bir şair vardı, öğretmen

31 Ekim 2011

Arabesk Nağmeler!



Van depremini altı yüz bir kayıpla tarihe gömdük.
Altı bin yaralı, enkaz altından kurtulan yüz seksen altı vatandaş derken güzide medyamız bir güzel nemalandı, haber yaptı oyalandı…
Siyaset kısmen soğudu, terör perakendeye döndü.

Evet, ülkemizde hayat kaldığı yerden devam ediyor…
Belki deprem üzerine hamaset dolu nutukları,
kader, takdîri ilâhi söylemlerini, mevlîdleri bir süre daha dinleyeceğiz.

Lâkin şu “empati” denen kâfir yok mu?
Müthiş kemiriyor içimi, içten içe.
Esbab-ı mucibesine gelince yine Erdoğan yine Başbakan!

Efendim ulusa sesleniş konuşmasında buyurmuşlar ki;
“Depremde dünyaya millet olmayı öğrettik!”

Haydaaa, bırakın dünyayı bir tarafa…
Allaşkına depremde acıdan, gözyaşından başka ne öğrendik?
Bayat kurabiye gibi dağılan binaları...
Üstelik devlet okullarının hastanelerin hapishanelerin kuran kurslarının
halkımızın, çoluk çocuğumuzun, öğretmenimizin başına birer birer çöktüğünü görmedik mi?

Eğer millet olmak buysa, yüzlerce ölü binlerce yaralıysa…
Ne diyelim bilmem ki?
Lânet olsun böyle düzene, böyle anlayışa!

Ne yazık ki empatisi sıfır bir toplum olduk…
Haksızlık etmeyelim, son dokuz yılda değil, uzun yıllar önce başladı erozyon.
En büyük yıkım yaşadığımız doksan dokuz depreminde de böyleydi, dünde, bugünde.

Çünkü kapitalizmin nüansları şırıngayla zerk edildi hücrelerimize, DNA’larımıza…
Serbest piyasa ekonomisini, liberal sistemi, konformizmin  güzelliklerini öğrendik yıllarca…
Üretmeden tüketmenin, borçla yaşamanın keyfine vardık.
Kartlı-AVM’li hayatın kolaycılığına alıştık.
Hayallerimizi siteler, rezidanslar, lüks arabalar süsler oldu,
beş yıldızlı tatil köylerine, yurtdışı seyahatlerine taksitle ulaştık tez zamanda!

Bu ahval ve şerait içinde kimin umurunda deprem, kimin umurunda güvenli yarınlar…
Cepheye giden yoksul, gariban…
Enkaz altında kalan dar gelirli, fakir fukara...
Ülkeyi yöneten efendilerin villaları Çamlıca’da, Çankaya’da…
Seçkin Kürt gardaşlarımdan Ahmet Türk'ünki Ege!de, Sırrı Sakık’ınki Çizme'de Milano’da!

Ne zaman ki felâketle karşılaştık, yitirdik canları, memleket evlatlarını…
Ekranda, basında, vitrinde, cami avlusunda yine onlar, yine onlar!
Ders verirler el’an millet olmanın erdemleri hakkında!

Gel de bu saatten sonra arabesk takılma…
Madem ki büyüklerimiz sahnede, repertuvarları bayâtî makamından halkımıza masallar…
Hasan Mutlucan çıksa ne yazar, Orhan Baba söylese kim tutar?

Elimizde rakı kadehi gönlümüz efkârlı, terennüm ediyoruz dostlarla…
Ve kahrederek bir kez daha haykırıyoruz damardan; “BATSIN BU DÜNYA!”.

.

30 Ekim 2011

Yeni Dünya Düzeninde Raks!



Cumhuriyetimizin 88. yıldönümünü idrâk ettik.
Ne mutlu bizlere, bugünleri de görebildik!
Çünkü milliyetçi (ulusalcı) gardaşlarım memlekette öyle bir hava estiriyorlar ki, Cumhuriyetin yıkılması an meselesi, eli kulağında şeriat geldi gelecek! Özellikle sosyal paylaşım sitelerinde bayrak, M.Kemal pazarlaması had safhada.

