bir şair vardı, öğretmen

31 Mayıs 2020

Siz hiç daum ağacına çıktınız mı?

Tokat-Küçük Yıldız Köyü- Staj hatıraları-1967















Geçmiş yıllara yolculuk etmenin sayısız faydası var.
Sakın siyasi tarihimizden söz ettiğimi sanmayın.
O mevzular yeteri kadar zaten yazılıyor çiziliyor.
Ayrıca özellikle benim kuşağım ne İnönü’yü ne Menderes’i unuttu.
Hele sonrakiler; Demirel, Ecevit, Özal, Yılmaz, Çiller, Erbakan…
Ve nihayetinde de Reis hazretleri!
Hepsi birer klinik vaka.
Emin olun hiçbiri demokrasi uğruna baş koymadılar.
O nedenledir ki hâlâ çırpınıp duruyoruz.
Hapishanelerimiz yazar çizer düşünce suçlularıyla dolu.
Aslında gidişat yürekler acısı, ama elden bir şey gelmiyor.
En son İyi Parti lideri Asena Meral “Memleket Masası” önerdi.
Ne için, kimin için ve kimlerle?
Ayrıca neye karşı?
Verilecek cevabı biliyorum da, şimdilik susma hakkımı kullanıyorum.
Bu vaziyette en iyisi herkesin köyüne dönmesi, benim yaptığım gibi.
Biliyorsunuz uzun zamandır doğduğum topraklara çöktüm.
Dereden tepeden bahsederek yazıyorum ve paylaşıyorum.
En azından kent hafızasına bir kuple olsa da katkım
olabileceğini düşünüyorum…
Veya değerli hemşerilerimin gönül tellerini titretebilme
seviyesine ulaşabildiysem ne mutlu bana.

Yoksa günlük politikayı takip etmek bana göre iş değil.
İnanır mısınız yaptığım görüşmeler de bile o mevzulara girmemeye
özen gösteriyorum.
Çünkü dipsiz kuyu, kimseye de faydası yok.
Tayyip aşağı Tayyip yukarı, ne yapalım yani?
Ayrıca ben seçmedim ki, oy verenler düşünsün, eğer muhakeme
yetenekleri varsa!
En iyisi kaldığımız yerden devam etmek.
Bu arada merak etmeyin, Amasyamız üç beş yazıyla bitecek yer değil…
Her bir çiçeğin, böceğin, yeşilin gönlümüzde kırk yıllık hatırı var.
Yeri gelmişken sormak isterim size, “siz hiç daum ağacına çıktınız mı?”
Ben çıktım, öğretmenim Mecit beyden de bir güzel dayak yedim!
Nasıl mı oldu?
Anlatayım; 8-9 yaşlarındayım, Beyazıd mahallesindeki
Yeşilırmak İlkokulu’na gidiyorum.
Tabii ırmak boyunca, tam da yol üzerinde Kılçaslan’ın karşısında
dohum ağacı var.
Hemen tırmandım, yalnız ayakkabılarımı aşağıda unutmuşum..
O sırada okula giden öğretmenim önce ayakkabılarımı gördü,
sonra ağaca baktı.
Karşısında ben, “İn aşağı” diye kükredi…
Suçum büyüktü, derhal cezalandırılmam gerekirdi ve infaz okula
gider gitmez gerçekleşti!
Bu minik anımı niye mi anlattım?
Elbette niyetim lâf olsun torba dolsun değil…
Amacım geçmişteki eğitim anlayışını sergilemek.
Bir de çok merak ediyorum, günümüzde şiddete baş vuran
eğitimciler var mıdır?
Öyleyse çok yazık!

Macit CÜNÜNOĞLU

30 Mayıs 2020

Pirler'in martısı!

Macit CÜNÜNOĞLU












Amasya’nın kent içinde popüler iki parkı bulunurdu.
Zaten küçük bir yer, eski zamanlarda fazlasıyla yeterdi.
İlki Yeşilırmak kenarındaki Belediye bahçesi, diğeri de Pirler parkı.
Tabii her ikisinde de yaşanmış bir yığın anım var.
Özellikle Pirler hem park hem de mesire yeriydi.
Hıdırellez gibi yılın belli günlerinde halk yokuş aşağı örtülerini yayar,
başta bakla dolması olmak üzere piknik yapardı.
Güzel devirlerdi, bir çocuk olarak yaşadığım o günleri hiç unutamam.
Hele Belediye parkı, Emrullah ustanın dondurması ve çalan 45’likler…
Şükran Ay söylüyor; “Sevemedim kara gözlüm…” peşinden
“Bir fincan kahve olsam…”
Yüksek volümle yayın yapan pikabın sesi ırmağın karşısındaki
mahallelere kadar ulaşırdı.
Henüz o tarihlerde Amasya kendi yağıyla kavrulan bir il,
herkes herkesi tanıyor…
Ve iki eğlencesi var, birincisi sinemaya gitmek, ikincisi de parklar.
Ha bir de Ziyere havuz başı var ki, o da apayrı bir âlem.
Sonradan Yenice de ilâve oldu.
Benim kuşağın havuzda yüzmenin keyfini o mekânlarda yaşadı.
Büyüklerimiz rakı masalarını kurar, karpuz ve diğer meyveler
soğuk suyun altında, aralarında abim gibi sazende varsa şarkılar söylenir,        neşeyle atılan kahkahalar salkım söğütlerin çıkarttığı seslere karışırdı.

Tabii bu hatıralarım sefalı günlere ait.
İnanır mısınız içimde bayram sabahının sevinci var.
Amasya’yı yazdıkça heyecanlanıyorum ve iştahım artıyor.
Yeteneğim olsa roman bile yazarım ama o başka bir kulvar.
Bütün mesele akılda kalanları katma değersiz, dürüstçe paylaşmak.
Yoksa inandırıcılığınızı yitirirsiniz, geriye de boş bir çuval kalır.
Ayrıca yazıyla da olsa kanaviçe gibi işlenmeyi fazlasıyla hak eden bir şehir.
Aynen sokak sokak fotoğraflamak gibi.
Ben de elimden geldiğince, dilimin döndüğünce onu yapmaya çalışıyorum.
Umarım siz değerli hemşerilerime layık olmayı başarmışımdır.
Yoksa ha suya yazı yazmışım, ha havanda su dövmüşüm,
ikisi de aynı kapıya çıkar.
Ayrıca söz konusu Amasya, müstesna bir kent, âdeta şirinlik abidesi.
Gel de yazma, orda doğmuşum, oranın kültürüyle yetişmişim…
Özetle köklerimin filizlendiği yer.
Her bir mahallesinde her bir sokağında kendimi bulurum.
Hafızam da bedenime eşlik etmiştir, yaşadığım dönemler
belleğindeki tazeliğini her zaman korur.
Ve üzerine hasret duygularımı ilâve ederim, karşınıza 50-60 yıl
öncesinin Amasya’sı çıkar, kötü mü?
Aktardıklarım bir şarkıdır, içinde sevdalar, sevinçler, hüzünler olan.
Samanyolu gibi mırıldanırım, çoğu zaman gözlerimdeki
yaşları yüreğime akıtarak.

29 Mayıs 2020

Huzur ve Neşe

Kiralık bisikletle Amasya sokakları.
50'lili yıllar.



















Haberlerde dinliyorum, butik otellere ilgi artmış.
Yani on, on beş odalılara.
Demek ki Corona sayesinde insanoğlu gerçek sosyalleşmeyi de öğrenecek.
Yoksa gidişat iyi değildi.
Yirmi yıldır aynı apartmanda oturuyorum, komşuluk ilişkilerimiz sıfır.
Oysa onca çaba göstermiştim ama hiçbir işe yaramadı.
Anlıyorum ki izole hayatlar pek çok ailenin tercihi olmuş.
Öyleyse yapacak fazla bir şey yok.
Fakat nasıl bu duruma geldik, hâlâ anlamakta zorlanıyorum.
Amasyalıyım, Gümüşlü mahallesinde doğdum ve büyüdüm.
O sıcak komşuluk ilişkilerimizi asla unutamam.
Zaten büyüklerimiz boş yere dememişler; “Ev alma komşu al”.
Ne kadar da isabetli bir söz.
Sanki bugünleri görüp geçmişten sihirli formül uzatmışlar.
Ancak uyarıyı dikkâte almamışız.
İki aydır evlere tıkılı yaşıyoruz.
Vakit geçirme uğraşlarımdan biri de albüm karıştırmak, eskilere yapılan
keyifli yolculuk.
Sanki mahallenin soyağacı gibi fotoğraflar.
Kimler yok ki, nerdeyse tüm komşular orada, hem de çoluk çocuk.
Tabii erkekler yok, abiler, amcalar vs.
Ayrıca niye olsunlar ki, erkek ailenin reisidir ve çalışmakla yükümlüdür.
Onun mesai arkadaşları, kahvehanesi veya meyhanesi vardır.
Ama kadın öyle mi, öncelikle çocuklarının anasıdır
ve yetiştirmekten sorumludur.
Bu konuda yine büyüklerimizin görüşüne baş vuralım…
Derler ki “Yuvayı dişi kuş yapar.”
Yapar da aynı zamanda komşularıyla birlikte kollektif yaşar.
Belki de dayanışmanın, imecenin en güzel gerçekleştiği devirlerdi.
İyi günde kötü günde hep beraber olabilmenin mutluluğuna erişmek…
Artık çağımızda böyle bir şey yok.
Sadece masallar dünyasında kaldı.

Ve Türkiye on yıllardır küresel dünyaya yelken açtı.
Hayran kaldığımız Batılı normlara ulaşırken farkında olmadan mücevher
kıymetindeki değerlerimizi safra niyetine çöpe attık.
İyi mi oldu kötü mü, orasını bilemem.
Ancak gelinen nokta ortada.
Koskoca bir yalnızlık.
Kapitalizmin ideologları için mükemmel sonuç.
Yalnız insan, tüketen insan.
Ne güzel!
Torunlar bile AVM istiyor, akülü arabalar, elektrikli oyuncaklar…
Anne babalar da izlerken dört köşe oluyor.
Halbuki mahalle arasındaki çamurun, dokuz taşın kıymet-i harbiyesi vardı.
Bir de uzun eşek oynayacak kadroyu kurduysanız…
İşte o zaman seyredin neşeyi, coşkuyu.
Ayrıca top deyip geçmeyin, en orijinaline yakını çaputtan yapılırdı.
Taşlardan oluşturulmuş iki kale…
Peşinde tüm mahalle, hava karardı kararacak…
Anneler camdan bağırıyor; “eve gel hınzır!”
Ne duyan var, ne giden.
Her gün bayram yeriydi mahalle...
Çünkü çocukların dünyasıydı, sevinciydi, mutluluğuydu…
Daha henüz psikolojinin kapsama alanı keşfedilmemişti.
Ahenkli bir hayat, huzur vardı.

