bir şair vardı, öğretmen

20 Ağustos 2020

Ah Amasya!





Uzun zamandır Amasya'ya uğramadım.
Aslında hep aklımda ama ihmalkârlık işte.
Değerli hemşerilerim kusura bakmasın.
Yoksa üzerine yazı yazılacak kentlerin başında gelir.
Tabii İstanbul’dan sonra.
Tarihsel dokusu bilinen gerçek, taşı toprağı hazine.
Her bir değerin üzerine roman yazılır.
Âdeta mabetler, türbeler diyarıdır.
Pontus mirası ise başlı başına efsane.
Ardılları üzerine güzel masallar üretmişlerdir.
Muhteşem su kanalları Ferhat ile Şirin’i yaratmış,
Kızlar Sarayı kervana katılmıştır.

Ya Yeşilırmak, vadinin can damarı.

Toprak onun suyuyla besleniyor, hatıralar onunla canlanıyor.
Âdeta huzurun dinginliğin timsali.
Belki de aşkların yaratıcısı, şarkıların ilham kaynağı.
Kim bilir, kıyısında nice gönül macerası gizlidir.
Amasyalı utangaçtır, ketumdur.
Her anısını rahatlıkla paylaşamaz.
Ar edep anlayışı farklıdır.
Ne de olsa genlerinde Osmanlı’nın derin izlerini taşır.
Tabii bu özellikler şimdilerde kalmadı.
Benim aktardıklarım yıllar öncesinden.
Artık kentte üniversite var.
Ülkenin dört bir yanından gelen gençler yepyeni bir kültür oluşturdular.
Yalı boyu kafelerle, barlarla dolu.
Rock da yapılıyor, Mahsuni de çalıyor.
Hele Eren Erbaş gibi bir ustayı dinledikten sonra, karlı kayın ormanları
önünüze halı gibi seriliyor.
Tüm bu izlenimlerim umudumun can suyu oluyor.
Ne güzel yarınlara sevinçle bakmak.
Yine de doğduğum topraklara yüzbinlerce ziyaretçi gelsin istiyorum.
Kral mezarlarına çıksınlar, kaleyi gezsinler…
Ali Kaya’nın Tokat kebabına gömülürken şehri doya doya seyretsinler.
Ziyere barajındaki tesiste semaver demlemek, Ebemü’de rakı içmek,
doyumsuz zevkler.
Hele şimdilerde elma mevsimi, misketle tanışmak ömre bedel.
Ya mis gibi kokusu, sanki lavantayla yarışıyor.
Bir de bağ bozumu zamanı, envai çeşit üzümün tadına bakmak ister istemez
şarabı çağrıştırıyor.
Ancak Ermeni kardeşlerimiz artık yoklar.
Şarabın en kralını onlar yapardı.
Ne acıdır ki anavatanlarından söküp attık.
Ah ahhh!
Amasya sen nelere kadirsin.
Hem vefalısın hem kıymet bilmezsin.
Onca hazineyi harcadın, onca insanı gözden çıkarttın…
Kusura bakma ama hakikaten Osmanlı’yı aratmıyorsun.

Macit CÜNÜNOĞLU

18 Ağustos 2020

Yetmiş bir yaşımın ilk gününden MERHABA



Bugün doğum günüm.
Yetmiş bir yaşıma merhaba dedim.
Yirmi beş yaşında baba oldum, ikincisinde yirmi dokuzundaydım.
Onlar büyüdüler, tabii ben de.
Evlatlarımın annesi öldüğünde yirmi sekiz yaşındaydı, ben de otuz iki.
Yıllar akıp gitti.
Ya şimdi?
Üç torunumla hayatımın en güzel yıllarını yaşıyorum.
Ne mutlu bana.
İnsanın ailesiyle birlikte olması kadar değerli bir zenginlik yok.
Biraz sanat, biraz müzik…
İki duble rakı, gel keyfim gel.
Yemişim siyaseti yemişim Corona’yı.
Kalan ömrümü tüketiyorum.

Yalnız gidişat kötü.
Tek adam azgınlaştıkça azgınlaşıyor.
İhtiraslarını ne Ayasofya kesiyor, ne de hukuk sistemine yaptığı darbeler.
Sürekli fütuhat hâlinde.
Libya’ya sarkıyor, oradan Ermenistan’a…
Hız kesmiyor, Yunanistan’a kafa tutuyor.
Hülasa belâya bulaşmaktan başka yol bilmiyor.
Ve tüm yaptıklarını da iç siyasette başarıyla pazarlıyor.
Garip halkım, bayrak-din soslu hamaseti amuduyla yutuyor.
Ve bizler de kan kusup kızılcık şerbeti içtik diyoruz.
Çünkü elimizden bir şey gelmiyor.
Muhalefet muhalefet değil, sol sola benzemiyor.
Geriye umut kalıyor.
Tek sarıldığımız değer.
Onu da canlı tutmaya çalışıyoruz…
Ki tümden yok olup gitmeyelim.

Fakat geride bıraktığım yetmiş yılı boşa yaşamadım.
Daha açıkçası gözüm açık gitmeyeceğim.
Çok sayıda sevgilim oldu, makul ölçüde evlilik yaptım.
Dünya tatlısı bir oğlum, bir de kızım var.
Yoldaşlarım benim.
Siyasette çok dostum oldu, çoğu da öldü.
Her birinde yüreğim paramparçaydı.
Yaşadığım toprakları baştan sona gezdim, sınırları biraz genişletip
birkaç ülke de gördüm.
Daha ne olsun?

Ama aşka gönlümü hep açık tuttum.
Bir de insan sevgisine.
Sözünü ettiğim ihanet değil…
Masumane ilişkiler.
Diyelim ki yalnızlığı aşma sanatı.
Zaten rüyalarımda hayâllerimin yüzde doksanını gerçekleştiriyorum.
Geriye de küsurat kalıyor ki, o da şişenin dibinde saklı.
Bir de udumun tellerinde.
Bu duygular içinde yetmiş bir yaşımın ilk gününde tüm dostlarımı
sevgiyle kucaklıyorum.
Selâm olsun güzel yürekli canlarıma…
Selâm olsun güneşli günlere.

Macit CÜNÜNOĞLU

21 Temmuz 2020

Karanlığa doğru...

Macit CÜNÜNOĞLU 









Siyaset yazmak sıkıntılı iş, hele de ülkemizde.
Zaten cehaletle yönetilen bir toplum hâline geldik.
Muhalefet de öyle, al birini vur ötekine.
Kemal bey apayrı bir âlem.
Aklı fikri koltuğunu korumak.
O nedenle de sonucu belli kurultay peşinde.
Hem de nasıl, bahanesi de hazır.
Pandemi dönemindeyiz, şartlar olağanüstü.
Diyor ki birlik olun, hep beraber öpün beni!
Oh ne âlâ, valla iki de bir büyük Reis’i tek adamlıkla suçluyoruz ya…
Zannedersem haksızlık ediyoruz.
Zaten bu ülkede tüm liderler kendinden menkul bulunmaz Hint kumaşı.
Varsalar yüksek politika devam edecek, yoksalar dünyanın sonu!
Ve tüm bu olan bitenin adı da parti içi demokrasi.
Aslında izlediklerimiz trajikomik sahneler ama maalesef inanan çok.
Çünkü aslını tanımayınca mevcudu Zümrüdüanka kuşu sanıyorlar.
Garibim nerden bilsin 1215 tarihli Magna Carta’yı.
Hadi vazgeçtik çok eskilerden, 61 Anayasası’nın ruhundan
haberi olan var mıdır?
Ve bu şahsiyetler ülke yönetiyorlar, sözüm ona muhalefet yapıyorlar.