Lâf aramızda gördüğümüz manzara karşısında insanın canı epeyce sıkılıyor.
Örneğin “Laik, Anti-laik” çekişmesi yetmezmiş gibi bir de bayrak mevzuu çıktı…
Şöyle ki; bayrak asanlar Atatürkçü/Cumhuriyetçi, asmayanlar ayvayı yedi, alayı şeriatçı!

İş öylesine zıvanadan çıktı ki, kimseye sözde anlatılmıyor…
İllâ ki bayrak münasip bir yere takılacak, dosta düşmana sahip olunan ruh hâli ilân edilecek!
Allah allah hasbinallah, “Bu işler bu kadar basit midir?” diye soru sorma hakkımızda yok.

Elbette tuhaf ama kader utansın, ne yaparsınız ki vatandaş karpuz gibi ikiye bölünmüş durumda.
Hani şu meşhur “öteki, beriki” muhabbeti var ya, aynen öyle!

Ne diyelim, hakkımızda hayırlısı, tanrı bugünleri aratmasın akıl fikir versin fanatik taraftara!
Yoksa memleketin hâli duman, borç paçadan akıyor, carî açık rekora koşuyor,
RTE'nin rüzgârı hız kesmiyor, yeşil donlu azınlığın zenginliği ayyuka çıkıyor…

Geriye de pek bir şey kalmıyor, fakir yine baldırı çıplak alçak sürünmeye devam…
Orta direk, garibim ne yapsın, çoğu uzun yıllar önce sizler ömür…
Kalan sağlarda hidayete ulaşmanın neticesini keşfetmiş, beş vakit namaz, umre, hac peşinde!

Evet, kim ne derse desin RTE düzenini iyi kurdu, sağlam zemine oturttu!
Her şeyden önce kapitalizmle aşık atılamayacağını anladı, hele de küreselini çok sevdi…
Rahmetli hocası Erbakan’ın düştüğü tuzaklara düşmedi, cami ile kışla arasında
faka basmadı, tercihini mevcut sistemden yana koydu ve tanrı “Yürü kulum dedi!”

Ayrıca ne gerek var kıskanmaya, alın teriyle kazanılmış villalara,
gemilere, uçaklara, yatlara, helikopterlere çamur atmaya!..
Ayıp oluyor diyeceğiz ama Cumhuriyetçilere lâf  anlatmak öylesine zor ki –torunumdan biliyorum- Tayyip Usta ülkemizi BM Güvenlik Konseyi asîl üyesi yapsa şüpheye düşerler ve komplocu anlayışları gereği Amerika’nın oyunu derler!

Halbuki kazın ayağı öyle mi?
Yeni Dünya Düzeni’nde gezegenimiz yeniden dizayn ediliyor…
Bilhassa Ortadoğu coğrafyası -anahtar teslim- bize ihâle edilmiş durumda.
Tarih sırasıyla Tunus, Mısır, Libya tamam, geçici kabulü yapıldı, Suriye potada…
Bir de Heron benzeri yerli malı uzay aracı çaktık mı semalarımıza, sınır boylarımıza…
İşte o zaman FB'li büyük anıtın hayalleri gerçek olacak, Kandil dönecek BBG mekânına!

Ondan sonra kim tutar Türkiye’yi?..
Bayrak elde istediği kadar yürüsün milliyetçi beyazlar İzmir’de Bağdat’ta…
Takımımız RTE spor dünya klasmanında ilk beştedir…
Damarlarımızda akan kan asîldir, kutsaldır, yeşildir...
Dinlediğiniz nağmeler "Uşşak" makamında olup MC bestesidir!

İyi pazarlar sevgili dostlar.



29 Ekim 2011

Ara Mizân!

Ülkelere Göre Sayfa Görünümleri
Turkey-
1.116                                                    
United States-
418
Israel-
108
Germany-
85                     
Russia-
77
Netherlands
-42
Canada-
9
United Kingdom-
8
Saudi Arabia
-7
Pakistan
-5

29 Ekim 2011 tarihi itibariyle
"Sonsuzluğa yazılar"
adlı bloğumun istatistikleri...

NOT: Ülkelere göre ziyaretçi dağılımı...
        


Bu arada "Gazetemen"de tekrar yazmaya başladım.
www.gazetemen.com

Bilgilerinize saygı ile sunar...
Tüm okurlara yürekten teşekkür ederim.