Macit CÜNÜNOĞLU

28 Mayıs 2020

Tel örgüler arkasından

Amasya














Sıcaklar iyice hissedilmeye başlandı.
Bence mevsimler de şaşırdı.
İlkbaharın doğru dürüst keyfini yaşamadan birdenbire yaza giriyoruz.
Ne yapalım, elden de bir şey gelmez, doğanın yasaları geçerli.
Corona belâsı çıkmadan önce ne güzel tatil programı yapmıştım.
Kızımın tahsis ettiği arabaya atlayacaktım, üstelik benzin parası da yok.
Ege’den başlayıp Akdeniz’e kadar uzanacaktım.
Kader utansın, hevesim kursağımda kaldı.
Şimdi evden bile dışarı çıkamıyorum.
Bende biliyorum, bu kötü günler elbette geçer…
Lâkin benim ömrüm de geçiyor.
Çünkü bazı özlemler sağlıkta gerçekleşebiliyor.
Ne zaman böylesi konuları düşünsem Mısırlı yazar Necib Mahfuz
aklıma gelir.
Adamcağız ileri yaşlarında Nobel ödülünün (1988) sahibi oldu.
Gazeteciler sormuştu; “Bundan sonraki hedefiniz ne?”
O da cevaplamıştı; “Param pulum şöhretim var,  seyahat etmeyi çok
arzulamama rağmen gezecek sağlığım yok.”
Okuyunca içim sızlamıştı.
Evet, yaşamak hemen şimdi, bu yaştan sonra ertelemek bana göre işler değil.
Belki teselli manasında kısa geziler yaparım.
Örneğin Istıranca dağlarına giderim, bilirim ki Sebahattin Ali’nin
ruhu oralarda bir yerlerdedir.
Bir mucize yaşanırsa karşılaşırım belki, bir iki sohbet eder, bıraktığı
memlekette pek bir değişiklik olmadığını aktarırım.
Çünkü tek parti döneminin kurbanı olmuştu, şimdi ise parti de kalmadı,
tek adam saltanatına evrildi.
Batılılar adını bile koydular, “Otokrasi”.
Ve bizler demokrasi-sandık yalanıyla hâlâ yaşıyoruz.
Kâh emekleyerek, kâh sürünerek.
Neyse bu hâlimize şükredelim, bakarsınız duyan olur.
Geçenlerde okudum, Büyük Reis 100 bin kişiye dava açmış…
Belli mi olur, körün taşı rast gelir, canımın yandığına üzülmem…
Ancak tazminat ödeyecek param yok.
Emekli maaşım ancak evin geçimine yetiyor bir de kutsal ilacıma              (anlarsınız ya!).

Gördünüz mü hayâller dünyasına daldım, Amasyamı unuttum.
Doğrusu ya, hiç bana yakışmadı.
Ne güzel kazına kazına memleket sohbetleri yapıyorduk.
Ah Corona, sen neymişsin be?
Tüm dünyayı alt üst ettin.
Bir de diyorlar ki, yaşlıları çok severmiş…
Lânet olsun böyle sevgiye, sanki elinde davetiyeyle dolaşan
cehennem zebanisi.
Gelmiyorum lan, sana inat çıkacağım Vermiş’e, bir ev tutup
tatilimi yine yapacağım.
Varsın olmasın deniz meniz, biliyorum ki aşağıda Yeşilırmak var…
Ve benim canım memleketim…
Onların sevgisi de bana fazlasıyla yeter.

Macit CÜNÜNOĞLU

27 Mayıs 2020

Taşı toprağı altın!

Macit CÜNÜNOĞLU











Amasya’daki Bakırcılar çarşısı da ayrı bir âlemdir.
Bizler için lise binasına giden en kestirme yoldu.
Haftanın altı günü çekiç seslerinin arasından geçip okulumuza giderdik.
Tabii sokak üzerindeki dükkânları seyrederek.
Saraçlar, ayakkabı tamircileri, demirciler, semaverciler, sobacılar,
ve çarşıya adını veren bakırcılar.
O devirlerde müthiş bir dinamizm ve hareketlilik vardı.
Zenaatkâlığın para ettiği yıllar.
Fakat demirci Aytekin abiyi hiç unutmam.
Bir elinde çekiç bir elinde uzun pense, kızgın ateşin karşısında tarım
araçları üretirdi.
Uzun boyu, iri gövdesi ve Yeniçeri bıyıklarıyla dikkât çekerdi.
Lâkin çarşının saltanatı uzun sürmedi, fabrikasyon üretimin yanında,
alüminyum denilen bir alaşım mutfaklarda devrim yarattı.
Sağlıklı bir şeymiş gibi dolaplardaki bakır tava, tencere ne varsa
elden çıkartıldı…
Yerini yıldızı parlayan alüminyumlar aldı.
Bir de melamin denilen petrol türevi tabak, çanaklar piyasaya sürüldü.
İşlem tamam, artık plastik çağa geçmiştik.
Maksat hasıl oldu!
Yeni Dünya Düzeni ile birlikte çarşı cazibesini kaybetmeye başladı.
Belki Burhan abi (Özbakır) mesleğini sürdürmüştür.
Çünkü çok güzel âlemler yapardı, camilerin kubbelerine,
minarelerine yerleştirilen.
Takdir edersiniz ki ülkemizde cami inşaatları hiç bitmez…
Çamlıca’ya bile yaptığımıza göre gerisini siz düşünün.
Önü açık bir Pazar, dur durak bilmeyen.

Fakat Amasya’yı her ziyaret edişimde muhakkak Burmalı Minare’ye uğrarım.
Selçuklu’dan kalma, 13. Yüzyıl eseri.
Yaklaşık yedi yüz yıllık cami.
İçini gezmek de çok hoşuma gider, bir köşeye oturur geçmişi düşünürüm.
Çocukluk, gençlik yıllarımı…
Ve böylesi tarihsel kentte doğmanın keyfini yaşarım.
Evet, aidiyet duygusu önemlidir, çok da insanidir.
Düşünsenize Afrika’da doğmakta vardı, baştan kaybediyorsunuz.
Ya Amasyam, tarihsel zenginliği bir yana toprağından bereket fışkırıyor.
Bir de güzeller güzeli, adıyla müsemma Yeşilırmak…
Özene bezene yaratılmış cennet mekân, tabii kıymet bilene.

Hazır buralara kadar gelmişken azıcık aşağıya inelim, Yeni yola.
Eczacı Sabahat caddenin gülü, rahmetli babamla sık sık uğrardık.
Bizimki lâfını esirgemeyen adam, “Kız” derdi;
“afyonu saçlarının topuzunda mı saklıyorsun?”
Gerçekten de çok zengin olmuştu.
Çok sonraları İstanbul’u Güzelleştirme Derneği Genel Başkanlığına
kadar yükselmişti.
Amasya işte, kimini yüceltir, kimini süründürür.
Sıdıka da (eczacı Oğuz’un karısı) öyle değil mi…
Aynı dönemde öğretmenlik yapmıştık, O Yeni Köy’de, ben Mahmatlar’da.
Bir İstanbul’a geldi, tut tutabilirsen.
Âdeta ülkenin tekstil imparatoriçesi oldu.
Yine de ben mazbut halkımla gurur duyarım, çelebidir, açgözlü değildir.
Madem Ramazan'dan yeni çıktık, çocukluğumda çevresine sessizce yardımlarını esirgemeyen nice varlıklı insan tanıdım.
İşte Amasya böyle bir yer, sevmek bağlanmak için bir yığın sebep var.
Ya sevmemek için?
O zaman başka, tamamen niyete ve bakış açısına bağlı.
Dolayısıyla tercih sizin, hangi yolu seçerseniz.
Arzu ederseniz de İstanbul'a gelebilirsiniz.
Nasıl olsa taşı toprağı altın!

26 Mayıs 2020

Yeter ki içinde adalet, barış...


Macit CÜNÜNOĞLU










Amasyalı hemşerilerimden bir gün izin isteyip siyasetin 

engin sularına açılmak istiyorum.
O şehvetli bataklığa.
Ne kadar da cazip, âdeta davetiye gönderiyor.
Kırar mıyım hiç…
Hemencecik balıklama atladım.
Aslında yazacağım fazlaca bir şey yok.
Yine de birkaç kelâm etmekte fayda var.
Ülkemizin hâl ve gidişi hepinizin malûmu fevkâlâde kötü.
Ekonomi dip yapmış, kanserli vakanın son evresi.
İktidar çaresiz, minarelerde “çal bella” çalarak umut tazelemek istiyor
ama nafile.
Çünkü adres yanlış, Erzurum falan olsa belki diyeceğim ama
İzmirli kül yutar mı?
Neticede de yemedi.
Lâkin saldırganlık sürüyor.
Baş hedefi HDP ve yerel yönetimlerdeki kazanımları.
Asıyor, kesiyor, buduyor ve yöneticilerini hapsediyor.
Baş düşman da CHP, tuzağa düşürmek için elinden geleni ardına koymuyor.
Ve bunun adı da adalet ve demokrasi olarak tanımlanıyor.
İnanın isyan kültürü olamayan toplumlarda yaşamak zûl.
Tamamen biat geleneğinin paradigması içindeyiz…
Başta sultan, bizler aciz kul…
Sandık çözüm yolu gözükse de kutsal ittifakı yenmek mümkün değil.
MHP hazır kıta, İYİ Parti aday adayı…
Geriye de sen ben bizim oğlan kalıyor ki…
Umut fakirin ekmeği, ye Memed ye!

Ancak insanlığın bir yerlere sürüklendiği kesin.
Artık ayrılıklar bir anlam ifade edecek.
Hele hele de sarılmaların öpüşmelerin kıymeti asla unutulmayacak…
Ya göz göze bakışmalar, yapılan sohbetler…
Hasletlerimizde taşıdığımız duygular değil mi?
Ve geldiğimiz nokta, bir virüs gezegenimizi baştan yaratacak.
Ne ABD imparatorluğunun ne de Çin’in ekonomik gücünün
hikmet-i harbiyesi kalmayacak.
Küresel kapitalizm yeniden revize edilecek, çıkış yolları aranacak.
Elbette altta kalan yine yoksul ülkelerin halkları olacak…
Ama bitmeyen umutla beklediğimiz yeni bir dünya görüşü tekrar dirilip
ışığımız, güneşimiz olacak.
Adının ne olacağı da önemli değil.
Yeter ki içinde eşitlik, barış, özgürlük olsun.
İşte bu kavgaya ben varım, ya siz?

Kiliseden camiye...