Hâlbuki siyasetçi profili deyince aklıma zarafet, incelik, bilgi
ve dahi saygınlık geliyor.
Sanatla ilgilenen, dünyayı izleyen, zamanın ruhunu kavramış…
Hepsinden önemlisi de ırkçılıktan arınmış, inançlarını
ortalığa saçmayan…
Yalnızca halkına ve insanlık ideallerine hizmet etmeyi düşünen biri.
Sahi, böylesini tanıyor musunuz?
Yoksa tipolojiyi ben mi abartıyorum?
Halk neyse onlarda o.
Uzaydan gelecek hâlleri yok ya.
Neticede toplumun iz düşümü.
Öyleyse tahammül etmeye, çile çekmeye devam.
Ancak nereye kadar?
Hamdolsun Ayasofya’yı açtık, ilk namaz önümüzdeki Cuma.
On binlerce vatandaşımız katılacak.
Ama İsa’nın ruhu kubbelerde, duvarlarda yaşayacak.
Ve insanlık naklen yayınları ibretle izleyecek.
Secde edenler mutlu ve huzurlu, kiliseleri elden gidenler hüzünlü.
Nihayetin de dünyayı da ikiye böldük ya…
Mescid-i Aksa’yı fethedemedik, al sana Ayasofya!
Bonusu da var, Heybeli Ruhban Okulu erkek, Sümela Manastırı kız
İmam-Hatip olacakmış!
Hakikaten Fatih’in ahvadı, Osmanlının takipçileriyiz.
Yemişim T.C.’yi…
Hilafeti ilân edeceğiz 2023 de.
Var mı itirazı olan?
Varsa lütfen bir adım öne çıksın, Silivri’deki Devlet Konukevi’nde
yeriniz hazır.
Benden söylemesi.
Kalbi selâmlarımla, muhabbetle dostlar.

20 Temmuz 2020

Kızımın mektubu

Nehir Özarca
Bugün Kuzum Nehir’in Galatasaray İlkokulu için kurası vardı. Geçen sene sokmuştuk ama ruhu duymamıştı: ) 8510 başvurundan 50 kişi alacaklar. Olasılık düşük. Biz ucundan kaçırdık. Bizim sayı 2747 idi . 2739 ve 2753 çıktı ama bizimki çıkmadı. Çok inanmıştım. Çok dua etmiştim. Çok istemiştim. Bununla birlikte hiç üzülmedim. Asıl işin en güzel tarafı neydi biliyor musunuz? Ben işi gücü bıraktım Canlı Yayından izliyorum. (Bu arada deli demeyin, büyük kızım Su 2 kere girdi, Nehir 1 kere hiç birinde izlemedim) Pandemi dönemi diyelim… Gelelim detaya, balkonda üçümüz el ele tutuştuk. Son 5 talihli çekilecek artık . 45., 46. 47. 48.49.ve 50. 45 olmadı, Ugur 46. Da çıkacak demişti işte o zaman acayip heyecaladık çünkü sayılar okunuyor 2-7 oldu derken son 2 rakam 3-9... Ama bizdeki heyecan , çığlıklar, sarılmalar, inanmalar, biri 6 diğeri 9,5 yaşında . Kızlara çaktırmıyorum ama heyecanım dorukta. Kızım Su rüyasında sonlarda çıktığını görmüş çünkü. Gerçekten inandırmıştık kendimizi. Derken art arta çekildi ve bitti. Evet 2747 yoktu. Nehir bastı yaygarayı ve başladı ağlamaya, neden çıkmadı diye. Su klasik, surat bombok çöktü koltuğa. Nehir, neden onlar şanslı ben şanssız diye ağlıyor. Su inandığı olmadığı için, yoksa çok anladığından değil bana göre, hayal kırıklığına yaşaması işin özü. Nehir kucağımda soyut kavramlar olduğu için, örneklerle anlatma çabası, bak suyun okulun tamamı başvurdu sadece 1 sınıfa çıktı gibi düşün diyorum. Şans çok azdı. hemen, bu sefer çıksaydı olayın zor taraflarını anlatmaya başldım. Çok erken kalkacaktın, geç gelecektin. Servisle gidecektin. Babanla gidip- gelemeyecektin. Evde ablanla benimle daha az zaman geçirebilirdin. Hem çok istersen lisede bileğinin hakkıyla denersin dedim. Ama ben Fransızca öğrenecektim dedi küçük frankafon Su‘ya anlattım, anlatacaklarımı anlamasa bile yer edecek biliyorum onun o güzel kalbinde. Hiç bir şey tesadüf değildir. Çıkmamasında bir hayır vardır dedim. Daha güzel kapılara açılacaktır dedim. Kendimden bir anı anlattım. Baktım sakinliyorlar. Sardım, sarmaladım. Özelikle Su beni gözlemledi. Üzüldüm mü Anne dedi? Hiç üzülmedim dedim. Bu cevabımda zerre kadar sansür yoktu. Hiç üzülmedim. Hata ettim size bu kurayı söylemekle. Özür dilerim dedim. Su bak seni de 2 kere soktuk çıkmadı ama haberin olmadı dedim. Pandemi döneminde yani 13 Marttan beri hiç ayrılmadık. Duyguları saklamak, yaşananları saklamak pek mümkün olmadı bu dönemde. Belki hata ettim, bu kadar içine almakla L Sonra akşam yürüyüşümde olanları düşündüm. Biz çok farklı bir deneyim yaşadık. Kenetlendik, birlikte el ele, sarmaş dolaş çekilişi bekledik. Heyecanlandık. Yükseldik, yükseldik ve bir anda düştük. Son nefesimize kadar bir sürü duyguyu an ve an yaşıyoruz. Çocuklarımızda yaşıyor ama biz ebeveynler o duyguları yaşamasınlar diye hep kalkan olmaya çalışıyoruz. Ama gerçek hayat hiç öyle değil. Sonra birlikte üzüldük. Birbirimize destek olduk. Ve yarım saat geçmemişti konu unutulmuştu. Hopp havuza indiler, geldiklerinde konudan eser kalmamıştı. Bence harika bir deneyimdi. Kura bir yana, harika bir hayat dersi ve deneyim yaşadık birlikte. Binlerce şükürler ettim. Hiç üzülmedim gerçekten. Çünkü kim bilebilir ki Mevlanın dediği gibi “Hayatın altının üstününde daha iyi olmadığını“ Not: Çıksaydı fena olmazdı hani... Şaka şaka, varlıklarına binlerce şükür, gerisi hikaye… Sıla Özarca

15 Temmuz 2020

Asayiş berkemâl!