Macit Cününoğlu



 

28 Ekim 2011

Sıkışan Kuyruk?



Siyasetçiye kızılırda halka kızılmaz…
“Ne ekersen onu biçersin”.
Son günlerde dikkât ediyorum da;
Beyaz Türk’lerin ünlü kalemşörleri
Y.Özdil, B.Coşkun ve E.Çölaşan yarış hâlindeler…

Yaradana sığınıp halkımızı bir güzel fırçalıyorlar…
Öyle az buzda değil.
Önce didâktik ûsluplarıyla neyin nasıl olması gerektiğini hatırlatıyorlar…
Peşinden de artık insaflarına veya o günkü ruh hâllerine kalmış…
Kulak çekiyorlar, bazen de –seni gidi yaramaz seni- deyip falakaya yatırıyorlar!

Eğer onlarda –üç silahşörler- olmasa toplum iyice yoldan çıkıp karaya oturacak!
Ne diyelim, kılavuz ışıklarını tanrı başımızdan eksik etmesin…
Yoksa işimiz epeyce zor!

Evet, RTE ile baş etmek hâkikaten zor, adam gerçek profesyonel.
Kurduğu nizamda minareler çalınıyor, kılıflar yedeğiyle birlikte hazır…
“Mızrak çuvala sığmaz” deniliyor… Ne çuvalı?..
Halkımızın en nazik yerine mızrağın sivri ucu defalarca kökleniyor…
Oyu yine yükseliyor iktidarın, ne yapsanız nafile!

Garip bir durum ama maalesef gerçek, tam Türkiş siyaset!
Neyse, sigara zamlarında lütfedip geri adım atmışlar ve bir “Te-Le” tenzil buyurmuşlar…
Ö-Te-Ve’ye dönüşen deprem vergisi konusunda yapılan çalışmalar da hızlanmış olup…
Münasip bir zamanda zamlanmış hâliyle necip halkımızın tensiplerine arz olunacakmış!

Daha ne olsun, bundan kral iktidar olur mu?
Başımızda CHP olsaydı ne olacaktı, Vanlının başına gökten dolar mı yağacaktı?
Yukarıda Allah, adamlar ayırım yapmıyorlar.
Somali için, Hamas için  ne kadar çalıştılarsa aynısını Van’da da yapıyorlar…
Kar yağmışmış, çadır yetmemişmiş, açlık/hastalık varmışmış…
Böylesi dedikodulara bakmayın siz, kesin iki kazı güdemeyen münafıkların işleridir!

1939’da Erzincan depremi oldu, yüz binler öldü…
Kim vardı iktidarda? Tabii ki C-Ha-Pe, yani bereketsiz parti…
Aynı şekilde 1999 depreminde? Hadi girmeyelim o mevzuya…
Rahmetli Ecevit iyi adamdır, en büyük iyiliği yapmıştır A-Ke-Pe'ye!

Ya erken seçim kararı almasaydı, iki buçuk yıl daha iktidarda kalıp…
Derviş’in ektiği ürünlerin meyvelerini toplasaydı…
Giderayak bir de kıyak yapıp, DSP’yle CHP’yi birleştirseydi…
Elbette bizimki (De.Baykal) ayak direyecekti ama ne yazar?
RTE nah görürdü iktidar, hatta muhalefet bile hayaldi…
28 Şubat tezgâhı olmasaydı!

Her neyse, çenemizi boş yere yormayalım…
Geçmişe mazi denir, biz işimize bakalım.

Nerde kalmıştık efendim?

İktidarın kuyruğu sıkıştı –öyle bir his var içimde-…
Eğer muhalefet iyi bir taktikle saldırır silkelerse…
Yapılacak ilk seçimde boylarının ölçüsünü alacaklar…
Ve ilk kez tadacaklardır mağlubiyetin acısını...
Ondan sonrası allah kerim... Âmin!

 

   

26 Ekim 2011

Bedreddin'den Sansaryan'a...



Şeyh Bedreddin'in Mezarı
Divanyolu
Ülkemiz acılı günler yaşasa da,
tarihsel gerçeklerle iğne deliklerinde buluşmaya devam.
Sakın ha, ukalalık yapıp Amerika’yı yeniden keşfettiğimiz sanılmasın…

Haddimizi bilen varlıklarız… Maksadımız dostlar meclisinde hasbıhâldir.