Pammakaristos Manastırı

































İki cami, bir hikâye.
Ortak özellikleri ise aynı adı taşıması.
İlki Amasya’da, Ruhi Tingiz Devlet Hastanesi’nin komşusu.
12. Yüzyılda kilise, sonra cami.
İkincisi İstanbul Çarşamba’da, 13. Yüzyılda kilise, sonra cami.
İsimleri de Fethiye.
Tabii fetihten geliyor.
Ancak ikincisinin şöhreti bizimkine göre daha fazla.
İstanbul’un alınışından sonra Patrikhane görevini üstlenmiş.
O tarihlerdeki adı da Pammakaristos.
Bilâhare Gürcistan ile Azerbeycan’ın fethinden sonra camiye dönüştürülmüş.
Birkaç kez gezme fırsatı buldum.
Ayrı iki dinsel kültürün mirası koyun koyuna yaşıyor.
Ayrıca turistlerin çok ilgisini çekiyor.
Çünkü mozaikler, freskler dipdiri duruyor.
Özellikle başta İsa olmak üzere Hristiyanlığın kutsal figürleri korunmuş.
Ne güzel, tarihin değerlerine saygı duymak insanlığın kriterlerin biri ama
bizim topraklarda bu kural pek işlemiyor.
Yoksa Amasya mabetler cenneti olurdu.
Fena da olmazdı.
Düşünsenize camiler kiliselerle beraber kardeşçe yaşıyor…
İnanın kentimiz bir o kadar daha turist çekerdi.
Özellikle de çağımızda inanç turizminin popülerliği on kat arttı.
Kapitalizmin kuşatmasından bunalan Batı köklerini aramak gerekçesiyle
akın akın ülkemize geliyor.
Çünkü ilkler bu topraklarda.
Örneğin Kapadokya bölgesi bile tek başına merak edilen soruların cevabını
bulmaya yeterli olabiliyor.
Orada kiliseler, şapeller yer altına, dağlara, vadilere inşa edilmiş.
Ne de olsa Roma tarafından yasaklanan din.
Ama memleketimde çoğu caminin temelinde kilise mimarisinin
kalıntıları yatar.
İstanbul’daki ünlü Fatih camisinin kökleri gibi.
Keşke bizim oralarda da prototip örnekleri yaşayabilseydi ama
gelinen nokta ortada.
Bu saatten sonra da fazla lâfın lüzumu yok.
Olan olmuş, giden gitmiş, kalan sağlar bizimdir.

Ancak bugünden yarına yapılacak işler yine vardır.
Öncelikle Selçuklu ve Osmanlı eserleri camilerin soyağacı ciddi bir
arşiv çalışması sonucu gün ışığına çıkartılabilir.
Denilebilir ki kime ne faydası olacak?
Haklı olabilirsiniz, ancak geçmişi aydınlatmak geleceğin inşasına ışık tutar.
Zaten yeryüzünde bu gerçeğin bilincinde olan toplumlar ilerleme kaydetmiştir.
Örneğin Almanya’nın Nurnberg kentini gezdiğimde Ortaçağ’dan kalma şatoların
canlılığını görünce çok şaşırmış, hayranlığımı gizleyememişimdir.
Yine bir yığın Avrupa kenti II. Dünya Savaşı’nda yerle bir olmuş,
hemen hemen hepsi aslına uygun olarak tekrardan ayağa kaldırılmıştır.
İşte uygarlık, işte tarih bilinci.
Merak etmeyiniz, yazdıklarım bir gün gelir işinize yarar.
Yoksa mabet sanarak koşarsınız AVM’lere...
Doldurduğunuz market arabalarıyla kasaların başında yalnız cebinizi değil,
beyninizi de boşaltırsınız…
Ne mutlu size, o zaman iyi yolculuklar!

Macit CÜNÜNOĞLU

25 Mayıs 2020

Boraboy'dan esintiler


Objektifimden Boraboy Gölü-Amasya















Kent içi turlarıma bir gün ara verip Boraboy gölüne doğru uzanalım.
Gerçek bir doğa harikası, yeryüzü cenneti.
Böyle bir güzellik yalnız ülkemizde değil, gezegende dahi az bulunur.
Belki de geldiğim yaştan ötürüdür, yeşilden aldığım hazzı ne denizde
buluyorum ne de başka bir yerde.
İllâki ağaç olacak ve mümkünse yanında su.
İkisi bir araya gelince ortaya doyumsuz manzaralar çıkıyor.
Seyret seyret, hayâller dünyasına yolculuk et.
Bir de gölün çevresindeki orman evlerinde kalma fırsatı bulabildiyseniz,
oksijen sarhoşu olmanız işten bile değil.
Ayrıca ilgi alanınız neyse, ister yürüyüş yapın ister kitap okuyun,
ama kulağınızdan müziği eksik etmeyin.
Bilhassa Beethoven’ın 6. Senfonisi iyi gelir, pastoral olarak bilinir.

Buraya ilk kez çocuk yaşlarımda gelmiştim.
9-10 yaşlarımda, maden mühendisi bir kiracımız vardı.
O’nun rehberliğiyle ailecek piknik yapmıştık.
Krater gölü olduğunu öğrenince çok şaşırmıştım.
Tabii daha sonraları çok gittim.
Ve tek sevincim Tabiat Parkı ilân edilmesi.
En azından insan denen varlığın yapacağı ağır tahribatlarından
kurtulmayı başarmış.
Hakikaten doğanın bizden çektiği nedir?
Özellikle ülkemizde.
El atmadığımız hiçbir coğrafi bölge kalmadı.
Nerde orman, deniz var; turistik tesis, yazlık olup çöktük tepesine.

En son geçen yıl Salta gölüne gittim.
Elbette bizim Boraboy’un  güzellikleriyle kıyaslanmaz ama yine de
bakirliğini korumuş.
Bembeyaz sahiliyle sessiz sakin duruşuyla coğrafyaya renk katıyor.
Ne yazık ki şimdi hedefte, öncelikle imar izni verilmiş,
kıyısına otel yapılacakmış!
İnanın onca çevresel hareketlere rağmen geldiğimiz vahşi ruh hâlini            anlamakta güçlük çekiyorum.
Nedir bu, resmen barbarlık!
Yarım yüzyıldır gözü dönmüş vaziyette, tabii iktidarların desteğiyle
girilmedik köşe, fethedilmedik koy kalmadı.
İstanbul’dan başlayan rantçı talancı zihniyet dalga dalga ülkemize yayıldı.
Beş yıl Antalya’da yaşamıştım.
Gözümün önünde sahil şeridine yapılan devasa otelleri gördükçe içim sızlardı.
Aynı şekilde elli yıla yakın süredir Kadıköy-Feneryolu’nda ikâmet ediyorum.
İlk geldiğimde buralar tek katlı köşklerle doluydu.
Ya şimdi, gökdelenler cenneti.
Bırakın denizi falan, gökyüzünü görene aşk olsun!
O nedenle Boraboy’a her gidişimde huzur bulurum, işte uygar insana yakışan
ortam bu olmalıydı diye hayıflanırım…
Ama bilirim ki nafile.
Keşke kıymetli hemşerilerim arada sırada göl kenarına gitse, derin nefes alsa…
Ağaçların gölgesinde ve kuş seslerini dinleyerek dünkü Amasya’ya              yolculuk yapsa…
Ve nereden geldik nereye gidiyoruz diye düşünse…
Fena mı olur?
Belki benim âçizane temennilerim hariçten gazel okuma ama elimde değil,
dilim sussa elim durmuyor, geçiyorum klavyenin başına…
Yaz babam yaz, iyi geliyor yorgun ruhuma.

Macit CÜNÜNOĞLU

24 Mayıs 2020

Suyun gözyaşları

Yeşılırmak














Evet, konuşulacak çok mevzu var sevgili Amasyalılar, değerli hemşerilerim.
Umarım sizler de benim gibi düşünüyorsunuzdur; bu kentte doğmak
gerçekten ayrılacak, belki de tanrının lütfu.
Dikkat ettiniz mi; resmi çizen nasıl da kondurmuş vadinin tam ortasına,
güzeller güzeli Yeşilırmak adlı akarsuyumuzu.
Rotasından sapmasın diye de etrafını dağlarla çevirmiş.
İstikâmet belli, bağların bahçelerin arasından süzüle süzüle Karadeniz’le buluşmak.
Çocukken çok sık hayâl ederdim, bir salla ırmağın üzerinde macera yaşamayı…
Deli yürek işte veya çocukluk aklı.
Herhalde izlediğim western filmlerinin etkisinde fazlaca kaldığım içindir.
Yine de düş kurmak güzel bir şey.
Anne tarafından hısmımız olan Pembe teyzelerin bağına arada sırada giderdik.
Pepe Kani’in annesinin, mezbahanın arka tarafında, Vehbi’lerinki de
az ilerideydi.
Her ikisinde de yediğim meyvelerin tadını unutamam.
Olağanüstü lezzetliydi zerdaliler, incirler.
Hepsi geride kaldı, artık oralarda apartmanlar var.
Önlerinden yine akıyor Yeşilırmak, belki yalayıp geçtiği söğüt
dallarını arıyordur.
Kim bilir, kentsel dönüşümlere benim bile aklım ermiyor ki,
onunki nasıl ersin!
Fakat Tersakan’da enteresandır.
Coğrafi kuralların aksine denize arkasını döner.
Ladik gölünden yola çıkıp, Havza’yı Suluova’yı geçtikten sonra
bizim oralara kadar epeyce mesafe kat eder.
Halbuki deniz yanı başında, ancak illâki muhalefet edecek,
maksat terslik olsun.
Solcu mudur nedir?
Adıyla müsemma derler ya, nihayetinde de Amasya’ya kadar ulaşıp
Ziyere yakınlarda büyük randevuyu gerçekleştirir...
Artık Yeşilırmak’ın şefkatli kollarındadır.
İkisi birden daha büyük bir coşkuyla yollarına devam ederler.
Başta da dedim ya, coğrafyayı çizen iyi çizmiş.
Gerçekten de büyük ustaymış, bulursam ellerinden öpmek isterim
ama onca aramama rağmen henüz izine rastlamadım.
Belki bir gün karşılaşırız, işte o zaman sorarım;
“bu topraklara cömertliğinin sebebi ne?”
Derse ki “çizdim ama işe yaramadı, bak şu son hâline!”
Çok haklı, herhâlde sualimden utanıp hızla yanından uzaklaşırım.

Evet, Amasya sohbetleri yapmak güzel de, eski hâlinin tadı başka.
Sanki milattan öncede kaldı tüm güzellikler.
Neyse ki vakti zamanında terk eylemişim…
Yoksa yufka yüreğim dayanamazdı bu boyuttaki tahribata, çirkinliğe.
Hoş İstanbul da aynı yıkımdan nasibini fazlasıyla aldı ama çok büyük.
Epeyce sığınacak liman kaldı.
O nedenledir ki memleketime gelir gelmez kapağı Ebemü’ye atıyorum.
İki tek eşliğinde çocukluk anılarıma yolculuk yapıyorum!

Macit CÜNÜNOĞLU

23 Mayıs 2020

Hamam sefası

Mustafa Bey Hamamı-Amasya














HAMAM SEFASI


Bugün de Hızırpaşa mahallesine uzanalım.
Buranın da anılarımda önemli bir yeri vardır.
Bilirsiniz Amasyalı'nın yaşamında hamam kültürü daima olmuştur.
En popüleri de Mustafa Bey’dir (Musta Bey).
O zamanlar  rahmetli abimin en yakın arkadaşları
Muzaffer Ergenekon ile Kazım Kocaman…
Kazım hoca keman çalıyor, abim de ud.
Mini bir saz heyeti, aralarına beni de aldılar, Sümbül hamamının
(15. Yüzyıl) yolunu tuttuk.
Sene 60’ların sonu.
Önce keseler yapıldı, peşinden rakı şişeleri açıldı.
Üzerlerimizde peştamal, şarkıların biri başlıyor biri bitiyor.
Aman tanrım, ne zevk!
Bir tek dansöz eksik,
Aramıza birkaç çingenenin de katıldığını hatırlıyorum.
Ne de olsa mahalleleri, yıllardır Hızırpaşa’yı mekân bellemişler.
Aslında onların yaşam tarzına hep ilgi duymuşumdur.
Asırlar öncesinden Hindistan’tan başlayan serüvenleri çeşitli ülkelere
yayılarak süregelmiştir.
Amasya’da çoğu at arabacılığı yapardı.
El sanatları da gelişkindi, bıçak masat v.b. kasap aletleri üretip satarlardı.
Tabii en meşhurları da Demirali ve ailesiydi.
Âdeta şehrin düğün dernek orkestrası.
Hele kemani Hasan virtüöz mertebesindeydi, sanırsınız Paganini!
Ya düğünlerdeki halleri, eğer yalnız kadınlar içinse perde arkasından
çalıp söylerlerdi.
Şevket Bey sinemasında yapılan düğünleri çocukken hiç kaçırmazdım.
Maksat şeker kapmak!

