedi buçuk lira...

23 Nisan 1963-Amasya


















22 Haziran 1919’da Amasya’dan başladı Kurtuluş Savaşı maceramız.
Kavga bağımsızlık kavgasıdır.
Vatan savunmasıdır, yıkılan bir imparatorluğun küllerinden yeniden doğuştur.
Erzurum, Sivas; nihayetinde Ankara.
Tarih: 23 Nisan 1920, TBMM kuruluyor.
Milli egemenliğin ilk örgütlenmesi, modern toplum olabilme
yolunda atılan ilk adımlar.
Cumhuriyet ve Lozan’a kadar geçen süreç.
Türkiye Cumhuriyeti Mustafa Kemal önderliğinde tarih sahnesindeki
yerini alıyor.
Büyük mutluluk, artık bağımsız bir ülkeyiz.
Ama ülke içi sorun çok.
İsyanlar, itirazlar…
Ve Takrir-i Sükûn Kanunu ile ulus devlet olma yolunda hızlı ilerleyişler…
Fakat ödenen bedeller ağır, bir türlü içteki yangınlar söndürülemiyor.
Ve sota da bekleyen en ciddi muhalefet de 2002 yılının
3 Kasım’ında karşımıza çıkıyor.
Devir Cumhuriyet değerleriyle, kazanımlarıyla hesaplaşma devridir.
Öyle de oluyor.
Ne devlet malı kalıyor, ne millî eğitim.
Sağlık sistemi dahil tüm kurumlar tepeden tırnağa değişiyor.
Hatta TBMM bile Hisseli Harikalar Kumpanyası’na dönüşüyor.
Artık başa dönülmüştür, Saray saltanatı ve Tek Adam düzeni.
Bir nevi padişahlık nizamı, ferman üstüne ferman.
Devletlümüzün “yıkıl karşımdan” dediği kulları(!)
gözünü maphus damlarında açıyor.

Evet, bugün 23 Nisan, neşe doluyor insan!
Hem de nasıl, hapishanelerde çile çeken düşünce suçluları
aklıma geldikçe (zaten hiç çıkmıyor), üstelik 21. Yüzyılda,
mutlu olmanın zor bir sanata dönüştüğünü anlıyorum.
Ne müzik, ne sanat sıkıntılarımın giderilmesine yardımcı olmuyor.
Ve uzanıp gidiyorum eski bayramlara.
Özellikle memleketim Amasya’ya.
Verem Savaş Hastanesi’nin bahçesindeki Atatürk anıtına çelenk koymayla
başlayan törenler, bütün gün sürerdi.
Gösteriler, halaylar, konuşmalar, trampet bando sesleri eşliğinde
tüm kenti kaplardı.
Öğrenciler heyecanlı sevinçli, halk katılımcı coşkuluydu.
Yeşilırmak vadisinden yükselen bayram neşesi yüreklerde hissedilirdi.
Ya şimdi?
23 Nisan bayram değil, çünkü parlamento yok.
İktidarla muhalefet çiftetelli oynuyor.
Ohhh, suyundan da koy!
Çaresiz halkımız seyrediyor, Saray dört köşe…
Biz de sesimizi duyurmaya çalışıyoruz:

“Aman fasulye yedi buçuk lira,
hem kaynasın hem oynasın.
Yandan Halimem yandan...”

Macit CÜNÜNOĞLU

18 Nisan 2020

Yıllar sonra...

Rona bey ve Cimnastik ekibi. Okul bahçesi-1962















Amasya ile zaman tünelinde ilerlemeye devam edelim.
1961 yılında orta okula başladım.
Hastanenin altındaki binada.
ABD ordusunun II. Dünya Savaşı’nda kullandığı barakaları bize vermişler.
Okulun arka bahçesine yerleştirilmiş, sınıfımız orada, şubem I-İ.
Donanımlı öğretmenlerimiz var.
Disiplin esas, ders saatinde sınıflardan çıt çıkmıyor.
Nasıl oldu bilmiyorum, bir gün bahçedeyim, hademe zili çal diye işaret etti.
Bende koca çanı büyük bir zevkle çaldım.
Okul boşaldı, meğersem erken çalmışım, hademe de işaretini inkar etti.
İhale benim üzerime kaldı, doğal olarak müdürün huzurundayım.
Bir sopa bir sopa, Maide abla elinden zor kurtardı.
Yaşım on bir, ilk okuldan sonra ilk dayağımı okul müdürümden yemiştim.
Beden Eğitimi dersimize efsane hoca Mehmet Akkuş geliyor.
Oğlu Feridun da bizim sınıfta.
Öğrencilerin üzerinde öyle bir korku salmış ki, adını duymak bile ürkütüyor.
Orta öğretimin Düriye hocası!
O devirlerde şiddet uygulayan hocaların referansı âdeta attığı dayaklardan geçiyordu!
Maalesef anlayış bu.
Yine de fevkâlâde donanımlı, müşfik hocalarımız da vardı.
Sağlam bir edebiyat, matematik alt yapımız oluştu.
Belki sorgulamaya dayalı merak duygusu tam gelişmedi ama onu da
ileriki hayatım da öğrendim.