Macit CÜNÜNOĞLU












Dört yıl önce bugün sessiz ve derinden faaliyetini sürdüren yanardağ patladı.
Aslında püsküreceği üç yıl önceden belli olmuştu.
AKP FETÖ ortaklığı 17 Aralık’ta resmen son bulmuştu.
Artık iktidar kavgası başlamıştı.
Bu süreç zor ve çetin geçti.
Kapalı kapılar arkasında binlerce tezgâh gerçekleşti.
Ve nihayetin de 15 Temmuz gecesi su yüzüne çıktı.
Ve 251 cana sebep oldu.
Fevkâlâde başarılı bir senaryoydu.
Alan razı satan razı, sonuç her iki tarafı da memnun etmişti.
Bizler de evlerimizdeki televizyon ekranlarından kanlı sahneleri ibretle izledik.
Çünkü darbeler konusunda epeyce tecrübeliydik.
12 Mart’ı, 12 Eylül’ü yaşamış biri olarak trajikomik görüntülere acı acı gülümsedik.
Boğaz köprüsünün bir tarafı kapalı, üzerinde bir tank, arkasında bir avuç asker…
İstanbul’u teslim alacaklar!
Yine de text güzel yazılmıştı, rol dağılımı mükemmeldi.
Tüm oyuncular hakkını fazlasıyla verdi.
Ve sonrası malûm, sürek avı başladı.
On binler tutuklandı, işten atılanlar yüz bini buldu.
Fethullah Efendi hazretleri(!) baş suçlu ilân edlip gıyabında çarmıha gerildi.
Birinci perde kapanmıştı.

İkinci bölüm sistem değişikliğiyle başladı.
Sandığa gittik, son padişahımızı seçtik.
Parlamento Hisseli Harikalar Kumpanyası’na dönüştü.
En nihayetinde layık olduğumuz rejime kavuştuk
Halkımız, devletimiz adına reisimiz düşünüyor ve O karar veriyor.
Peşpeşe fermanlar yayınlıyor.
Yan gözle bakan kodese, alkışlayan Saray bahçesine.
Oh ne âlâ!
Ancak hâlâ THE END diyemiyoruz.
En son Ayasofya’yı gönül birliğiyle cami yapıp baroları parçaladık.
Derin bir nefes alabiliriz artık.
Asayiş berkemâl, gidişat fevkâlâdenin fevkinde…
Karnımız tok, sırtımız pek…
Yemişim Corona’yı, kim korkar mikroptan virüsten…
Evelallah şerbetli milletin ahfadıyız…
Yıkarız dağları, enginlere sığmayız.
Savulun len, kefenliler ordusu geliyor.
Hedefimiz 24 Temmuz, Ayasofya’dayız, imamımızın arkasındayız.
Bize derler Mücahit, göbek adımız Niyazi…
Bir ölür bin doğarız!
Var mı yan bakan?
Ayrıca herkese yetecek kadar mahpus damlarımız var.
Anlaşıldı mı?
Şimdilik naklen yayınımız bu kadar dostlar...
Yarınlar hayırlara vesile olur inşallah!

13 Temmuz 2020

Utanç sınırı!

Torunum Nehir






Sahi “ar damarı” nerde?
Sık sık duyarız: “Ar damarı çatlamış.”
Utanma duygusuyla eşdeğer tutulur.
Demek ki ahlâkla doğrudan ilişkisi var.
Hayvanda yoktur, insan olmanın temel özelliğidir.
Alnımızda taşırız.
Ne güzel, turnusol kâğıdı başımızda.
Sağlamsa mesele yok, ya çatlaksa?
İşte asıl mesele burda başlar.
Hukuk olur guguk, adalet olur hamaset.
Fay hattı gibi, çatladıysa kim tutar seni?
Kiliseler cami, okullar İmam-Hatip olur.
Cumhuriyet şeriata evrilir, demokrasi ise tramvay durağına dönüşür.
Parlamento muhafız alayı, ülke panayır yeri, akıl da gider
bir yerlere takılır.
Ve bu ülkeye de Türkiye denir.
Reisimiz dünya lideri, ekonomimiz ilk yirmidedir.
İşsizimiz çok açımız yoktur.
Tamamımıza yakını elhâmdülillah Müslümandır.
Tek bayrak, tek millet, tek din diye yanar tutuşuruz…
Sandık sonuçlarıyla geleceğimizi belirleriz.
Ve Batı da sürekli bizi kıskanır…
İyi mi?

Evet, bu toplumun maalesef ar damarını çatlattılar.
Kim mi?
Elbette ülkeyi yönetenler.
Yanlarına muhalefeti de aldılar, Ayasofya örneğinde olduğu gibi
inceden inceye utanç sınırını geçtiler.
Hem de dünyanın gözleri önünde.
Fatih dediler, hükümranlık dediler…
Bin beş yüzyıllık mabedi siyasete alet ettiler.
Ancak tarih affetmez.
Gün gelir yeniden güneş doğar bu topraklarda.
Ege’de, Akdeniz’de, Trakya’da…
Ve dahi İstanbul’da.
Aydınlığın, barışın, kardeşliğin, özgürlüğün, eşitliğin ışığı.
Kimse duramaz karşısında.
Haklılar daima galip gelirler.

Farkındayım, zor günlerden, umutsuz devirlerden geçiyoruz.
Yalnız yepyeni bir kuşak geliyor arkamızdan.
Adları “Z”
İçlerinde torunlarım da var.
Cıvıl cıvıllar, kötülük bilmiyorlar.
Taze gonca, meyve fidanları.
Hepsi çiçek açacak, yüzleri güneşe dönüp insanlığa müjdeler saçacak.
İşte o zaman ne ben olacağım, ne çakıl taşları…
Okyanuslarda yüzecekler.
Ve utanç sınırlarını aşıp bugünkü yaptıklarımızdan yüzleri kızararak…
El sallayacaklar sonsuzluğa…
Belki biz de görürüz diye.

Macit CÜNÜNOĞLU

11 Temmuz 2020

Dikensiz gül bahçesi!

Macit CÜNÜNOĞLU











Büyük deha Mimar Sinan’ın çıraklık eseri Şehzade camii,
kalfalık eseri Süleymaniye camii, ustalık eseri ise Selimiye camii’dir.
Üç mabet de döneme ait özellikleri taşımaktadır.
Tabii Ayasofya onlardan epeyce yaşlıdır.
Aradan bin yıl geçmiştir.
Elbette onun da yorgun bedeninin yanı sıra bir de ruh hâli vardır.
Üç beş kez gezme fırsatım oldu.
Her ziyaretim de başka bir dünyayla buluştum.
Kâh orta çağa gittim, kâh yüzyıllar sonrasına.
Netice de bitkindi.
Restorasyonu hiç bitmedi.
Dile kolay, bin beş yüzyıldır ayakta.
Kilise olarak doğmuş, sonra camiye dönüştürülmüş.
En sonunda da müzede karar kılınmış.
Ya şimdi, tekrar cami.
Başta CHP’liler olmak üzere toplumun ezici çoğunluğu mutlu.
Ne güzel!
Geriye de benim de dahil olduğum küçük bir grup kalıyor.
Yani karşı çıkanlar.
Belki sayımız yüzde on.
Ciddiye alınmayacak bir rakam.
Yine de yazıp çizdik, UNESCO dedik, insanlığın ortak mirası dedik…
Ama nafile.
Ne diyelim, vatana millete hayırlı olsun.
Ancak kendi adıma utandım.
Çünkü ayıptır, günahtır.
Bu kadar görgüsüzce böbürlenme dünyanın hiçbir toplumunda yaşanmaz.
Hükümranlık hakkı! ( M. İnce söylüyor!)
Sahi ne demek?
Bir örnek: İstiklâl caddesinde Tünel’e yakın Santa Maria Draperis Kilisesi vardır.
Çukurdadır, merdivenle inilir.
Ya kapısındaki yazı:
“Bizans İmparatoru II. Abdülhamid’in Belediye Başkanı
Rıdvan Paşa’nın verdiği izinle yapılmıştır.”
Arif olan anlar.