Güzel devirlermiş, çocuk yaşımızda sürekli bir aktivite.
İşimizin ardı ne, sadece oyun oynamak.
Hem de sabahtan akşama kadar.
Yaşadığım dönemlere bakınca şimdiki çağın çocuklarının
şansız olduğunu düşünüyorum.
Pek çoğu apartman dairelerinde, dört duvar arasında yetişiyor.
Ellerinde cep telefonu, arkadaş yok, mahalle denilen kavram hiç yok.
Zaten komşuluk biteli çok olmuş.
Sadece aile bireylerinin arasında büyüyorlar.
Sonuçlarını yaşayıp göreceğiz, bu kadar korumacı yetişen nesil
özgüven diye ifade ettiğimiz ayakta durma becerisini nasıl kazanacak?
Doğrusu ya, çok merak ediyorum.
Umarım ben yanılıyorumdur, yine de yaşadığım devirlere çok şey borçlu
olduğumu biliyorum, en azından farkındayım.
Bütün mesele özgür ruhun ortaya çıkması, düşünmek sorgulamak.
Onun içindir ki benim kuşağım memleketi kurtarma hevesine kapıldı.
Sonuçları ağır yıkımlar olsa da, onca yitirdiğimiz canlara rağmen
selâm olsun o yıllara diyenlerdenim, hem de binlerce kez.
En azından denedik, ama başaramadık.
Sanıyor musunuz verilen mücadelenin bizlere hiç mi katkısı olmadı?
Olmaz olur mu, on dört yaşımda İnce Memed’i okudum, yirmisinde
klasikleri bitirmiştim.
Şimdi Beethoven ile dostluğum varsa gençliğimin yaramazlıkları sayesinde…
Ve mutluluğun sırlarını öğrendim, gönlüm dingin, yüreğim defolu olmasına
rağmen maraton koşmaya başladım, 100 metre yarışlarını da bıraktım.
Emelim yataklara düşmeden ve akıl sağlığım yerinde toprakla buluşmak…
Öyleyse bana kolay gelsin, hayat yolunda iyi yolculuklar dilerim
değerli dostlar.

Macit CÜNÜNOĞLU

22 Mayıs 2020

Helena'nın gözyaşları









Yaşlılar genellikle erken yatıp erken kalkarlar.
Ben de bu kulübün üyesiyim.
Gerçekten de güneşin doğuşuna eşlik ederek güne başlamak
insana ayrı bir huzur veriyor.
Bir kere müthiş bir sessizlik var, ta derinliklerinizde hissediyorsunuz.
Ayrıca zinde bir beyinle ama geçmiş ama gelecekle ilgili yoğun bir
düşünce seline kapılıyorsunuz.
İçeriden müzik sesi geliyor, her zaman olduğu gibi Vivaldi.
Yine “Dört Mevsim” çalıyor.
Yalnız hangi mevsimde olduğuma hâlâ karar veremedim.
Kışa yakın dursam da gönlümden sonbahar geçiyor.
Hazan mevsimi, Eylül, Ekim, Kasım…
Oysa İlkbahardayız.
Tam da Ege zamanı.
Yakıcı sıcak yok, imbat rüzgârları yüzümüzü yalayıp geçiyor.
Karşımızda komşu adalar, rembetiko sesleri geliyor…
Ve sahilde güzeller güzeli Helena el sallıyor.

Duygulandım yine, başladım geçmişi eşelemeye.
Tamam, memleketimde Ermeniler yoğun olarak yaşadı.
Hatta bizden önce de vardılar.
Ya Rumlar?
Sahi onlara n’oldu?
Madem bu kadar merak ettim, en iyisi 1914 yılına gitmek.
Çok kalmayacağım, sadece nüfus sayımına bakıp çıkacağım.
O ne, şaşkınım!
Dilerseniz sonuçlara birlikte göz atalım.
O devirde Amasya merkez nüfusu: Toplam 21.686
Müslümanlar: 11.631
Ermeniler: 8.891
Rumlar: 1.164
Toplam 61 mahalle var, 33’ünde Müslümanlar, 28’inde
Ermeni ve Rumlar çoğunlukta.
Azınlıkların en çok yoğunlaştığı mahallelerin başında Savadiye,
Beyazıd Paşa, Mehmet Paşa, Sofular, Temenna, Hacı Hamza,
Çeribaşı, Acem Ali ile Dere Mahalle geliyor.
Özetle nüfusun yüzde 46’sı, yani yarıya yakını Ermeni ve
Rumlardan oluşmaktadır.
Enteresan, hiç bu kadarını da düşünmemiştim.
Oysa Nazım’ın o meşhur satırlarını ne kadar da çok severdim…
Belki de ezberimdeki tek şiir.

“Dört nala gelip uzak Asya’dan
Bir kısrak başı gibi uzanan
Bu memleket bizim
Bizim dostlar…”

Ne dersiniz, çok mu iddialı yoksa haksızlık mı?
Lütfen elimizi vicdanımıza koyup düşünelim.
Ben de biliyorum tarihin akışı geri çevrilemez.
Ayrıca Marx ne demiş: “Tarihte olan biten başka türlü olması
mümkün olmadığı için olmuştur.”
Ne kadar da doğru, ama bu ayrılıklar niye?
Bir arada kardeşçe yaşamak varken çok mu önemli dinsel nüanslar.
Tanrı bir, cennet cehennem bir.
Geriye de peygamberler kalıyor ki, kesinlikle o mevzuyu da çözerdik.
Herkesin inancı kendine, mühim olan insanlık deyip geçerdik.
Ama heyhat!
Güzeller güzeli komşum Helena'nın  gözyaşları içime
akmaya hâlâ devam ediyor.


Macit CÜNÜNOĞLU

21 Mayıs 2020

Amasyalı Ester'in hazin öyküsü

















Amasya’nın Dikenleri
adlı kitabı bir solukta okudum.
Kahramanımız Ester’in trajik hayat öyküsü.
O anlatmış, kızı Margaret yazmış.
Ester bizim topraklardan, Amasya doğumlu (1900).
Savadiyeli, on beş yaşına kadar yaşadığı her evi, sokağı hatırlıyor.
Bugünden bakılınca inanılması zor yıllar.
Baştan sona acılarla dolu.
Gördüğü zulmü, vahşete varan şiddet sahnelerini gözler önüne seriyor.
Bu arada rahmetli babamın anlattıkları aklıma geliyor.
Evet, birebir aynı hikâyeler.
Kıyım var, gözyaşı var ve kökten yok ediş operasyonu.
Yeşilırmak uzunca bir süre kıpkırmızı akıyor.
Taşıdığı Ermeni kanı, “On beşlerden” çok önce Karadeniz’e ulaşıyordu.

İttihat Terakki iktidarda, sene: 1915…
Talat, Enver, Cemal saltanatı bütün hızıyla sürüyor.
Biricik dostumuz Almanlar.
Ne derlerse yapıyoruz.
Proje Anadolu’nun kadim halkı Ermenilerin varlığının ortadan kaldırılması.
Emir büyük yerden, ordunun komutası zaten onlarda…
Çanakkale’de 5. Ordu düşmana karşı kahramanca direniyor,
başında Alman general Liman Von Sanders.
Osmanlı ordularını müttefikimiz Almanlar sevk ve idare ediyor.
Karadeniz ve Doğu bölgesi Rus işgali altında…
Öyleyse arıza çıkartan Ermenileri, sonra da Rumları temizleyelim…
Ve insanlık tarihinin en büyük dramlarından biri başlıyor.
Ester daha 15 yaşında, ölümün kıyılarında geziniyor…
Sürgün hayatı Arap çöllerine kadar uzanmıyor.
Ulaştığı son nokta; önce Malatya sonra Sivas…
Nihayetinde de tekrar memleketi Amasya.
Ve bir mucize gerçekleşip Amerika’nın yollarına düşüyor.

Muhakkak okuyun, eminim ki Amasyalı dostlarım anlatılanların
arasında çocukluk anılarını, Ermeni komşularını bulacaktır.
Bir arada yaşamanın keyfine vardığımız devirler.
Ne yazık ki ulus devlet uğruna hepsi milattan önce de kaldı.
Ve bir kadının New-York’taki huzur evinde sona eren macerası da.
Kızı Margaret ustaca yazmış, aynı güzellikte Atilla Tuygan dilimize çevirmiş.
Belge Yayınları’nca basılıp dağıtılmış.
Okurken çoğu yerde içim kabardı, yüreğim dağlandı.
“Yok artık” diyebileceğimiz öyle sahneler var ki,
inanın insanlığımdan utandım.
İstanbul’un orta yerinde katlettiğimiz Hrant’ınki okuduklarım
yanında hafif kalır.
Çünkü Hrant bir kere öldü, ama Ester her gün…
Ve tek bir umudu vardı, o da yaşama arzusu.
Başardı da, ancak doğduğu toprakları bir daha göremedi…
Sadece pırlanta kalbinde yaşadığı sürece hissetti.
Toprağın bol olsun Ester, sevgili hemşerim…
Seni asla unutmayacağım.
Söz; Amasya’ya her gidişimde Savadiye sokaklarına güller serpeceğim,
belki çok uzaklardan görürsün diye.

Macit CÜNÜNOĞLU

Herodot'un izinden...

Amasya Kalesi















Çocukluk, gençlik, yaşlılık anılarım birbirine karışıyor.
Rüyalarımla hayâllerimin karıştığı gibi.
Neydi geçmiş, neydi yaşadıklarım?
Artık rahatlıkla cevap veremiyorum.
Evlâtlarımla, torunlarımla birlikte kalan ömrümü tamamlamaya çalışıyorum.
Günlerim de fena geçmiyor, belki virüs belâsından dolayı özgürlüğüm kısıtlandı
ama en azından haftada bir gün de olsa ziyaretime geliyorlar.
Bu buluşmadan da ziyadesiyle mesut bahtiyar oluyorum.
Dikkât ediyorum, çoğu arkadaşım bu imkânı da bulamıyor.
Moda deyimle izole hayatlarını sürdürüyorlar.
Gerçekten de zor bir durum, özellikle ileri yaşlarda insan sevmeyi
sevilmeyi o kadar çok özlüyor ki.
Hele hele de torunlarla oynaşmak ömrüme ömür katıyor.
Bir de evlâtlarımla yaptığım sohbetlerin tadına doyum olmuyor.
İki tek atmışız, sanattan siyasete kadar her telden konuşuyoruz.
İnanın vaktin nasıl geçtiğini anlamıyorum.
Veda zamanı geldiğinde de derinden üzülüyorum…
Yolcu ettikten sonra da dönüp doğduğum topraklara sığınıyorum, Amasya’ya.
Nasıl olsa İstanbul yasak, bari diyorum hayâl dünyamda gezineyim.
İyi de oluyor, içim ferahlıyor, ruhum rahatlıyor.