Tabii İstanbul’un katkıları çok fazla.
Orası Türkiye değil, alan için üniversite, yeryüzünün en renkli laboratuvarı.
1972 yılında yerleştiğim bu kentin âşığıyım.
Tabii ikinci sıraya Amasya gelir, doğduğum topraklar.
En fazla bir haftalık ziyaretlerle hasret gideririm.
O da bana uzunca süre yeter.
Özellikle dayıoğlum Celal’i kaybettikten sonra artık ayağım da gitmiyor.
Vefatı yüreğimde büyük bir boşluk yarattı.
Çok özlüyorum çoook.
Yaşım ilerledi, üç dört ay sonra yetmişi devireceğim.
Hatırı sayılır bir zaman dilimi.
Hayatımın her döneminde ileriye bakmayı ilke edindim.
Zaten devrimci karakterim böyle öngörüyor.
Ama şimdi, zorunlu ev hapsi sürecinde bol bol gönlümü gezdiriyorum.
Ebemü’de rakı içip, Çakallar’da semaver demliyorum.
Irmak boyunca da volta atıyorum, belki eski dostlara rastlarım diye.

Macit CÜNÜNOĞLU

17 Nisan 2020

İzler, izlenimler

Bir bayram anısı













Amasya
Yıl 1956, Yeşilırmak İlkokulu’na kayıt oldum.
Yaşım altı, sınıf öğretmenim Mecit Payaslı.
Babamın meyhane arkadaşı.
Müdürümüz Şerafettin Erdem, mahalleden komşumuz.
O devirlerde çocuk “eti senin, kemiği benim” felsefesiyle okula teslim edilirdi.
Öğretmenlerin çoğu da bu ilkeyi eksiksiz hayata geçirmekte kusur görmezlerdi.
Tokat, cetvelle dayağın yanında tek ayak üzerinde durma cezası çok insani sayılırdı.
Dolayısıyla şiddete çocuk yaşta alıştık…
Ve sürüp gitti.
Eğitimde, askerlikte, poliste.
Şimdi de var, hele bir de düşünce suçlusu olmaya gör…
Yaz çiz konuş, Devlet Baba tepene biner, artık cezalardan ceza beğen.
Mahpus damları seni bekler.
Canım Türkiyem, insan hakları sıralamasında onun için son sıralardayız ya!
Ama ülkeyi yönetenler hicap duymuyorlar.
Herkese terörist muamelesi çekmek âdeta teamül hâline gelmiş.
Neyse Sebahattin Ali’ye Denizlere kıydıkları gibi aleni cinayetler işlemiyorlar…
Kodese atıp çürümesini bekliyorlar!
Nazım Hikmet örneğin de olduğu gibi.
Evet, bu ülkede yaşamak zor, özellikle duyarlı bir yüreğe sahipseniz...
Tahammül sınırlarınız azalıyor, isyan duygusu bütün benliğinizi kaplıyor.
Yine de hayat sürüp gidiyor…
Acılarla, hüzünlerle, derin yaralarla.

Bu arada sayfamız “Gurbetteki Amasyalılar” aracılığıyla yıllar sonra
Erdal Yardımcı hocamızla buluştum.
Orta okulda Yurttaşlık Bilgisi dersimize girerdi.
Aynı şekilde Cevriye Öktenli de Türkçe’ye.
Ne kadar mutlu oldum, bir bilseniz.
İşte gerçek öğretmenler, eğitim sevdalıları.
Onların dersleri sımsıcaktı, insan sevgisini hissedebiliyordunuz.
Ne güzel, isimleri beynimize kazınmıştı.
Talip Apaydın’ın “Ortakçılar” adlı kitabını on üç yaşında okumuş, özetini çıkartmıştım.
Roman hâlâ aklımda, tipik bir köy edebiyatı.
Yazarın kızı Safiye Su Apaydın da hemen arkamda oturuyordu.
Ne güzel tesadüf, ilk torunumum adı da Su.
Evet, bunca sıkıntıya rağmen mutlu olmak için binlerce neden de var.
Yaşanan tüm kötülüklere kader deyip geçebilirsiniz...
Ya da hayatın güzel yanlarına tutunup sanata, müziğe sarılırsınız…
Ve engin hoşgörünüzle öz benliğinize, yani ruhunuza sığınırsınız.
Tabii hâlâ yaşam sevincinizi yitirmediyseniz.