Gençlik çağımızda tanıştık Simavna kadısının oğlu Şeyh Bedreddin’le…
Özel tarih merakımızdan değil, Nazım’a olan sevdamızdan!

Destanında öyle bir anlatmıştı ki ûstâd…
Kadının oğlu Bedreddin’i unutmak ne mümkün…
Müritleri Börklüce Mustafa'yla, Torlak Kemal’le bile akraba olmuştuk!

Evet, kahramanımız Fetret devrinde toplumcudur, eşitlikçidir…
İsyan eder yoldaşlarıyla… Devrinin Anadolulu Spartaküs’üdür.
Başkaldırıları bastırılır, giderler sırayla ipe. 

Üryan olarak asılır şeyhimiz Bedreddin…
Edirne’nin çarşısı Serez’de… Bin dört yüz yirmi’de.

Divan yoluna nakledilir kemikleri, beş yüz kırk yıl sonra…
II.Mahmut türbesinin ayak ucuna… Bin dokuz yüz altmış bir’de!..

Sansaryan Han-Sirkeci
Gelelim Sirkeci’ye, meşhur Sansaryan hana…
Nazım’dan Ahmed Arif’e… Tabutluklara…
Yetmişli yıllara ve uluslararası işçi sınıfı dayanışmasına!


Dönemin en devrimci sendikasının adı Maden-İş…
Genel kurulunda söylenir enternasyonal…
Sıkıyönetim koşullarında tutuklanır dostlar, yoldaşlar…
Tıkılırlar kodese, adres Sirkeci/Sansaryan handır…
Nam-ı diğer siyasîdir, "Şube"lerin birincisidir!

Bütün bu konular aklımıza nerden mi düştü…
Dün hanın önünden geçtim, içim sızladı yıllar sonra…
Yavuklumun ördüğü kazak kalmıştı zindanlarında...
Bâb-ı Âli'yi tırmanıp Divan yoluna, Piyerloti otelinin karşısına ulaştım…
Türk ocağı kahvesinde nargilenin marpucuna dokundum…

"Varidat"
Şeyhin Manifestosu
Ziya Gökalp’i selâmlayıp, II.Mahmud’a üç Fatiha bir Kulhuvallah okudum…
Ve oturdum yoldaşım Bedreddin’in mezarının yanına...

Bilmediğim bütün dualar eşliğinde okşadım toprağını…
Nasılsın dedim “Beş yüz kûsur yıldır sonsuzlukta?”.

Çoook derinlerden bir ses geldi…
Tanıdım, konuşan Bedreddin’di…
Haykırıyordu yüzyıllar öncesinden, aynı heyecan ve öfkeyle…
“İçine ettiniz hayatın, insanlığın”…
"Artık umudumu iyice yitirdim..."
"Kusura bakmayın ama sizden ne köy olur ne kasaba!"...
Selâm söyledi destanını yazan Nazım ustaya ve sağ kalan tek tük devrimci dostlarına!..
    


25 Ekim 2011

Çadır-Kent!



Ölü sayısı üç yüze dayanmış…
Deprem terörü mü desek yoksa canavar mı?
Kıyım makinelerini sürekli isimlendiriyoruz…
Van ve çevresini vurup geçen sarsıntının da
bir adı olmalı, tecrübelerimizden olsa gerek!

Okul, hastane, hapishane, kuran kursu yıkılan binalar arasında.
Alıştık önceki depremlerden, tersi olsa şaşardık!
Canavar bu konuda ayırım yapmıyor,
yer üstündeki mimari yapılara objektif davranıyor…
Gecekonduyu da yıkıyor, devlet dairesini de!

Üç yüze yakın can almış, bebesinden öğrencisine…
Öğretmeninden imamına kadar!
Neyse ki çadırlarımız var, imdada yetişiyor Kızılay.
Simav’da da vatandaşlarımız hâlâ çadırdalar!

Buna da şükür, sağlam bina yapmasını beceremiyoruz ama…
Yukarda Allah, çadır yaşamında üzerimize yok!
Genetik özelliğimiz diyelim de atalarımıza ayıp olmasın…
Ancak yirmi birinci yüzyıldayız…
Her neyse canım, o kadar kusur imamın kızında da olur!