Şehrimizin can damarı Yeşilırmak ve onun yaydığı güzellikler.
Âdeta beni davet ediyor, ayrıca cennetten gelen çağrıyı kim geri çevirebilir ki?
Belki içinde yaşayanlar hasretimi abartılı bulabilirler, bence mahzuru yok.
Ama onca kent gezmiş biri olarak memleketimi tek geçerim.
Tabii İstanbul hariç, orası Türkiye değil, başka bir dünya.
Deyin ki devlet içinde devlet.
Evet, bugün gönlüm Çakallar’da çay içmek istiyor.
Elbette semaverde, yanında Galip ustanın çöreği ve köy peyniri.
Tam karşımda Pontus kalesi bütün çıplaklığıyla duruyor.
Kral mezarları, Kızlar Sarayı ve sarnıçlar.
Milattan önceden kopup gelen eski uygarlıklar…
Başlangıçları Hattiler, sonra Roma ve nihayetinde Bizans.
Ta ki Selçuklu gelene kadar, sonrası malûm; Osmanlı ve T.C.
Binlerce yıllık tarihi dokunun içinde yaşamak güzel bir duygu.
Aklının yettiği kadarıyla geri vitese takıp ilerleyebilirsiniz.
Muhakkak ki bir yerlerde Herodot Baba’yla karşılaşacaksınızdır.
Sakın ıskalamayın, dost olun onunla.
Hemşerimiz Strabon gibi ilklerdendir.
Merak edip bir çırpıda okuyun kitabını…
Karşınıza Amasya da çıkacaktır ve daha neler neler.
Bu arada soyağacınızla ilgili bilgiler öğrenmek istiyorsanız, boş verin
Orta Asya’yı, Osmanlıyı…
Köklerinizin kıdemini görünce şaşıracaksınız.
Yeter ki geçmişle bağ kurmayı becerin, çünkü bu toprakların altı üstü
hazinedir, atalarımızdan günümüze kalan değerli miraslar.
Ve sizlere emanettir, lütfen kıymet bilin, kurda kuşa yem etmeyin.

Macit CÜNÜNOĞLU

20 Mayıs 2020

Çağdaş Türkiye özlemiyle...

Gazi Anıtı-Amasya















2006 yılında kurulan Amasya Üniversitesi AKP iktidarının kentimize
kazandırdığı güzelliklerden birisidir.
İyi de olmuş, çünkü Osmanlı’nın Oxford’u olarak anılan şehrimize
böylesi bir akademik kurum yakıştı.
Fakat sosyal bilimler alanına yönelseydi çok daha iyi olurdu.
Başta tarih, coğrafya, edebiyat, güzel sanatlar, felsefe gibi.
Bir de tıp.
Bu temennilerimim altını da elbette doldurmam lâzım.
Öncelikle Strabon, M.Ö. 7. Yüzyıl, coğrafyanın babasıdır, hemşerimizdir.
Sabuncuoğlu Şerefeddin, 15. Yüzyıl cerrahı, 17 yaşında başladığı
mesleğini ölene kadar sürdürmüş, ilk hekimlerimizdendir.
Geriye de tarih, edebiyat, sanat, mimarlık ve felsefeyle birlikte
musiki kalıyor ki, zaten bu toprakların hasleti.
Örneğin Bimarhane (Daruşşifa), halk arasında Tımarhane olarak bilinir,
ama gerçek bir hastanedir.
Ameliyatların yapıldığı, özellikle de akıl hastalarının musikiyle tedavi
edildiği merkezdir.
Hele giriş kapısı, tek kelimeyle şaheserdir.
Mermer dantel işçiliğiyle âdeta mimarinin eşsiz güzellikleriyle yarışır.
Ayrıca her Amasyalı (tabii meraklısı) doğuştan tarihçidir.
Nasıl olmasın ki, dokunduğu her taş, gittiği her mabet asırlar öncesine aittir.
Örneğin Pontus sarnıcı Cilanbolu, çocukluk yıllarımda dibine
ulaşmayan gençlere delikanlılık vizesi verilmezdi!
Ah Amasya ah, ne zor da kriterlerin varmış!
Dağlara tırmanacaksın, ırmakta yüzeceksin, üstüne üstlük itiraz
kültürüyle yetişeceksin.
Boşuna mı bu topraklarda Baba İlyas, Baba İshak kurulu düzene
(Selçuklu) karşı çıktı.
Üstelik 13. Yüzyılda, Türkmenlerin tarihi yeniden yazıldı.
Demek ki kan çekiyor, Alevi olmasam da özgürlük tutkum ta o
devirlerden başlıyor.
Ve isyankâr ruhumun temelleri de o zamanlarda atılmış.
Ne güzel, resmi ideolojinin dışında kalmakta fena değil.
En azından devlete biat etmiş köle olmuyorsunuz.
Belki ağır bedeller ödüyorsunuz ama özgürlük-eşitlik sevdanız
sizi daima ayakta tutuyor.

Bu arada yazdıklarım Amasyalı hemşerilerimi ne kadar ilgilendiriyor,
bilemiyorum.
Lâkin hayatın sırları bir anlamda geçmişimize bağlı.
Ve yaşadığımız coğrafyaya.
Salt ailemizden devraldığımız kültür, yaptığımız eğitim de yeterli değil.
Bütün mesele yaşadığımız toplumu sağlıklı gözlem yetimizden geçiyor…
Bir de tarih bilincimizden.
Ve tercihimizi egemen güçlerden yana da kullanabiliriz, emekten yana da.
Elbette karar bizim.
Ama bir Amasyalı olarak bilime, ilime duyduğum olağanüstü saygıdan ötürü,
yaşasın aydınlık, yaşasın özgürlük...
Onun adı da demokrasidir ve muasır seviyeye ulaşmış Türkiye’dir.

Macit CÜNÜNOĞLU

19 Mayıs 2020

Şerefine Şerefim, iyi ki varsın

Keman virtüözü Şeref Gülsün

















Her ne kadar hapis hayatından fevkâlâde sıkılmış olsak da
faydası da olmadı değil.
Öncelikle bol bol okuma fırsatı bulduk, bir de sanatla haşır neşir olduk.
Sağolsun Facebook arkadaşlarım sayfalarından müziği hiç eksik etmiyorlar.
Hemen hemen her telden var.
Ancak Şeref Gülsün’ün paylaşımları ayrı bir lezzet.
Biliyorsunuzdur, üstadımız akademik müzisyen.
Özellikle Türk Sanat Müziği’nin tüm inceliklerine vakıf.
Zaten bu konuda kitapları ve çok güzel besteleri var.
Çaldığı keman ise virtüözün elinde olduğunu hissedercesine
yüreğimize ulaşan nağmelerle gönlümüzü okşuyor.
Ne güzel, insanın böylesi melekelerle donanımlı olması.
Hele fasıllar, o bölüm de ayrı bir muhabbet konusu.
Çünkü bu tür musikimizin adeta saltanat makamı.
Oralarda aşık atmak herkese nasip olmaz.
Ama Şeref kardeşim sanki sanat için dünyaya gelmiş.
Yalnızca enstrümanını çalmıyor, çalıştırdığı koroları da başarıyla yönetiyor.
Yaşadığı engin tecrübeleri de sık sık takipçileriyle paylaşıyor.
Kâh Maksim günlerini, kâh televizyon kayıtlarını…
Bazen de şarkılarını kendi çalıp, yorumluyor.
Belki talepkâr olsak canlı yayına bile geçer ama dilerseniz bu isteğimizi
büyük ustamıza iletelim, bakarsınız karşılık bulur, pratiğe yansır.
İşte o zaman tadından yenmez, elimde kadehim, Şerefim karşımda…
Vallahi istek bile yapabilirim, O da döktürür hüzzam makamından.

Fakat bir konunun altını çizmeden geçemeyeceğim, üstadımızı arada sırada
kızdıranlar çıkıyor, anlıyorum ki hariçten gazel okuyanlar.
O da başlıyor didaktik metotlarla fırça çekmeye.
Yapma etme diyecek halimiz de yok.
Bir de hepimizi aforoz etmekle tehdit etmez mi!
Tabii anlayışla karşılıyorum, ne de olsa ayrı dünyaların insanıyız.
Ömrünü sahnelerde geçirmiş, Zeki Müren’in baş kemancısı olmak
az bir şey mi?
Elbette bizim gibi sıradan insanlardan değil.
Onların ruhunda kulis tozu var, kanında akyuvarlar yerine notalar gezinir.
Her nefes alışlarında sekizlikler, on altılıklar dans eder…
Es yoktur hayatlarında, matine suare derken bir ömür geçmiştir.
Çok severim dostumu, kişiliğini, sahnedeki duruşunu.
Kemanı yoldaşı olmuş, şarkılarla sarmaş dolaş portre çizgilerinin
daima üzerindedir...
Ve el sallar sosyal medya sayfalarından; “hangi makamdan istersiniz?”
Çal ustam çal, yeter ki sesini, kemanını duyalım…
Ve hep birlikte çıkalım gökyüzüne, yıldızları seyredelim.

Macit CÜNÜNOĞLU

Amcamın mirası

Cününoğlu Ahmet Efendi-Yıl:1930




















Tarihin en ilginç sayfalarında sınıflar arası kavga vardır.
İlk köle isyanı da Roma’da gerçekleşmiş, Spartaküs önderliğinde
zincirlerinden başka kaybedecek bir şeyleri olmayanlar ayaklanmıştır.
Ve sürüp girmiştir.
Ta ki Fransız İhtilali ve peşinden Endüstri Devrimi’ne kadar.
Dolayısıyla bugünün temelleri 18 ile 19. Yüzyılda atılmaya başlanmıştır.
Geçenlerde E-Devlet üzerinden soyağacıma bir kez daha baktım.
Dedem Hacı Mustafa 1849 doğumlu, aramızda yüz bir yıl fark var.
Keza nenem Ümmügülsüm de öyle, 19. Yüzyıl doğumlu.
Babam ise 20. Yüzyılın başında doğmuş.
Sanki tarihinden içinden süzülerek gelen bir aile.
Aralarına karışınca ister istemez kendimi zaman tünelinde hissediyorum.
Kime el atsanız antik çağın izlerini taşıyor.
Aileye en son katılan annem bile (1912 doğumlu) iki padişah görmüş.
Bu arada dedem Cününoğlu Mustafa’dan kalan padişah turalı beratımız var.
Gurur vesilesi, yanında da madalya.
Hikâyesi de şöyle; II. Abdülhamid devri, İstanbul-Bağdat demiryolu yapılıyor.
Dolayısıyla Amasya’nın eşrafı olma hesabıyla dedem ciddi yardımlarda bulunuyor.