Nereden nereye?
Ermeni mimar Sinan’ın yaptıklarıyla gururlanıyoruz.
Balyan ailesi baş tacımız.
Dünyanın en saygın kilisesine tahammülümüz yok.
Cidden utanç sınırı.
Ama burası başka bir ülke.
Adalet, hukuk yerlerde sürünüyor.
M, Kemal mirası paramparça.
Hoş geldin Saray saltanatına.
Oy için karakolda doğru söyler…
İnsanlık divanında şaşar.
Ve necip halkımız peşinden koşar.

Ya bundan sonrası?
Barolar tamam, savunmanın sesi kesildi.
Yüksek yargı süt dökmüş kedi.
Gelin şu sistemin adını koyalım: Dikensiz gül bahçesi!

07 Temmuz 2020

Şerefinize dostlar!

Macit CÜNÜNOĞLU











CHP kurultaylarıyla ünlüdür.
Aslında bir numara çıkmaz ama yine de konuşulur.
Elbette magazin kültürünün doğal sonuçları.
Medyaya da malzeme lâzım, seçen belli seçilen belli.
Ver gazı, ver coşkuyu…
Asırlık parti de bir havaya girer ki, sormayın gitsin.
Sanırsınız yarın iktidar olacak!
Bence içi boş, çürümüş bir çınar.
Ulusalcı, Kemalist kontenjanından 150 civarında milletvekilini
parlamentoya taşıyabiliyor.
Bütün marifeti de bu.
Bir de yerel yönetimlerde kazandığı başarılar.
O da adayın yeteneğine ve becerisine bağlı.
Kemal bey yatsın kalksın dua etsin İmamoğlu’na.
Popülizmin zirvelerinde dolaşarak seçmenin gönlünü fethetmeyi başarıyor.
En son 29 Mayıs’ta başkandan mesaj aldım.
Zat-ı âlileri fütuhat geleneğine ait olduğundan ve Topal Osman ruhu            taşıdığından İstanbul’u zapt etmenin bilmem kaçıncı yılını kutluyor(!)
Sevsinler seni, neyse ki oy vermedim artiste.

Fakat inanır mısınız; Kemal beyin karşısında Erdoğan’ı
daha istikrarlı buluyorum.
Demokrasi tramvayından ineli çok oldu, emin adımlarla hedefine koşuyor.
Ne anayasa tanıyor ne hukuk.
Tek arzusu şeriatçı düzen.
Kılıçdaroğlu öyle değil, ayrıca ne yaptığı da belli değil.
Resmen yalpalıyor.
Haspam Ayasofya’nın camiye dönüştürülmesine vize verecekmiş.
Bir de Reis’in arkasında namaz kılsaydın!
Nasıl olsa “Yenikapı ruhu” canlı.
Siyasî vecibelerini de yerine getir bari!

Canım ülkem, yönetenin ayrı bir dert, muhalefetin ayrı bir dert.
Düştük mü cahil cühelanın eline.
Vizyonsuz ucubeler korosu.
Ben de kalkmışım iki de bir sanat yazıyorum.
Tiyatro seyredin, Mahler dinleyin.
Dam üstünde saksağan işte.
İşimiz zor dostlar, bu kadroya katlanmak daha da zor.
İki çıkış yolu var…
Birincisi kör ve sağır olmak…
İkincisi de rakı içip güzelleşmek…
Ki ben ikinciyi seçtim.
Açıyorum YouTube’ı, karşımda Müzeyyen Senar…
Sarkis amcam el sallıyor…
“Kimseye etmem şikâyet, baktıkça istikbâlime…”
Şerefinize dostlar.

01 Temmuz 2020

Bekri Mustafa'nın penceresinden...

Macit CÜNÜNOĞLU








Sizler de bilirsiniz, yargının üç ayağı vardır.
Birincisi iddia makamı, yani savcılık.
İkicisi savunma, avukatlık
Sonuncusu da karar mercii, o da hâkimlik.
Savcı, hâkim bir anlamda devlet memurlarıdır.
Her ne kadar bağımsız olmaları mecburiyse de Ankara’dan tayin edilirler.
Dolayısıyla siyasi iktidarla direkt temasları vardır.
Ayrıca Fetö tezgâhıyla bu husus ayan beyan ortaya çıkmıştır.
Fakat avukatlık müessesi bağımsız meslek grubuna girer.…
O nedenledir ki devlet himayesi dışında örgütlenme imkânı bulmuşlardır.
Bu durum da BARO gerçeğini karşımıza çıkartır.
Bütün dünyada olduğu gibi ülkemizde de saygın kurumlardır.
Sesi duyulur, sözü dinlenir, özetle itibarlıdır.
Bünyesinden Feyzioğlu gibi çürük elmalar çıksa da genel anlamda
muhalif kimliğiyle demokrasi ve özgürlük mücadelesinde en ön safta
yer almışlardır.
Bu durum da iktidarları fevkâlâde rahatsız eder.
O zaman pasifize ederek kurtulmak gerekir.

Gelelim AKP’nin son hamlesine, daha doğrusu Saray’ın arzularına.
Büyük Reis diyor ki BARO’ları bölüp çoklu sisteme geçelim.
Mümkün mü?
Neden olmasın, zaten muhteremin her dediği oluyor.
Meclisin seçkin üyeleri âdeta Saray muhafızı.
Bir önergeyle işlem tamam!
Vaziyet bu merkezde değerli dostlar.
Avukatlar istediği kadar yürüsün, bir kere kurt kuzuyu yemeye niyet etmiş.
Hâl böyle olunca yemişim demokrasiyi, yemişim insan haklarını.
Zaten çivisi çıkmış bir toplumda hukuksuzluk vaka-i adiyeden kabul edilir
hâle geldi.
Çok merak ediyorum, Demirtaş yıllardır mahpuslarda niye sürünür?
En son Kaftancıoğlu’na verilen mahkûmiyet cezası, olacak iş mi?

Of offf!
Bu memlekette yaşamak ne kadar sıkıntılı.
Bir de kıdem tazminatı meselesi var.
İşçi sınıfının, emekçilerin vazgeçilmez hakkı.
O da topun ağzında.
Budanır mı budanır, dikensiz gül bahçesi yaratmanın zaten temel kuralıdır.
Ezip geçeceksin ve adına da “İleri demokrasi” diyeceksin!
Hatta Batı’nın bizi kıskandığını iddia edeceksin.
Ancak işin dayanılmaz tarafı seçmenin oylarını da toplayacaksın.
İster istemez mazoşizmi çağrıştırıyor.
Yoksa necip halkımızın hasletlerinin başında mı geliyor?
Yetmiş yaşıma geldim, bu mevzuyu hâlâ çözemedim.