Macit CÜNÜNOĞLU

16 Nisan 2020

"Nosce te ipsum", Kendini Bil











Hemşehrilerim “Gurbetteki Bizim Amasyalılar” adlı bir grup kurdular.
“Bizim” sözcüğü biraz sahiplenmek duygusu taşısa da öyle münasip görmüşler.
Çok da önemli değil, keşke olmasaydı.
Sevimli bir sayfa, daha şimdiden Yeşilırmak’ın sesini duyar gibiyim.
Güzel paylaşımlar var.
Mis gibi Amasya kokuyor.
Umarım kısa zamanda layık olduğu üye sayısına ulaşır.
Çünkü toprak sevgisi ilgi gördükçe artar.
Eldeki malzeme de gani.
Amasya’nın iyi bir fotoğraf arşivi var.
Özellikle kent merkezli yaşayanların albümlerinde kim bilir neler vardır neler?
Hemen hemen her mahallede bulunan camilerin avlularında da ne anılar gizlidir.
Küçük bir şehir ama “Müze Kent”.
Dağı taşı tarih dolu.
Onlarca uygarlık ovaları bırakıp bu vadiye yerleşmişler, dağlar arasına.
Tepesine kale, eteklerine saraylar yapmışlar.
Krallarının mezarlarını kayaları oyup günümüze taşımışlar.
Dolayısıyla bir başkadır benim Amasyam.
Bazıları memleket şovenizmi yaptığımı zannedebilirler.
Varsın olsun, o aşkı o tutkuyu yaşayan bilir.
Belki de benim kuşağım ve büyüklerim Amasya’nın en güzel devirlerinde yaşadı.
Henüz beton canavarı türememiş, zenginliğe dayalı gösteriş hoş karşılanmıyor.
Bayram yeri, panayır alanı, fener alayları hepimizin.
Camiler, okullar, hamamlar, hastane, mezarlık eşitliğin hakim olduğu mekânlar.
Kuran kursu hocası İbrahim hafızın önünde sıkıysa Süphâneke’yi okuma…
Bastı mı tokatı minicik çocukları yere yatırırdı.
O korkuyla da kurstan kaçmıştım, rahmetli babam da kızmamıştı.
Âhlakı ailemden, geri kalan ne varsa hayattan öğrendim.
Kâh eğitim oldu, kâh dostlar meclisi.
Bugünlere de şükür, ülkemin dört bir tarafında alnım açık gezebiliyorum.
Musalla taşında yatarken “iyi biliriz” nidalarının yükselişi de umurumda değil…
“Nosce te ipsum”… Kendini bilmek hepsinden önemli.
Bilmem anlatabildim mi?
İşte bir garip Amasyalı hemşehrinizin sayfamızdaki ilk düşünceleri…
Sabırla okuduysanız ne mutlu bana…
Demek ki devamını da büyük bir şevkle yazacağım!
Tekrar buluşmak umuduyla.

Macit CÜNÜNOĞLU

"Dede kendine iyi bak"












Son yazımı 29 Ağustos 2019’da yayımlamıştım.
Demek ki uzun süredir klavyemin başına geçmemişim.
Ama bu sürede oldukça kitap okuma fırsatım oldu.
Bir de epeyce film ve belgesel izledim.
Ancak You Tube üzerinden ülkeleri gezmek oldukça keyifliydi.
Bazılarına imrendim, çoğundaki sefaleti görünce de irkildim.
Evet, Covit-19 adlı virüs sayesinde gezegenimizin üzerinde karabulutlar dolaşıyor.
Anlı şanlı ülkeler çaresiz, insanlık şaşkın.
Korku yürekleri sardı, “ya benim kapımı da çalarsa” endişesi ürkütücü.
Ve işin acı tarafı felâketin önü kesilemiyor.
Ölüm sayısı hızla bir milyona doğru koşuyor.
Teknolojinin laboratuvarları icatlar peşinde ama şimdilik nafile.
Özetle küresel kapitalizm sınıfta kaldı!
Ya ülkemiz?
Tek adam idaresinde bir yerlere doğru sürükleniyor.
Katiller, hırsızlar, tecavüzcüler hapishanelerden salınırken düşünce
suçluları, gazeteciler cezalarını çekmeye devam ediyorlar.
İşsizlik her geçen gün artıyor, ekmek mücadelesi temel sorun.
Ah ahhh! Canım ülkem…
Zaten dertliydin, allahın belası virüsle de iyice dip yaptın.
Gel de iyimser ol.
Umut bizim hayat pınarımızdı, çocuklarımız torunlarımız için hayâllerimiz vardı.
Hepsi yalan oldu!
Felç olmuş eğitim sistemi, kör topal ayakta kalmaya çalışan sağlık kurumları…
Her akşam ölüm bilançosunu deklere eden bir bakan,
istifadan dönen “soylu” şahsiyet(!)
Utanmanın unutulduğu, vicdanların kepenk kapattığı bir topraklarda yaşıyoruz.
Aslında gidişat fevkâlâde kötü.
Ruhsal dünyamızın ışıkları çoktan karardı, evlerimizden ibret dolu manzarayı hüzünle izliyoruz.
Hem de nasıl, paramparça yüreklerimizle, gözlerimiz nemli.
Evet, aylar sonra yazdığım ilk yazı.
Dün torunlarım geldi, pamuk ellerini tuttum, gözlerindeki pırıltıyı izledim.
Ya sevinçleri, birlikte körebe oynadık.
Güldük, eğlendik…
Giderken de seslendiler; “Dede kendine iyi bak.”
Belki de tesellilerin en değerlisini bana hediye ettiler.

Macit CÜNÜNOĞLU