Yalnız en son değerli Hüseyin Menç’in Facebook sayfasında bir belge gördüm.
Yine Cününoğlu imzalı, bu kez Ahmet amcamın ilânı.
Yıl: 1930, Selağzı’nda lokantası var, tanıtım yapıyor.
Doğal olarak yeğeni olarak heyecanlanıyorum.
Yaşarken tanıma fırsatı bulamadığım öz be öz amcam,
benim doğumumdan çok önce vefat etmiş.
Babamın biricik ağabeyi, ama hayatı hızlı yaşamış.
Macerası İstanbul’a kadar sürmüş.
Demek ki bizim soyadında bir büyü var, ne de olsa Cünûn, Arapça.
Anlamı da deli demek, zır deli değil canım, nalıncı keseri gibi
bir nebze sulandırayım; aşk ve içki sonucu ulaşılan mecnunluk hâli.
Bir nevi çılgınlık.
Vallahi bir aile soyadıyla bu kadar mı müsemma yaşar?
Amcam, babam, ağabeyim ve yüksek huzurlarınızda ben;
Macit Mustafa Cününoğlu…
Alayımızda bir sıkıntılı ruh hâli var ama hâlâ sebebini çözemedim.
Keşke Freud amcam yaşasaydı, belki O’na başvururdum.
En azından çare bulurdu, yoksa yaşanan hayatlar (benimki de dâhil)
hayat değil.
Rakı şişesinde balık olmanın da bir adabı, yolu yordamı var.
Ama biz aile boyu boğulmayı tercih ettik.
Geriye de bir ben kaldım.
Allah sonumu hayretsin, temennim yarış atı olarak ayakta ölmeyi becermek.
Yoksa hâlim harap.
Neyse, böyle tatsız mevzulara girmeyelim, daima ileriye bakalım.
Ülkemizin aydınlık yarınlarına.
Nasıl ki Spartaküs Roma’ya isyan etti ve bir güzel yenildi.
Ancak geriye koskoca bir yürek bıraktı ve tarihin altın sayfalarında yer aldı.
Belki benden de geleceğe birkaç satır kalabilir.
Hakikatten, iyilikten, güzellikten söz eden yazılar…
Sonsuzluğa teslim edilmiş yalansız, dolansız sohbetler…
Bakarsınız okuyan olur.


Macit CÜNÜNOĞLU

18 Mayıs 2020

Tersakanlı günler başlarken...




Görüntünün olası içeriği: yazı

Dün massenger’dan sürpriz bir ileti aldım.
Kimden mi, Cumhuriyet gazetesi Amasya temsilcisi Mehmet Menekşe’den.
Amasya-Tersakan gazetesinde yazılarımı yayımlamak için izin istiyor.
Oysa ben kamuya açık bir şeyler karalıyorum, izne falan gerek yok ama
yine de gurur duydum.
Daha sonra telefonla görüşme imkânım oldu, kısa bir sohbetten sonra
minnettarlığımı ifade edip gönülden teşekkür ettim.
İnanın daha önce paylaşım konusunda aynı sayfaya başvurmuştum,              ilgilenen olmadı.
Demek ki vakti zamanı değilmiş, kısmet bugünlereymiş.
Ayrıca değerli Menekşe ile ne çok ortak dostumuz varmış.
Aslen Tokatlı olmasına rağmen 30 yıldır Amasya’da yaşadığını söyledi.
Demek ki benim iki katım.
Artık aynı şehrin evlâtları olarak birbirimizi daha iyi anlayabiliriz.
Üstelik felsefeci.
Ne güzel, uktem de kalan bölümlerin başında geliyordu.
Neyse, kısa sürede Sokrates amcamız bizi yakınlaştırır.
Zaten öğrencisi Eflatun ile onun da öğrencisi Aristotales’le beyinsel
akrabalığımız var, aramıza Heraklit’i de aldık mı, görün o zaman.
Bence gecikmiş de olsa güzel bir buluşma oldu.
Hem de Amasya’da, O’nun bedeni benim ruhum, beraber volta atarız
Yeşilırmak boylarında.
Geçerken selâmlarız Strabon’u, Sinoplu komşumuz Diyojen’i yad ederiz.
Ben eski Selağzı’nı anlatırım; Sinan hamamını, tabii
Şuayip amcamı da unutmadan.
Oradan geçerim fayton durağına, Atıf’ın meyhanesinin yanı başına.
Celal’in babası sevgili dayımdan söz ederim…
Bu arada yaşayıp yaşamadıklarını öğrenmek için deli Naciye ile
deli Saim’i sorarım…
Bir de bandonun önünde yürüyen Ahmet çavuşu.
Şimdi aklıma geldi, ne çok madalyası vardı kahramanımızın?
Aynen peygamberim Brejnev gibi(!)
Hepsinin ruhu şad olsun, toprağımın ölümsüz karakterleriydi.

Ancak yanarım yanarım, memleketimde hiç 1 Mayıs görmedim.
Oysa Culüs tepeden başlayacak kortejin saflarında olmayı
ne çok isterdim.
Tersakan gibi kuzeyden güneye akmak, müthiş duygu…
Tarih 12 Haziran’ı gördü ve yaşadı…
22 Haziran’da yanan ateş dalga dalga yurt sathına yayıldı.
Ve yepyeni bir ülke kuruldu.
Her ne kadar söndürülmeye çalışılsa da biz buradayız…
Yarın 19 Mayıs, Samsun'dayız...
Amasya’dayız, Erzurum’dayız, Sivas’tayız, Ankara’dayız…
Kolumda Mehmet, yüreklerimizde menekşeler açmış…
Tersakan’ın suları coşmuş…
Geliyoruz, var olmak için geliyoruz.
Lütfen gölge etmeyiniz, başka bir ihsan istemez!

Macit CÜNÜNOĞLU

17 Mayıs 2020

Mazide kalan ağaçlar

İstasyon












Bugün de istasyona doğru uzanalım.
Eskiden bu mahalle halk dilinde “Dalların altı” olarak bilinirdi.
Şimdi ise dal mı kaldı yaprak mı, her taraf apartman.
Hatta hatırlarım, ilk kaloriferli bina Kutsallar tarafından orada inşa edilmişti.
İkincisini de Torunlar’dan Salman abinin babası Prinççi caddesinde yapmıştı.
Ayvasıl tarafındaki Sanayi iş yerleri de onun eseriydi.
Yani Amasya’nın konformizmle tanıştığı yıllar.
Gelinen sonuç iyi mi oldu kötü mü, orasını bilemem.
Ama toprağa yakın yaşamanın faydalarına inanan birisiyim.
Hele hele de necip Türk halkı için.
Diyalektiğin temel yasalarından biridir, kağnıdan inip Mercedes’e binilmez.
Ara katmanlar vardır.
Ama halkımız maalesef geçmişini yok sayarak kapitalizmin sunduğu en uç
fantezilerin peşine düştü.
Örneğin Çakallar tepesine görgüsüzce yapılan villalar, sanki servet kartviziti!
Hem de ahalinin gözüne soka soka.
Herhalde Hazeranlar konağı gibi kırk odalı falandır.
Utanmasalar Yeşilırmak’ta gezmek için yat bile alırlar ama taciz eden,
taşlayan çok olur.
Ne de olsa serde solculuğumuz var, tevatura göre doğuştan edindiğimiz huy.
Kahrolsun zenginlik, yaşasın alçak sürünme!
Nitekim yetmiş yıllık pratiğimiz de aynı kapıya çıkmıyor mu…
Yeryüzünün en mükemmel ideali (ütopyası) nasıl da yerle bir oldu.
Neyse ki Amasyalı hemşerilerimin ezici çoğunluğu bu
mevzularla ilgilenmiyor.
Yoksa kırk yıldır Homo Sapines neslinden belediye başkanları seçer miydi?
Cennet vadiyi çölleştirme ustaları.
Dolardan başka yeşil tanımayan hilkat garibeleri.
Memlekette pehlivan yok, etraf güreş salonu dolu.

Çok iyi hatırlarım, gençlik yıllarımız.
Bölge Müdürü Nejat Becan, Savadiye’de kapalı spor salonu yapılmış.
Bekçisi de futbolcu Sadettin’nin babası Napolyon lakaplı biri.
Aman tanrım, girmek ne mümkün.
Sanki koruduğu Bastil kalesi.
Bir türlü sokmuyor, oysa bizler parke üzerinde basketbol oynamak
için can atıyoruz.
Neyse, devreye Vehbi’nin babası Muammer abi (Kiper) girdi de
lütfedip izin verdiler.
Amasya ilginç bir yer, özellikle gençlik için sıkıntılı.
Tabii benim yaşadığım devirlerde.
Kız arkadaş yok, en fazla mektup trafiği yaşayabilirsin.
Bir de yan yana gelip el ele tutuşmaya kalkarsanız…
Hiç kurtuluşunuz yok, illâki paçayı ele verirsiniz.
Ondan sonra ayıkla pirincin taşını, olay dalga dalga büyür,
işi gücü olmayan halkın diline düşersiniz.
Hatta yerel gazetelerin manşetin de bile yer alma ihtimaliniz var.
Ne de olsa memleket haberleri.
Basın her yerde!

İşte böyle dostlar, acısıyla tatlısıyla, günahıyla sevabıyla bu memleket bizim…
Bizim dostlar.

Macit CÜNÜNOĞLU

16 Mayıs 2020

Akşamın içinden...

Şerefine kardeşim!


















On beş yıl yaşadığım Amasya’da hiç kanser vakası duymadım.
Veya vardı da ben bilmiyordum.
O dönemlerim favorisi ince hastalık denilen veremdi.
Bir de kalp, her ikisine de annem ile babamda şahit oldum.
Zaten babam 58 yaşında geçirdiği üçüncü kalp krizi sonucu vefat etti.
Ne zamanki İstanbul’a göç edip yerleştim…
Aman tanrım, hemen hemen tanıdığım her ailede bir kanser vakası.
Çok geçmedi, ben de sevgili eşimi lösemiden kaybederek (1982)
en acı biçimiyle bu illetle tanıştım.
En sonuncusunu da dün duydum, değerli eşimin kuzeni, henüz ellisinde
bile değil, akciğer kanseri olmuş.
Beş çocuk annesi dünya tatlısı.
Onca yaşadığı çileli hayata rağmen hâlâ gülümsemeyi becerenlerden.
Çok üzüldüm, hem de çok.
Nitekim 2 Aralık 2020'de sonsuzluğa göçtü.

Hayat gerçekten garip, kimine kavun yedirir kimine kelek.
Oysa güzel kızımızın evlâtları okumuş, çalışma hayatına başlamışlardı.
Tam da derin bir nefes alacaktı ki…
Ne demek lâzım, bilemiyorum.
İnanın böylesi çaresiz durumlar karşısında kahrediyorum, ama kime?
Yukarıdakiyle de yollarım ayrılalı çok oldu.
Adalet, eşitlik istiyorum ama kimden?
Adres de belli değil.
Yalvarışlarımın, yakarışlarımın nafile olduğunu bilmeme rağmen
isyan bayrağı çekiyorum, bakıyorum ki rengi beyazlara bürünmüş.
Bazen de sonsuzluğa haykırıyorum; lütfen gençlerin yakasını bırak diye.
Gel de beni al çağrısında da bulunuyorum…
Çünkü genç ölümleri karşısında yaşadığımdan utanıyorum.