Son olarak da muhalefet cephesine bakalım mı?
Veya hiç elleşmeyelim mi?
Kemal bey düşmüş kendi derdine, koltuğunu sağlamlaştırma peşinde.
Asena Meral’den söz etmeye hiç gerek yok, milliyetçiliğin
Millet İttifakı içindeki versiyonu.
Bu kadar renkli portföy arasında HDP de çırpınıp duruyor, ama nafile.
Öyleyse işimiz kaldı Mustafa Bekri’ye!
Ve dinci faşizm adım adım geliyor...
Benden söylemesi dostlar.

30 Haziran 2020

Arkadaşım Devlet

Macit CÜNÜNOĞLU












Değerli bir büyüğüm köşesinde peş peşe iki yazı patlattı.
İçeriği değişimin gücü ile omurgasız muhalefet.
Aynen katılıyorum.
Arzu ederseniz adını da koyalım: CHP’nin zavallı hâlleri.
Sayın Kılıçdaoroğlu’nun liderliğinde âdeta yerlerde sürünüyor.
Şaşkın ördek misâli nereye savrulacağı da belli değil.
Kâh AKP’ye çatıyor, kâh HDP’ye.
Canım benim, geçti o devirler.
Dile kolay, on sekiz yıldır iktidarda olan kişiyle aşık atıyorsun.
Çektiğin numaraları asla yemez.
Koltuğu sağlam, stepnesi ondan da sağlam!
Artık çağı kavrayan yepyeni söylemlere ihtiyaç var.
Ne demiş Turan Güneş: İtiraz kültürüyle siyaset olmaz.
Proje üreteceksin arkadaş; cesaretle yüreklice.
Örneğin “Arkadaşım Devlet” neden olmasın?
Bir düşün bakalım, yık tabuları.
Unut geçmişi, yarınlara bak.
Asker, polis, memur, külliyen kamu görevlileri vatandaşın hizmetinde…
Üstelik de dostu.
Dikkat et, kardeş akraba demiyorum.
O iş kan bağını gerektirir.
Laik devleti inşa edebilecek misin?
Hatta mezhebi, soyu sopu olmayan…
Sadece insan için var olan…
Hukuk, adalet için çalışan…
Eşitlik, özgürlük uğruna organize olabilecek bir projen var mı?
Yalnızca halkına güvenen, vicdanıyla hareket edebilen…
Ne dersin Kemal ustam?

Cevabın nayırsa çek git kardeşim.
Kurultay oyunlarıyla, Bizans entrikalarıyla bu topluma umut saçma.
En azından kendi seçmenine.
Çevreme bakıyorum, eli kırık insanlarla dolu.
Çoğu senin yüzünden.
Niye biliyor musun, oy verdikleri için.
S-400’leri destekle, askerin yanındayım tezgâhıyla savaş yanlısı ol…
Sonra da barışı savun.
Kusura bakma ama bizi iyice aptal yerine koydun.
Ayrıca lütfen biraz etrafına bak.
Ülke ekonomileri alt-üst oluyor.
Fırsat bu fırsat, bırak artık ırkçılığı.
Evrensel, hümanist değerlere sarıl.
En azından Corona aklını başına getirsin.
Bak bir virüs dünyanın altını üstüne getirdi.
Ne Amerika tanıdı ne Avrupa.
Sen fûtuhatçı cahille bile baş edemedin.
Daha fazla ne yazayım, bilmem ki
Eldeki malzeme bu, maalesef bu da sensin.
Sağcı desem değilsin, solcu desem asla.
Yürü git işine, rast gelsin diyeceğim ama...
Biliyorum ki bu da işe yaramaz.
Uzan lafın kısası, sen oturduğun koltuğu dolduramıyorsun.
Çünkü seleflerin M. Kemal, İnönü, Ecevit vs.
Kalk dersem kalkar mısın?
Hiç sanmam, öyleyse sen de biraz oyalan.
Nasılsa bu halk senin gibi Kurultay cambazlarına alıştı...
Umudun pazarlandığı, duyguların sömürüldüğü...
Öyleyse yolun açık olsun ustam!

26 Haziran 2020

Şikâyetname!

Macit CÜNÜNOĞLU






Bu ülkede yaşamanın zorlukları var.
Başta yalana inanacaksınız.
Sonra biat etmeyi öğreneceksiniz.
Kime veya hangi ideolojiye hizmet ederseniz edin…
Yeter ki aklınızı kiraya verin.
Sonrası kolay, gelsin mutluluk ve huzur.
Oh, ne âlâ!
Artık karada ölüm yok, ancak siz siz olun, sakın okyanuslara açılmayın.
Orada fırtınalar, dalgalar var.
Allah muhafaza, boğulup gidersiniz!
Zaten ülkemizde her şey yolunda.
Hazinemiz döviz rezervleriyle dolup taştı.
Halkımız hükümetin dağıttığı paralarla fevkâlâde asude.
Ehhh, daha ne olsun?
Bu çağda keyifli yaşamak kolay iş değil.
Baksanıza dünya imparatoru Amerika’ya, âdeta çivisi çıktı.
Asla nankör olmamamız lâzım.
Ne diyor büyük Reis: “Nerde savaş, orda bereket!”
Yiğit adam, sözünün eri…
Mübarek Corona gibi, bulaşmadığı ülke kalmadı.
En son Libya semalarına yelken açtı.
Amacı nedir, vallahi ben bilmiyorum.
Herhalde bedava petrol peşindedir ama ABD yedirir mi?
Orası meçhul!
Ancak kolaylıkla cepheye sürdüğü vatan evlâtları var.
Rahmetli Menderes’in Kore’ye gönderdiği gibi.
Yıl: 1950…
Gerekçesi NATO’ya giriş vizesi.
Ülkemin yoksul halk çocukları binlerce kilometre uzaklıkta cephede…
Ne için savaştıklarının farkında bile değiller.
Aradan yetmiş yıl geçti, yine aynı terane.
Suriye’de biz, Libya’da biz.
Netice, toprağa düşen kınalı kuzular.

Uzun lafın kısası, ben bu ülkede yaşamaktan, şahit olduklarımdan sıkıldım.
Gidecek yerim de yok.
Kırk katır mı, kırk satır mı; katlanıyorum işte.
Demokrasiden, hukuktan çoktan vazgeçtim.
Önümüze bir sandık geliyor, gidip oy kullanıyorum.
O da işe yaramıyor.
Çünkü seçtiğim adamları görevden alıp yerine kayyım atıyorlar.
Ve diyorlar ki, “Milli İrade”…
Üstelik terörist muamelesi görüp kendimden şüpheleniyorum…
Yoksa bende mi PKK’lıyım?
Aman tanrım, ne günlere kaldık!
Yoksa bugüne kadar bildiğimiz, gördüğümüz hayâl miydi?
Veya başka bir dünyada mı yaşıyoruz.
Lütfen sen bari bu rejimin adını koy.
Şeriatçı faşizm dersen, eyvallah!
Yarından tezi yok, beş vakit namaza başlayacağım.
Hatta bir de umre patlatırım…
Yeter ki orda ol.
Aktaracağım maruzatım var.
Belki beni anlar, hak verirsin…
Eğer vicdan denilen insani özelliği tedavülden kaldırmadıysan.
Son olarak tanrım, en kalbi duygularımla saygılarımı sunarım.
Lütfen sürç-i lisan ettiysem affola.