Lâkin Şili’de, Meksika’da da depremler oluyor...
Hem de 7.5 şiddetinde, ya bir kişi ölüyor –o da kalp krizinden-…
Ya da bir yaralı –o da korkudan camdan atlamış-…
İnsan sinir oluyor valla!

Demek ki biz doğulu toplumuz haza…
Kim ne derse desin, kıçımızı yırtmanın gereği yok…
Deprem canavarı karşısında rakiplerimiz Pakistan ile Afganistan!

RTE istediği kadar on bin dolarlardan söz etsin…
Depreme karşı dayanıklı binalar üretemediğimiz sürece…
Tüm söylemler tatava, martaval… Oy uğruna sıkılmış palavra.

İşte sonuç, Simav depreminden sonra vatandaşın bir kısmı çadırda…
Şiddet 5.9, tarih 19 Mayıs 2011…
Şimdi düşünün Van ve çevresindeki depremzede vatandaşın durumunu…
Daha Van gölü canavarıyla baş edememişken…
Karşımıza çıktı zelzele terörü!

Canım ülkemde çileler, acılı yaşamlar bitmez…
Yalanın, dolanın, talanın bitmeyeceği gibi…
Son dokuz yıldır esen rüzgârlar ak mı ak…
Ne yazık ki yapıların yıkılmasına yetmiyor…
Yine ölüyor insanlar, göçükler altında kalarak!     

Dolayısıyla çadır hayatına devam…
Boş verin çılgın projeleri, ileri demokrasileri, yeni anayasaları…
Marifet 21.yüzyılda çadırda yaşamak!


24 Ekim 2011

Devletin ince hesapları!..



Konu hassas mı hassas…
Derinlere uzanmayıp,
susma hakkını kullanmak istiyoruz…


Fakat ne mümkün!..
Sinirlerini cımbızla aldıran “Number one” kızdı bir kez…
Ve dedi ki; “Misliyle hesap sorulacak!”.

Son bilanço yirmi dört şehit…
Yirmi dördün iki katı; kırk sekiz…
Bir fazlası; kırk dokuz!

O zaman acilen cesede ihtiyaç var…
Emir büyük yerden, kırk dokuz canı leşe çevirmek gerek!
Şart değil vesika belge…
Bilgi naylon faturaya dayalı olsa da…
“49” rakamı yayımlanır sabah/akşam, bilumum medya organlarımızda!

Maksat şehit sayısının iki katının bir üstü değil mi?
Yani nihaî hedef kırk dokuz…
Su serpilecek yüreklere, arşa erecek büyük başlar, huzur içinde yatacak şehitler!


İşte memleketin temel meselesi…
Altta kalmamak…
Toprağa teslim ettiğimiz gençlerin bir fazlasının peşine düşmek…
Ve halkımızın kabaran duygularını dindirip, kızgınlığın soğumasını beklemek!

Evet, tüm bu acıların üzerine kıyım devam ediyor güneydoğuda…
Önce bir iki derken manşetlere bugün çıkıyor dört fidanın toprağa düşüş haberi.

Senin yaşadığın ağır ve karanlık günleri doğa dinler mi?
7.2’yle sallıyor Van’ı, Bitlis’i, Erciş’i…
Yetkililer yine sessiz ve çaresiz, 6.6’yla çıkış yapıyorlar medyaya…
Yaralılar hastaneleri ziyaret ederken, ta akşama doğru…
Lütfedip kabul ediyorlar 7.2’yi…
Bilâhare yıkılan binalarda ölen vatandaşlarımızın varlığını.
 
Her zaman olduğu gibi çürük yapılar, malzemeden çalınmış damlar…
Terör bir taraftan vuruyor evlatlârımızı…
Deprem diğer taraftan, dinmiyor halkımızın göz yaşları!

Dik duran, dik durmayı tavsiye eden elbet birileri var… Malûm hazretler…
Cumartesi günü Kadıköy yaşanmadı, trafik durmuştu saatlerce…
Çünkü bir hafta önce ölen anasının mezarının başında gözyaşı döküyordu sayın başbakan!
Şehitlerin cesedi soğumamışken, vatandaş onlar için yürümeye hazırlanırken.

Bu ülkede yaşamak, duyarlı olmak dayanılmaz boyutlara ulaştı.
Daha açıkçası insan olmaktan utanır olduk…
Gösteriş düşkünü efendilerin iktidarında!