Dedim ya, hayat bir garip, zayıf noktanı keşfetmeye görsün.
Vurdukça vurur, hem de zalimce.
Kimine de “Yürü kulum” der.
O da yürür, madem emir büyük yerden, ne kardeş tanır ne de insani değerler.
Kararmıştır yürekler, kapanmıştır vicdanlar…
Ya Allah ya Bismillah diyerek koşar adım gider tanrısına…
Referansları banka hesap cüzdanı, sahip olduğu servetidir…
Ne kadar kirli çamurlu olduğunun bile farkında değildir.
Dostları arkasından bağırır; “iyi biliriz!”
Ya bu dünyada onuruyla mücadele edenler, değerli insanlar…
Onları da ayrıldığında kalbimize gömeriz ki, hiç unutulmasın diye.

Macit CÜNÜNOĞLU

Gerçek zenginlik

Amasya















Uzunca bir süredir Corona’yla yatıp kalkıyoruz.
Çağımızın baş belasıyla mücadele zor görünüyor.
Şimdiden dünyada ölenlerin sayısı 300 bine yaklaştı.
Üstelik çoğu da ekonomisi gelişkin ülkelerde.
Demek ki kapitalizm de her derde deva olmuyormuş.
İnşallah insanlık gerekli dersleri çıkartır.
Bende çaresiz, eve tıkılı vaziyette gelişmeleri izliyorum.
Neyse ki hissiyatımı yazıya dökebiliyorum.
Yoksa durumum kötüydü, dört duvar arasında hobisiz
yaşamak kolay değil.
Tabii bir de Amasyam var, doğduğum topraklar.
Hemen hemen her gün, hatta kesintisiz gönlümü gezdiriyorum.
Üstelik parayla değil, ne yatacak yer arıyorum ne yiyecek.
Yeşilırmak vadisini boydan boya kendime tahsis ettim.
Kimseyi rahatsız etmeden volta atıyorum.
Ne kadar da özlemişim, bir bilseniz.
Bilmeyen de sanki Paris’ten söz ettiğimi zanneder.
Varsın olsun, tercih bu, memleketim benim nezdimde
zaten bir numara.
Her ne kadar İstanbul aşığı olsam da Amasya’dan asla vazgeçmem.
Tilki de değilim ki dönüp dolaşacağım yer olsun…
Torun torbaya karıştım, evlâtlarımla birlikte sürdürdüğümüz bir
hayat tarzımız mevcut.
Bu da beni fazlasıyla mutlu ediyor.
Ama hayâllerimde, rüyalarımda daima Amasyam var, canım memleketim.

Düşünsenize, bir köprümüz görevi başındadır ki, temelleri
Roma’dan kalma.
Üzerinden geçerken her zaman aklıma o muazzam imparatorluk gelir.
Dünyanın dört bir tarafına ne eserler kazandırmış.
Adı Bizans olmuş, Pontus olmuş fark etmez, neticede her yol
Roma’ya çıkar.
Örneğin New-York’taki Brooklyn köprüsü, Hollywood artistleri gibi ünlü…
Ya yaşı, 19. Yüzyılın sonlarına doğru yapılmış, daha dünkü çocuk!
Her zaman yazar söylerim, tarih bilinciyle yaşamak insanı zenginleştirir…
Mesele kuru bilgi depolamak değil, o kültüre ulaşmaktır.
Dolayısıyla her bir Amasyalının yaşadığı coğrafya hakkında derin
bilgisinin olması gerekir ki, sahip olduğu değerli hazineye sahip çıksın.
Yoksa birileri gelir; ama vali, ama belediye başkanı, gönlünce at koşturur.
Tecrübeyle sabittir.
Yakın zaman olduğu için yazıyorum, Ş. Dağıstanlı’yı unutanınız var mı?
Kimdir bu adam?
Faşist Cunta lideri Evren’in devresi, peki siyasetçi midir?
Hayır, emekli bir subay, benzincilik yapıyor.
Ama tepeden inme koltuğa oturmasını biliyor, devir 12 Eylül…
Karanlık günler, dilerim sevgili hemşerilerim o korkunç yılları unutmamıştır.
Ama son dönemlerde gerçekleşen seçimlere bakıyorum,
giderek muhafazakârlaşan bir Amasya var.
Çok eskilerden vazgeçtim, seçim sonuçları 70’li yılları aratır oldu.
Nerede kaldı Çağlayan, Çiçek, Kristal lokantaları…
Sadece hatıralarımızda ve hayâllerimizde.
Dost acı söyler derler, bu gidişat Amasya’ya hiç yakışmıyor.
Kentlilikten bi haber, davul zurnayla çekilen halaylar, simsim oyunları…
Hepsi bir yere kadar.
Ancak vatan sizden M. Kemal aydınlığını içselleştirmiş
gençler yetiştirmenizi bekler…
Daha açıkçası 22 Haziran Tamimi’nin hâlâ gündemde
olduğunu unutmadan.

Macit CÜNÜNOĞLU

15 Mayıs 2020

Şimdi memlekette olmak vardı

Macit CÜNÜNOĞLU-Amasya












1948 yılında Amasya’da yaşanan sel felaketi kent tarihinde acı bir sayfa açmıştır.
92 kişi ölmüş, onlarca hemşerimizin evleri yıkılmıştır.
Bu nedenle Yangın Yeri diye bilinen boş alanın hemen yanı başına devlet 100 tane
ev yapmış, evsiz kalanlara dağıtmıştır.
Mahallenin adı da 100 Evler olmuştur.
Ancak bu faciadan da halkımız kara mizah örneği hikâye çıkartmayı başarmıştır.
Savadiyeli arkadaşım Mehmet Şekerci’nin dedesi selden eşeğini
kurtarmaya çalışırken sulara kapılıp boğuluyor, ancak eşek kurtuluyor!
Ve bu trajik olay komşu gezmelerinde yapılan sohbetlerin başında geliyordu.
Sonuçta küçük kent insanının dünyası, yaklaşık 1 ay önce kurulan
İsrail devletini konuşacak değil ya!
Bizzat şahit olduğu vakaların içinden muhabbet malzemesi üretir…
Ama zekidir, taşı gediğine koymasını bilir.
Ne de olsa Amasya aristokrat kültürün yaşandığı coğrafya.
Osmanlı onca medreseyi boşa mı yaptı?
Belki de kentin tek eksiği endüstri ile tanışamamış olmasıdır.
Diyeceksiniz ki, “ülkede vardı da biz mi koymadık?”
Elbette haklısınız, ancak bir de Ahmet abiye (İşçimen) kulak verelim.
İstanbul’daki evinden dolayı komşumdu ve dostluğum da gelişti.
“Yeğen” derdi, “Ben Avanos’tan memleketinize geldim. Çömlekçi çırağıydım.
Küçük bir atölye kurdum, başladım kiremit üretmeye ve bugünlere geldim.”
Ve ilâve etti; “Amasyalı ileriyi göremez, büyük düşünemez.”
Rahmetlinin görüşlerine katılırsınız, katılmazsınız, ancak haklılık
payı da yok değil.
Çünkü Amasyalının temel felsefesi “Azıcık aşım, kaygısız başım”
üzerine kurgulanmıştır.
Buna göre de hayat tarzını oluşturmuştur.
Yoksa şehrimizde hatırı sayılır ölçüde zengin vardır,
çoğu da toprağa bağlıdır.
Ama iktidarların tarım politikaları gereği onlarda endişeli üretim yapmaktadırlar.
Örneğin seneye soğan para edecek mi?
Ne zor durum; önü belirsiz iş yapmak, geleceği görememek.
Ayrıca saman ithal eden ülke durumuna düştüğümüzü de unutmayalım!
Kader utansın, yine de şehrimiz Türkiye’nin en sakin illerindendir.
Mazbut ahalisi ağır başlıdır, sessizliği huzuru sever.
Fakat rahatına da çok düşkündür.
En büyük zevki Osmanlı’dan devraldığı zengin yemek
kültürünü hayata geçirmektir.
Geçen günlerde halamın torunu Vehbi’yle konuştum, ki gerçek bir gurmedir…
Evinde dondurma yapıyormuş!
Envai çeşit yemeklerini, tatlılarını, kebaplarını yedim ama menüsüne
dondurmayı da katmış.
İnşallah bir gün tatmak nasip olur.

Evet, tüm ülkede olduğu gibi memleketimde hızlı göç
hareketlerinden etkilendi.
Çoğu yerli halk Amasya’yı terk etti.
Köyler şehre aktı, örneğin Savadiye’deki dayımın evi dağın
eteğindeki son binaydı.
Ya şimdi, yukarıya doğru koskoca bir mahalle oluşmuş.
Normaldir, çocukluğumda ülke nüfusunun % 20’si şehirlerde,
% 80’i köylerde yaşardı.
Özellikle 1950’den sonra tam bir alt üst yaşandı.
Metropoller hayatımıza girdi, İstanbul devasa büyüklüğüyle
20 milyona doğru koşuyor.
İyi mi, kötü mü?
Ona da siz karar verin.
Ancak Amasya’da hayat yine dingin, yine yumuşak…
Ve Yeşilırmak sessiz sakin Karedeniz yolculuğunu sürdürüyor.
Ne güzel, ah şimdi Amasya’da olmak vardı anasını satayım!

14 Mayıs 2020

Acı hasret

Aile dostumuz Tercan Mildanoğlu'yla...
Kızları Nora'nın nikahından.
















Bugünde Yeşilırmak kıyısındayım, istasyona doğru yürüyorum.
Kız Sanat Okulu’nun önünde durdum, ırmak kenarı çay bahçeleri
ve heykellerle dolu.
Hâlbuki İslâm’da heykel yasak, putperestliği çağrıştırıyormuş!
Neyse ki Amasya şehzadeler şehri olma aşkıyla bu konuda
kendini aşmış…
Araya ünlü coğrafyacı Strabon girse de, bu hâline de şükür.
Ancak Kız Sanat’ın hemen arkasında büyükçe bir alan vardı.
Çocukluğumda bisiklet kiralanırdı, zaten orada öğrenmiştim,
bir de haftada bir gün pazar kurulurdu, gerçek halk pazarı.
Takdir edersiniz ki o devirlerde tüm meyve ve sebzeler organik.
Henüz hormon keşfedilmemiş, 10 bin yıllık zirai gelenek devam ediyor.
Domatesler kıpkırmızı, salatalıklar mis gibi kokuyor.
Ancak buranın adı çok eskilerde Yangın Yeri diye anılırmış.
Neden acaba?
Resmi tarih buradaki evleri ve dükkânları 1915 tehcirinde
Ermeniler yaktı diyor…
Diğer taraftan güvendiğim kaynaklar Türklerin tezgâhı olduğunu iddia ediyor.
Ancak hangi görüşe yakın durursanız durun, ortada bir gerçek var.
O da bu kent Ermeni vatandaşlarımızın yoğun olarak yaşadığı coğrafya…
Ve en ağır darbeyi de İttihat Terakki yöneticilerinden yiyorlar.
Çok merak ediyorum, söz konusu tarihte Amasya’da kaç kilise,
kaç azınlık okulu vardı?
En son Savadiye mahallesinde olan kilise duvarlarını hatırlıyorum…
Arsasında aşık oynardık.
Sonradan yerine Kapalı Spor Salonu yaptılar.
Hacılar meydanının karşısındaki Ermeni mezarlığının yok edilip
yerine İmam Hatip okulunun yapılması gibi.