22 Haziran 2020

22 Haziran

Macit CÜNÜNOĞLU










4 Temmuz’u dünyada bilmeyen yoktur.
Amerika yaptığı propagandayla âdeta beyinlerimize kazımıştır.
İyi de yapmıştır.
Onların bağımsızlık bildirgesidir.
Ve dünya halkları saygı duyar.
Kanlı savaşlar sonrası yepyeni bir ulus yaratmışlardır.
Tabii beyazların egemenliğinde.
Yerlileri, Afrikalıları yok sayarak!
Yıl: 1776
Ya bizde?
Bir 22 Haziranımız var.
1919 yılında Amasya’da yanan meşale.
O da bizim toprakların bağımsızlık bildirgesi.
Yepyeni bir devletin kuruluş müjdecisi.
Bilen var mıdır acaba?
Hiç sanmam; Kutlu Doğum Haftası, 15 Temmuz Bayramı dururken
Amasya Tamimi kimin ne işine yarar!

Ah canım ülkem, kusura bakma ama cahil halkım.
Madem ki Arap’ın tarihine bu kadar düşkünsün…
Birazcık da kendi geçmişini öğrensene.
Bağımsızlık ne demek, halkın iradesi ve azmi ne demek?
Bu laflar tam 101 yıl önce söylenmiş.
Altında M. Kemal’in imzası var.
9. Ordu Müfettişi, Osmanlı paşası.
600 küsur yıllık imparatorluğa baş kaldırıyor.
Cezası idam.
Kimin umurunda?

İşte o tarihte büyük proje yürürlüğe konuluyor.
Erzurum’da, Sivas’ta, Ankara’da.
Kurtuluşun ilk hamleleri.
Emperyalistlerin şımarık çocuğu kapıda.
Mücadele ciddi.
Sovyetler arkamızda.
Ta Hindistan’dan para geliyor.
Savaşın anlamı varlık yokluk meselesi.
Kavga şanlı şerefli.

Bütün bunları kime anlatacağız?
Bugün 22 Haziran 2020.
Amasya’da yanan meşale çoktan sönmüş.
Daha doğrusu bilinçlerden kazınmış.
Eğitim İslâmi, ekonomi İslâmi…
Adı konmamış şeriat hükümleri altında yaşıyoruz.
Hangimiz farkında!

Yine de umutlarımızı korumaya çalışıyoruz.
Aşırı iyimserliğimizden değil, hakikatler peşinde koşan insan olmamızdan.
Ve tarihin engin tecrübesine güvenerek bir kez daha haykırıyoruz:
Aydınlıklar karanlığı yenecektir.
Ne demişti M. Kemal: “Milletin azmi ve kararlığı düşmanı yenecektir.”
Ne zaman: 22 Haziran 1919’da, Amasya’da.
Şimdi de kavga sürüyor.
En son ABD’de ırkçılık karşıtı gösteriler yaşandı.
İsyan edenlerin çoğunluğu beyazlar.
Dalga dalga Avrupa’ya yayıldı.
Karşı çıkılan polis devleti, örtülü faşizm.
Ve kapitalizm.
Ülkemizde avukatlar yürüyor…
Demokrasi, hukuk, özgürlük için…
Eğer farkındaysak güneşli günler yakında…
Yoksa ..?..
Elim varmıyor yazmaya, kadehime uzanıyorum…
M. Kemal’in sofrasına oturmak için…
Günlerden 22 Haziran 2020…
Yer: Amasya…
Memleket toprağına, Yeşilırmak vadisine gözyaşlarımı akıtmak için.

16 Haziran 2020

Aynalı Mağara

Ailem ve İstanbullu dostlarım.



















Bir iki haftalık beyinsel nadas yetti.
Tekrar yazıya dönebilirim.
Lâkin ülkenin gündemi gerçekten iç karartıcı.
Doğru mu yapıyorum, yoksa yanlış mı…
Ben de karar veremedim.
Farkındasınızdır, iki mesele yoğun biçimde tartışılıyor.
Birincisi fütuhat kültürü gereği Ayasofya ibadete açılsın mı…
İkincisi de HDP kapatılsın mı?
Vay benim köse sakalım vay!
Ülke nelerle uğraşıyor, üstelik 21. Yüzyılda.
Açın kardeşim açın, elinizden geleni ardınıza koymayın.
Hatta Patrikhane’yi de kapatın.
Sen sağ ben selamet!
Ayrıca HDP mi, varlığı bile ülkeye zarar.
Altı milyon seçmen oy vermişmiş, geçiniz bunları…
Onlar kim ki?
Milli irade denilen kavramın temel taşı asil Türk milleti değil mi?
Hemi de sunni soyundan!

Maalesef manzara bu, tepe tepe kullan ve yaz.
En iyisi tekrar Amasya’ya ricat etmek, memlekete.
Ne de olsa taşı toprağı cevher.
Yalnız orada da can sıkıcı durumlar var.
Sosyal medyada gördüm, Aynalı Mağara parmaklıklar arkasına
mahkûm edilmiş.
Muhakkak ki gerekçesi insandan koruma güdüsüdür.
Öyleyse Amasya kalesini de tümden kapatalım…
Ayrıca tarihi camileri de!
Madem ademoğlunun ayak bastığı her yer erozyona uğruyor…
Çek tel örgüyü, koskocaman bir tabela da koy: YASAK!

İşte bu zihniyet canım ülkemin sonunu getirecek.
G-20’de on dokuzuncu sıraya gerilemişiz, isterseniz ilk başta olalım.
Çok mu önemli.
Memlekette özgürlük ve demokrasi kalmadığı sürece neye yarar?
Bu arada doğduğum topraklardan bir haber daha vereyim.
Kentimizin anlı şanlı sosyal demokrat ağabeyi Facebook sayfasında
bir paylaşımda bulunmuş.
Derdi Abdülhamid’e çakmak…
Sultanın Ermeni kabinesini açıklamış.
Aklı sıra bağcıyı dövüp üzüm yemek.
Ne ırkçılık yaptığının farkında, ne de Amasyalı komşularının…
Aslında yüreklere akan gözyaşları var, yıllardır dinmeyen.
Her bir Ermeni hemşerimizin Amasya’yı duyunca gönül telleri titrer.
Bu gerçeği kavramak için siyasi olmaya da gerek yok…
Sadece insan olmak yeter.

Dolayısıyla zordur bu topraklarda yaşamak.
Tahammül sınırlarınız engin olacak…
Mangal gibi yürek gerek.
O da bende yok.
Yedisinde neysem yetmişinde oyum…
Birazcık gözyaşlarım arttı, acıklı bir film sahnesi gördüm mü, ağlarım…
Dayanamam acı haberlere…
Ev halkı alıştı hâlime…
İnsanlık peşinde koşan biçareyim!