Ya muhalefet?
Boş verin canım, konuşmaya değmez!

.

23 Ekim 2011

Beykoz'da Hamsi Tava!..



"Gidelim Göksu'ya..."
İstanbul’u gezdikçe vandalizmin ulaştığı
boyutlara bir kez daha tanık oluyoruz.

Her zaman ve yıllarca şikâyet etmişizdir;
gecekondulaşma, varoşlar kentleri mahvedecek…
Hiçte öyle değil… Kentlerin asıl içine eden
görgüsüz, soysuz ve de arsız sonradan görme zengin sınıfı.

İster inanın, ister inanmayın…
Çok uzaklara gitmeye gerek yok…
Sadece boğazda bir iki gün turlayın, çevreyi kolaçan edin…
Görün ne demek istediğimizi, rezaletin daniskasını!

İşin garibi gecekonduyu yıkarsınız da…
Ya beylerin, efendilerin malikânelerini ne yapacaksınız?
Traktör kepçeyle baş edilmez…
Ancak C-4 patlayıcı lâzım, hem de USA patentlisinden!

Takdir edersiniz ki bu rezaletin baş sorumlusu siyaset…
Lâkin o güzelim cenneti talan edenlerin günahı hiç mi yok?
Hem de ne talan, yolun dışında bir karış yer bırakmamışlar…
Kale duvarlarıyla çevirmişler şatolarını, gettolarını…

Malûm, çevrelerinde bol miktarda güvenlik elemanı!
Çocuklar serveti mi bekliyorlar can mı, emin olun ben karar veremedim.
Ancak istihdama olan katkısı kesin, bir yığın üniversite mezunu gencimiz
belindeki coplarla, kelepçelerle zenginlerimizin hizmetinde!

Evet, tarih bize aristokrat ve burjuva sınıfının asaletinden, erdeminden sıkça söz eder…
Fakat aynı tarih topraklarımızdan fışkıran maganda kültürüne değinmez…
Hani klasik müzik dinleyen, duvarlarını Rembrandt’ların süslediği zarif varlıklardan…
Keşke yaşadığımız coğrafyanın anasını belleyen kent-soylu dölü olsaydı…

Ne güzel olurdu onlarla birlikte yaşamak, ürettikleri sanatsal aktiviteden yararlanmak!
Nerdeee o günler, bizim memleketteki asiller insan türünün en vahşi soyundan.
Eeee, bir gecede, bir günde, bir voli sonucu zengin yaratırsa sistem, olacağı buydu…
Ne bekliyorduk ki...

Sonradan görme zenginimiz bile aynen Amerikalı, üstelik aynı ruh da…
Daha ne olsun, “on yılda on beş milyon zengin yarattık her dalda!”    
Bir kez daha toplumun işinin hayli zor olduğunu vurgulayıp…
Söz konusu sınıfın incelmesi ve rafine hâle gelmesi için onlarca yıl geçmesini bekleyelim…

Ve gelelim lâfı uzatmadan sadede, Beykozlu balıkçımıza…
Sözümüz İstanbul’da yaşayan okurlarımıza.

Ne yapıp ne edin, yolunuzu Beykoz’a düşürün…
Orta çeşmeye doğru beş yüz metre yürüyün…
Karşınıza kısa minareli minik bir cami çıkar…
Hemen yanı başında iri kıyım “Beykoz balıkçısı” tabelası…
Oturun oraya, balığınızı kiloyla alın, üç liraya Hüseyin ustaya kızarttırın…
Hepsi bu kadar, işlem tamam…

Rakı filân demeyin, cami yanınızda, çarpılırsınız valla!
Son olarak da; Hamsi-İstavrit oynuyor, kilosu “Beş”, Çinekop  “On” Lira.
İyi pazarlar efendim, şimdiden afiyet olsun. Saygılarımla.

.

22 Ekim 2011

Ağla Türkiyem...



Evet, beklenen netice…
Tv ekranları işgâl altında.
Sanırsınız askerî geçit töreni var.
Yalnız tek bir farkla…

Zabitan takımının alayı emekli!