Aslında yakın tarihimizin derinliklerine biraz yolculuk yapınca
karşımıza neler çıkıyor neler.
Özellikle kentimizin toplumsal dokusunda.
Düşünüyorum da çok uluslu yaşamayı beceren Osmanlı geleneği
Talat ile Enver’in iktidarında provoke edilmiş.
Tabii arkasında Alman projesi var, neticede I. Dünya Savaşı koşulları…
Ve Rus işgali…
Yine de Ermenilere dayatılan zulmü içim almıyor.
Büyük haksızlık, tek kelimeyle facia.
Hâlbuki Amasya sessiz sedasız kendi hâlinde yaşayan bir Anadolu şehri.
Birlikte yaşadığımız onca Ermeni dostlarımızı kim unutabilir?
Sağ kalanları da “Ulus Devlet” idealleri uğruna harcandı.
Örneğin Ohannes amcamı kim vurdu?
Tabii ki katil ruhlu Reşat, profesyonel tetikçi.
Ancak arkasında kimler vardı?
Cinayet aydınlatıldı mı, ne gezer.
Tek cevabı var: “Söz konusu vatansa gerisi teferruattır!”
Tüm bu tarihi gerçekleri yüreğinde hissedince insan aklı
doğal olarak sorguluyor…
Bir milyon üzerindeki Ermeni’ye n’oldu?
Komşularım, sınıf arkadaşlarım neredeler?
İşte bu nokta da rahmetli annem aklıma düşer.
Selanik muhaciri, birinci Balkan Savaşı’nda (1912) kırk günlükken
anasının kucağında yurtlarını terk edip Amasya’ya yerleşmişler.
Hem de Savadiye mahallesindeki terk edilmiş bir Ermeni evine,
sefalet diz boyu.
Ancak ne zaman bir Rumeli türküsü duysa gözleri yaşarırdı…
“Yanıyormuş yeşil köşkün lambası…”
Aslında tutuşan yüreğindeki ateşti, doğduğu topraklara duyduğu hasret.
Ya Ermeni kardeşlerim ne yapsın?
Ne dersiniz Amasyalı dostlarım?

Macit CÜNÜNOĞLU

Not:
Yukarıdaki yazımı tam da bitirmiştim ki Amasya'dan
değerli bir büyüğüm arayıp "Amasya'nın Dikenleri" adlı kitabı
tavsiye etti, derhal sipariş verdim.
Yazarı Margaret Alemian Ahnert. Belge Yayınları.
Çevirmeni Atilla Tuygan'ı tanırım.
Kitapla ilgili yorumları okudum, fevkâlâde ilginç geldi.
Söz, hele bir okuyayım, düşüncelerimi ilk fırsatta sizlerle paylaşacağım.



13 Mayıs 2020

Amasya'nın büyüsü


Erol Atmaca, Muzaffer Yeldan, abim Adnan Cününoğlu, kızım Sıla,
Ben, dostum Bahattin Baha Tekman (Turhallı) ve Cemal Yıldız.













Evet, Amasya ilginç bir il.
Küçük ama tarihsel kimliği O’nu her zaman ön plâna çıkartıyor.
Daha doğrusu popülerliğini daima koruyor.
Örneğin T.C.’nin kuruluş bildirgesinin bu kentte açıklanması tesadüfü değil.
Osmanlı’nın Bursa, İstanbul’dan sonra gelen üçüncü stratejik merkezi.
II. Beyazıd valimiz, oğlu Yavuz Sultan Selim Amasya doğumlu.
Elbette bir Amasyalı olarak gurur duyuyorum.
Ama Yavuz’un Alevilere karşı uyguladığı zalimce politikalardan değil.
Neyse, bunlar tarihin karanlık sayfalarında yer aldı.
Biz de nerde kalmıştık muhabbetine dönelim.
En son Kocacık çarşısındaydım, şehrin en renkli mekânı.
Kabakcızadelerden İbrahim Dünya Sineması’nın patronu…
Biletçi Muzaffer amca, daha sonra işvereninin kayınpederi olacak ama
ancak gişeye terfii edebilecek!
Devir Raj Kapoor’lu yıllar, Avare filmi ortalığı kasıp kavuruyor.
Hele müziği, dillerden düşmüyor.
Kent bandosunun bile repertuvarında, sabahtan akşama çalıyorlar.
O tarihlerde üç sinema var.
Zeki’nin Yeni’si, Arpacıoğlu’ların  Ar’ı ve Saatçi Hafız-Kabakçı
ortaklığının Dünya’sı…
Bir de Ferah var ama o yazlık.
Prinççi mahallesinde, ırmak kenarında, halamın evinin önünde.
Şevket Bey sineması kapanmış, meydan onara kalmış.
İki üç yıl geriden olsa da iz bırakan Amerikan filmleri oynatıyorlar.
Örneğin ilk Tarzan’ı Şevket Bey sinemasında izlemiştim.
Aldığım zevki anlatamam, o kuşağın çocuklarının hepsi birer
Tarzan rolüne soyunmuştu…
Tabii mahalle aralarında.
Gümüşlü camisinin avlusundaki ıhlamur ağacına tırmanırken
attığım naraları unutamam…
Maymun bile benim kadar başarılı olamazdı!

Hey gidi Amasya, beni nerelere sürükledin bir bilsen.
Tamı tamına yetmiş yıllık serüven.
Sende doğdum, sende kimliğimi buldum.
Belki sana layık olamadım ama ruhumda dolaşan isyankâr
hayat tarzımı sana borçluyum.
Emin ol, hiç de pişman değilim.
Her zaman, her yerde Amasyalı olmaktan gurur duydum.
İnanır mısınız, bir gün Selimiye kışlasında sorgudayım.
12 Eylül’ün karanlık yılları.
Savcı Osman Cücük, güya hoşgörülü davranıyor ve iki de bir de
hemşerim diyor.
Sonradan öğrendim, Merzifonluymuş, Tahsin Şahinkaya’nın ilçesinden.
Vallahi de billahi de utandım…
Üstelik her ikisinden, içimden de lanetler okudum,
bu toprakların yüz karaları diye.

İşte böyle dostlar, Kocacık çarşısından yola çıktık, mevzu nerelere geldi.
Bu arada yeri gelmişken sorayım, Cin Muzaffer’i tanıyanınız var mı?
39 doğumlu, kısa bir süre önce rahmetli oldu, hem Amasya’dan
hem İstanbul’dan komşum.
Ortanca Şadi abinin kız kardeşi Suzan ablanın aşkı…
Amerikan araba hastası, boyundan büyük bağlama meraklısı…
Dünya tatlısı, iki anneli.
Babasından anılar aktarıyor, bahçeli evleri vardı…
İki eşini nasıl idare ettiğini en naif ifadelerle yorumluyordu.
Günümüzde var mı böyle babayiğit?
Ne de olsa Amasyalı, ne de olsa Osmanlı kültürüyle yoğrulmuş…
Kütüğünde başkent AMASYA yazıyor!

Macit CÜNÜNOĞLU

12 Mayıs 2020

Amasya'da futbolun ilkleri

Amasya Gençlik Spor-1960

Değerli Erol ağabeyim (Çevikçe) albümünden birkaç fotoğraf gönderdi.

Gençlik yıllarından, futbol oynadığı devirlerden.
Tarihin içinden çıkıp gelen eşsiz belgeler.
Arkalarını tarihlemiş ve takım arkadaşlarının adlarını not düşmüş.
Bir anlamda kent hafızası.
En eskisi 1955 yılından, kimler yok ki.
Pek çoğunu hatırlıyorum.
Özellikle Amasya gibi küçük kentlerde sportif faaliyetler halkın
ilgisini çeker.
Hele hele de mevzu futbol ise daha da fazla.
Tabii Erol abimiz diğer topçulara göre şanslı.
Çünkü İstanbul’da okuyor, Kabataş Lisesi’nde, bilâhare üniversite.
Bu özelliği O’nu arkadaşları arasında bir adım öne çıkartıyor.
Büyük kentin doğal kazanımları.
Fakat çocukluk anılarımla birlikte o yıllara uzandığımda
farklı pencereler açılıyor.
Dile kolay, yaklaşık altmış yıllık maceradan söz ediyoruz…
Ki çoğu kahramanı bu dünyayı çoktan terk etmiş.
Elbette her hayat bir hikâye, kim bilir fotoğraf karelerinden bizlere el
sallayanların o devirlere ilişkin ne anıları vardır.
Keşke yazma imkânı bulsalar.
En azından bir dönemin renkli hatıraları sergilenmiş olur.
Bu konu çok mu önemli, evet; çünkü Amasya tarihinde futbolcu
olarak ilklere imza atmışlardı.
Yani başlangıç noktası.
Onca imkânsızlığa rağmen takım oluşturmak, sahaya on bir genci sürmek…
Hepsinden önemlisi de maç yapacak takım bulmak…
Ellili yıllar için gerçekten mucize, hatta imkânsızı başarmak gibi bir şey.
Anlaşılıyor ki müthiş özveriyle bir araya gelen gençler basit organizasyonlar
 içinde onca yokluğa rağmen spor adına çok başarılı işler yapmışlar.
İşte belgesi, işte fotoğraflar:
Örneğin kaptan Moto Fahri, Kürt Aslan, Faşik Zeki, Kasap Ünal, Arap Orhan,
Şoför Ahmet, Rahtuvan Zeki, Arabacı İhsan, Kova Yılmaz ve Erol Çevikçe…
Günümüzde o günleri hatırlayan kaç kişi kalmıştır?
Amasya stadı yeni inşa edilmiş, zemin toprak…
Sahada ter döken şehrin has evlâtları.
Ve halk için yepyeni bir ilgi alanı.
Sporun cazibesi, birleştirici ruhu ve gençliğin ufuklarını açan aktiviteler.
Bir de fakirlik yılları, malzeme yok, ne giyecek ayakkabı 
ne de donanımlı antrenör…
Müthiş bir özveriyle parasız pulsuz ve amatör ruhla sergilenen gösteri…
Ve bir avuç seyirci!
Kamyon üstünde gidilen deplasmanlar…

Ah ahhh Amasya, ne zenginliklerin varmış da bizlerin haberi yokmuş.
Daha doğrusu merak duygumuzun açıları dar olduğu için
hep Yeşilırmak boyunda yapılan sohbetlerle sınırlı kalmış.
Oysa paylaştığım fotoğraflara dikkâtli bakarsanız, arkasında koskoca 
bir tarih yattığını fark edersiniz.
Dünün gençleri bugünün yaşlılarının yazdığı tarih…
Vefat edenlere rahmet, yaşayan ağabeylerimize binlerce selâm olsun.

Macit CÜNÜNOĞLU 



Ahırönü-1955









Amasya Stadyumu-1959

Amasya Stadyumu-1960