Macit CÜNÜNOĞLU

05 Haziran 2020

Savadiye anıları

Savadiye sırtlarından Amasya















Amasya’mızın dört mahallesi vardır ki, hepsi birbirinden renklidir.
Ortak paydaları dar gelirlilerin ikâmet ettiği yerlerdir.
Sırasıyla Gök Medrese, Dere Mahalle, İhsaniye ve Savadiye.
Bunların içinde Savadiye’nin anılarım içinde ayrı bir yeri vardır.
Çünkü dayımın evi oradaydı.
Dolayısıyla çocukluğumun önemli bir bölümü bu mahallede geçmiştir.
Ayrıca çocuk sayısı bakımından zengindir.
Faytoncu dayım sık sık derdi ki, “zenginlerde bir iki, ben de altı çocuk var.”
Yine de evinin geçimini ihmal etmezdi.
Bir de bahçesi vardı ki, üç katlı, her türlü meyveyi sebzeyi yetiştirirdi.
Üstelik suya da para vermezdi.
Çünkü dağdan inen sular bir gölette toplanır, oradan dayımın evine,
sonra da Yazıcılar’a giderdi. Cafer amcaların malikanesine.
Şimdi düşünüyorum da çok da güzel komşuları vardı.
Unutamadıklarım arasında İsmail amca ile Fehmiye yenge dünya tatlısıydı.
Kızları Ayten okudu, başarılı bir öğretmen oldu.
Biraz aşağılarında Boyacılar lakaplı geniş bir aile yaşardı.
Yanlış hatırlamıyorsam soyadları Portreci’ydi.
Çok güzel resim yapan evlâtları vardı.
Hatta içlerinden biri Paris’e yerleşmiş, eğer yaşıyorsa Allah selamet versin.
Fakat mahallenin köprü başında bir çeşmesi vardı ki, unutmak ne mümkün.
Onlarca kadın çoluk çocuk başına üşüşür saatlerce kuyruk beklerdi.
Ellerinde güğümler testiler, evlerinin iyi su ihtiyacını karşılarlardı.
Yine Surpik teyze bir efsaneydi, oğlu Karabit’le otururdu.
Büyük kızı Kumru teyze mahallemden (Gümüşlü) komşumdu.
En son duyduğum da kocasının (Şükrü amca) kardeşine kaçmış.
Bak şu Ermeni’nin yaptığına(!)
Tabii öyle büyük mahalle ki yaz yaz bitmez.
Vakti zamanında buralar ormanlıkmış ve çok eski zamanlarda
Amasyalıların mesire yeriymiş.
Sonradan iskâna açılıp Ermeni vatandaşlarımızın ikematgâhına verilmiş…
Dağın eteklerinde de evliyaları Ulu Mama…
Ancak 1915 tehcirinden sonra özellikle Balkan göçmenleri yerleşmiş.

Evet, hayat bir manzumeler bütünü.
Her bir satırından yüzlerce hikâye çıkar.
Birkaç sene önce İstanbul Feshane’de organize edilen
Amasya günlerine gitmiştim.
Orada Madam Araski’yle tanıştım.
Savadiyeli, dondurmacı Mehmet ile Kürt Şahan’ın komşusu…
1950 yılında doğduğu topraklardan ayrılmış…
Ama aklı fikri buralarda, hele söz dönüp dolaşıp Savadiye’ye
gelince gözleri nemleniyor.
İnanın çok duygulanmıştım, zaten romantik tarafım her zaman ağır basar…
Başladım düşünmeye, sahi geçmişte neler olmuştu?
Evet, hakikatlere ulaşmak daima zordur ama bir gün
su yüzüne çıkma gibi huyu da vardır.
İşte ben de o günleri sabırsızlıkla bekliyorum.

Macit CÜNÜNOĞLU

04 Haziran 2020

Yetti artık!

Penceremden










Sahi yaşlı kim?
Ayrıca yaşlılığın kriteri ne?
Bakın Benjamin Franklin bu konuda ne demiş:
“Gerçek yaşlılık öğrenme isteği bittiği zaman başlar.”
Ne kadar da haklı.
Aramızda dolaşan meraksız o kadar çok insan var ki…
Kaldı ki öğrenme isteği, o ne ki?
Çoğu kişi için fanteziden başka bir anlam taşımıyor.
Ayrıca ukalalığın sınırlarında dolaşmakla da eşdeğer tutulabilir.
Dolayısıyla bu toplumda entelektüel seviyeyi korumak zordur.
Dışlanırsınız, moda deyimle ötekileştirebilirsiniz de.
Hele hele de küçük kentlerde yaşıyorsanız işiniz daha da güçtür.
Toplumsal ilişkiler servet beyanı üzerinden yürür.
Beyinsel zenginliğin de pek bir hikmet-i harbiyesi yoktur.
Hayat mangal partilerinin cazibeli ortamına endekslidir.
Peşinden iki el de okey çevirdiniz mi, sizden mutlusu yoktur.
Yemişim dünyayı, ağaçların gölgesi herkese yeter.
Evet, mütevazı hayatlar her zaman takdire şayandır.
Ancak asıl zenginlik de banka hesap cüzdanından önce gelen değerlerdir.
Akıldır, zekâdır, bilgidir, izandır.

Tekrar başa dönersem, sahi yaşlı kim?
En önemlisi de ne zaman başlar?
Devlet-i âlimiz diyor ki 65…
Ayrıca koyduğu yasaklardan belli değil mi!
Sizi bilmem ama kendi adıma reddediyorum.
Çünkü bence yaşlı benden büyük olandır.
Yaşım da yetmiş olduğuna göre hesap ortada.
Şaka şaka, elbette bu kadar basit değil.
Yine de öğrenme isteğini yitirmeyen her yaşlıya bilge kişilik diye bakarım.
Arkasında yılların tecrübesi, birikimi vardır.
Geçenlerde dangalağın birisi söylemiş, bizler antika arabaymışız!
Yani motor çürümüş, kaporta cilalı, doğan görünümlü şahin misâli.
Bu da gösteriyor ki mezarlıkların bekleme salonuna girmişiz de
haberimiz yokmuş.
Yazık yazık, çok yazık.
Fakat Einstein’in dediği gibi önyargıları kırmak zor iştir.
Hele hele de bizim toplumda.
Özellikle küçük kentlerde.
Bir kez yaftalanmaya görün, ne komünistliğiniz kalır, ne de
“Ermeni dölü” olmanız!
Milliyetçilikle, dincilikle beslenen cehalet, kurnazlık, zorbalık
bu ülkede daima prim yapmıştır.
Hatta devletin en tepesine taşınmıştır.
Böylesi kimliklerin tahakkümü altında yaşamak çiledir.
İcraatlarına gönlünüz el vermez, isyan duygularınız kabarır…
Elden de fazla bir şey gelmediği için ya tanrıya havale edersiniz,
ya da benim gibi klavyenin başına geçersiniz.
Bir nevi dertlerinizi ummana dökersiniz.
Belki duyan olur, belki okuyan.