Maşallah, hepsinde bir çene…
Aldı mı sazı ele, tutabilene, susturabilene aşk olsun.
Bir çuval kahramanlık destanı, bir o kadar martaval…
Sözüm ona yaşanmış hayat hikâyeleri ama gören eden yok…
Kanalların platoları dönüştü avcılar kulübüne!

İşin tuhaf tarafı; bülbül gibi şakıyanların çoğu paşa…
Paşa olsalar da iyi, paşaların paşası; “Orgeneral”.
Yani anlayacağınız daha ötesi yok, finito!

Aman allahım, bir ahkâm kesiyorlar…
Yalnız ahkâmda değil düpedüz reklâm, bir güzel egolar pazarlanıyor.
Tamburalısını mı ararsın, attığını vuranı mı?
Tekmili birden birinci sınıf Rambo ve mutlak siyasî otorite!


 İnanın derin üzüntülere gark oluyor ve…
Özellikle omzu kalabalık bu zevatı gördükten sonra,
“vah vah, vatan bunlara mı kaldı ” diye iç geçiriyor insan!

Haksızda sayılmayız yani…
Otuz yılda yitip giden binlerce can-kurban, herkesin elinde fener…
Bıldırcın avına çıkmış avcı misâlî suçlu arıyor!

Kimi dış güçleri işaret ediyor ve ABD’ye kadar uzanıyor…
Kimi kafadan İsrail diyor, Apo’yu yakalayıp teslimatı yapanların varlığını unutarak…
Zaman zaman Esad, Ahmedinejad giriyor işin işine, Barzani derseniz her daim gündemde
Envai çeşit görüş, düşünce, reçete uçuşuyor havada ekranda…

Konuş konuş konuş… Bolca lâf salatası…
Ya sonuç?
Hürriyet manşet atmış; “BÜYÜK TEMİZLİK”…
Pes doğrusu! Yahu sen kimi temizliyorsun, kimi kandırıyorsun?
PKK ile mücadeleyi taharet musluğunu açıp kıç yıkamak mı sanıyorsun?

Her gün cami avluları dolup taşıyor…
Halkımız yürekten bağırıyor; “Vatan bölünmez, şehitler ölmez”…
Analar ayakta zor duruyor, ağlıyor ağlıyor ağlıyor…

Siyasetçi konuşuyor, asker konuşuyor…
Bilen bilmeyen cümle âlem konuşuyor… Vatandaş konuşuyor…

Yalnız konuşmayan susan tek bir şey…
O da “V İ C D A N”…
Akan kan üzerinden siyaset yapanların vicdanları suskun ve sessiz…
Ve öyle kalmaya yaşamaya devam edecek…
Yalandan barış kardeşlik çağrıları yapılarak!

Maalesef ülkemizin acı gerçeği, “Ya ağla, ya terk et!”…

  

21 Ekim 2011

"21 Ekim"siz Tarih!



Dağlıca'nın Ters Laleleri!
“N'olacak memleketin hâli?” sorusu
bilinçlerimizden çıkmadıkça mezara kadar huzur yok.

Ağır travmalara tanık oluyor haykırıyor, lânetliyoruz;
“YETER ARTIK”  son olsun!

Ancak ne duyan var ne hisseden…
Herkes kendi işini yapıyor, birey-örgüt-devlet-yedi düvel!

Dile kolay, tam otuz bir yıl olmuş…
12 Eylül faşizmiyle milâtlanan kavga nereden nereye gelmiş?
Ölenin, yaralananın, sakat kalanın hesabını dahi kimse bilmiyor…
Otuz, kırk, elli, yetmiş…
Kaç bin, var mı bilen? Bir adım öne çıksın!

Bugün 21 Ekim…
Son yarım yüzyılın her günü bir olay, her günü ayrı bir acı.
Bakın bakalım tarihin sayfalarına…
Kaç gün bulacaksınız çiçeklerin koklandığı, şarkıların söylendiği…

Var mıdır sıradan günler, varsa alayının sayısı kaçtır?

Canım ülkemde ne darbeler eksik oldu ne sıkıyönetimler…
Zindanlarımız, işkencehanelerimiz doldu taştı…
İdam sehpaları, yargısız infazlar, camdan atmalar, hapiste katletmeler…

Osmanlıya, Fransız devrimine rahmet okuttu!

Ya son dokuz yıla ne demeli?
“İşini bilmeyen kasap, elinde kalır masat” hesabı…
Düştük söz dinlemeyen bir Kasımpaşalının eline!

Oyu arttıkça efemizin yükseliyor tansiyonu…
Tansiyonu yükseldikçe celâllenmesi, öfkesi artıyor…
Ne dostluk biliyor ne dış politika, saldırıyor sağa sola!

Kankalarını yanlış adreslerden seçiyor, dolaşıyor Gazze sınırlarında…
Mollaların eteklerinden, Barzani’nin gölgesinden ayrılmıyor…
Elbet vardır bir bildiği, ihâle işleri, inşaat işleri, İslâm cenaze işleri, Devlet Su İşleri!

Evet, bugün 21 Ekim…
Yakın tarihimize bakıyoruz, uzanıyoruz dört yıl öncesine…
Karşımıza çıkıyor DAĞLICA…
On iki fidan düşüyor toprağa, on altı kınalı kuzumuz ağır yaralı…

Ülke ayakta, Cumhuriyet mitingleri revaçta…
Şehitlerin tabutları ellerde, Türkiye’nin dört bir tarafı gözyaşı, yanan yürek…
Sel olmuş insanımız, akıyor akıyor, terör lânetleniyor kahrolsun nidaları eşliğinde!

Bugün yine 21 Ekim... Yıl 2011
Dağlıca’dan dört yıl sonra yirmi dört fidan ellerimizde, yüreklerimizde…
Toprakla buluşacaklar, ağıtlar hamasî nutuklarla…
“Şehitler ölmez vatan bölünmez” sloganı yükselecek camilerin avlularında…

Ve bizim yüreğimiz manzaraya zor dayanmakta…
Stefan Zweig’ın psikolojisi kaplıyor dünyamızı…
İlk kez yalvarıyorum tanrıya; "Duyuyorsan eğer aklımı sen koru!".




20 Ekim 2011

Yangın yeri...



“Yangın yeri”…
Bir fikriniz var mı?
Yangın nedir, nedir yanan…
Nedir geride kalan?

Yanıyor bu ülke…
On, yirmi, otuz değil…
Uzun yıllardır…
Kurulduğu günden beri…
İçten içe kavruluyor.

Bedelse bedel, cansa can, kansa kan…
Ödenecek daha ne var?
Yürekler paramparça, göz pınarları tıkalı…
Bilinçler tutuk, hafızalar kapalı…

Vatan-Millet-Sakarya…
Lânet olsun hamasete…
Kahrolsun nutuklara…
Karnımız tok, yüz yıllık masallara!

Bıkmadın mı siyaset…
Yorulmadın mı politika?
Doksan yıldır aynı yalan aynı tafra aynı mavra!

Kürt, Türk fark eder mi?
Sağduyulu halkımız böyle numaraları yer mi?

Lâkin bir ülkenin geleceğini yediniz…
Acılı tarihine, gözyaşlarına bakmadan!

“Yola devam” ha?..
“İleri demokrasi” yalanı…
Habur martavalı…

“Pilavdan dönenin kaşığı kırılsın”…
Diyeceğim ama…
Aklıma İnönülerin paşası gelir…
Yani halef olanı, şeflerin millîsi…
Çizmelisi, genetik formatlı kırk tilkilisi!

Ya senin tilkilerin Recep Usta?
Terk mi ettiler…
Yaşayamadılar mı organizmanda?
Baş edemediler değil mi?
Onlardan çok daha kurnaz beyninle…

Hamaslıya, Afrikalıya…
Seksen kûsurluk anana ağlarken…
Kınalı kuzularımız, toprağa düşen fidanlarımız için…
Dimdik  ayakta durmaktan söz ediyorsun hâlâ!

Ah, ahhh Tayyip Usta…
Yazılacak, söylenecek lâf çokta…
Şu ileri demokrasin yok mu?
Üçüncü kez yatamam hapiste…

Küçük paşalara, kireçsizlere, Hırand’ın katillerine…
Tahammül edemem… Dayanamam...

Evet RTE... Ülkeyi, yürekleri döndürdün yangın yerine...
Feda olsun %50 oy sana, koy sandığı şimdi önümüze...,

%60'ın altı çıkarsa, Hamas'a biat edip, Hizbullah'a üye olmazsam...