Macit CÜNÜNOĞLU

03 Haziran 2020

Huzur

Macit CÜNÜNOĞLU












Balkonumda güller rengârenk, fesleğen ile küpe çiçeği de onlara eşlik ediyor.
Bir de biberlerim var, maksat üretim olsun.
İnanın bir virüs sayesinde ziraatçı oldum!
Aslında bağ bahçe işlerinden anlamam.
Ancak toprak denilen kutsal varlığın değerini bilenlerdenim.
Özellikle büyük kentlerde yaşayan insanlar yeşile hasrettir.
Yakınlarında park varsa şanslıdırlar, yoksa bu işlevi mezarlıklar üstlenmiştir.
Özetle çağımız insanı doğasından koparılmış, yalnızlığa mahkûm edilmiştir.
Kuş sesi diye bir derdi de yoktur.
Hâlbuki çocukluğumuz yeşillikler arasında geçti.
Camilerin vazgeçilmez aksesuarı güvercinler, serçeler dostumuzdu.
Örneğin memleketim Amasya’da bulunan Şamlar mezarlığı şehir içinde
âdeta parktı.
O da nasibini aldı, şimdi devasa apartmanlar var.
Tamam kentleşmek, modern şehirler kurmak medeniyetin ölçüsü
ama eskiyi yok etmek, hele hele de tarihsel dokuları yakıp yıkmak
meselesine gelince inanın millet olarak ilk sıralarda yer alırız.
Daha düne kadar Boğaz’da yanmayan yalı kalmadı.
Üstelik yaşları da öyle bin senelik falan değil, topu topu iki yüzyıllık.
Aynı karabulutlar Amasya’nın da üzerine çöktü.
Örneğin benim mahallem Gümüşlü tümden yok edildi.
Hatta Eğri Cami bile yıkımdan nasibini aldı!

Yine de ana tanrıça Kıbele’nin torunlarıyız.
Doğurganlığın, bereketin tanrısı.
Anadolu’nun kültürü, binlerce yıl hüküm sürmüş.
Köklerimiz aynı topraklardan aynı sulardan beslenmiş.
Hattiler, Hititler memelerinden süt içmiş.
Ve toprak, gezegenin en kutsal üretim aracı.
İnsanı doyuran yaşatan, üzerinde kentler ülkeler kurduran olağanüstü varlık.
Tüm fabrikalardan değerli.
Ayrıca emek harcayan için gerçek mutluluk aracı.
Hem de nasıl, vefa dersen onda, dostluk dersen onda, ne ekersen onu biçersin.
Hiç kimseyi karşılıksız bırakmaz.
Üstelik parantez kapandığında gideceğimiz son adres.
Bağrına basar cansız bedenimizi…
Önce çürütür, sonra çayır çimen olur, çiçek olur…
Yine hayata katar varlığımızı…
Aslında yaşanan devr-i âlemdir…
Bir gün yokuz, gelecekte varız.
Bakarsınız hayat verdiğimiz otları yiyen bir ineğin memesinden
süt olup akarız.
Aynen Kıbele gibi.

Ne demiş Nazım Hikmet;
“Yaşamak bir ağaç gibi tek ve hür
  ve bir orman gibi kardeşçesine”
İşte bütün mesele, insanca yaşamayı ne kadar becerebiliyoruz?
Toprak hayatımızda ne kadar yer tutuyor?
Balkonumda yetiştirdiğim bir iki çiçek mutluluğumun formülü mü?
Bence evet, belki teferruat gelebilir ama bu tür sevinçleri biriktirdiğimizde
gönlümüzde koskocaman yer tutar.
Ve başlarsınız güllerinizle sohbet etmeye…
Siz ona, o size gülümser…
Ömür dediğimiz altın tepside sunulan hayat güzellikler içinde akıp gider…
Yoksa dünyada o kadar çok kötülük var ki…
Bir dalarsanız içine, Corona bile solda sıfır kalır.
Zaten acılar bütünü olan yaşam serüveninde ne kadar çok
küçük mutluluklara sahipseniz, o kadar da huzurlusunuz demektir.
Ne dersiniz, yoksa yanılıyor muyum?

02 Haziran 2020

Gurbetteki Amasyalılar

Demir Evrensel, Orhan Kavaklı, Raif Gürbüz, Ömer Şimşek
Ben, Alpaslan Samur, arkası dönük ağabeyim Adnan Cününoğlu












Karantina günleri ciddi anlamda bunaltmaya başladı.
Neticede hayat dört duvar arasında geçiyor.
İstediğin kadar okuyup yaz, hepsi bir yere kadar.
Özgürlük gibisi var mı?
Bu nedenle yasaklı günler bizlere Nazım’ın çilesini
daha fazla idrâk etmemizi sağlıyor.
Dile kolay, tamı tamına 13 yıl.
Güneşe, gökyüzüne hasret yaşamak ne kadar da zordur.
Bu da hayatın gerçeği, bir şairin bitmez tükenmez kavgası.
Ancak şiir olup yüreklerimize akmayı bildi.
En güzel satırlarını parmaklıklar arkasında yazdı.
Ve sonunda da çok sevdiği ülkesini terk etti.
O vatana hasret, biz O’na…
61 yaşında ölüp gitti.

Ben de hasret çekenlerdenim.
Memleketim Amasya içimde sönmeyen ateş.
Hatırladıkça sanal yolculuklara çıkarım.
Her seferinde Yeşilırmak beni koynuna basar.
Dağları bahçem, bağları sevincim, tarihi sevdamdır.
Aslında eski hâlinden pek bir eser kalmasa da…
Hatıralarımın tazeliği bana fazlasıyla yeter.
Irmak boyunda gezerken onlarca tanıdığa rastlarım.
Uzaktan Kemal abi (Arıboku) el sallar…
Yine yalnızdır, hâlâ bekar.
Ne acı, Amasyalı kız vermedi canım abime.
Oysa ne kadar da arzu ederdi evlenmeyi.
Hatta düğün dernek özlemini biz gençlerle paylaşırdı.
Ve buna benzer yüzlerce hikâye.
Zaten memleketim masallar diyarı.
Kayaları delen Ferhat, ünlü şifacı Lokman Hekim övünmek
gibi olmasın hemşerimizdir, dağlarda adları yaşar.
Ayrıca Amasya halkı dışarıdan gelen yabancıya pek düşkündür.
Aslında muhacirleri pek sevmezler ama yine de kente yerleşen
vatandaşa ilgisi olağanüstüdür.
Âdeta turist muamelesi çekerler.
Deyim yerindeyse el üstünde tutarlar.
Bunların çoğunluğu da vefalıdır, kadirşinastır.
Ayrılsalar bile asla Amasya’yı unutmazlar.
Tabii temel unsur Anadolu’nun sıcak iklimini bu
topraklarda yaşamışlardır.
Dostluğu, komşuluğu, mahalleyi…
Birlikte coşup ağlamaya şahit olmuşlardır.
Âdeta insanlık dersleri, laboratuvara giren önce şaşırır, sonra âşık olur.
Elbette artılarımız, hasletlerimiz de vardır.
Arada rahneler olsa da seven gözler kusur görmez.

İstanbul’da yaşayan Amasyalılar olarak bizler de çok sık olmasa da
zaman zaman bir araya gelme fırsatı buluyoruz.
Yapılan sohbetlerin tamamında Amasya var.
Ve herkes mutlu, küçücük kente ilişkin yaşanmışlıklar, hatıralar
o kadar zengin ki…
Dışarıdan biri dinlese hayrete düşer.
Çünkü hafıza kayıtları taze ve belgeli.
Referanslar sokaklar, mahalleler, okullar, çarşılar.
Hatta o tarihlerde dillendirme cesareti bulunamayan gönül ilişkileri
bile cüretkârca masaya yatırılıyor.
Demek ki bunları konuşabilmek için aradan uzun yıllar
geçmesi gerekirmiş.
Ah Amasya ahhh!
Sen de yaşamak dert, uzağında olmak ayrı bir dert.
Bir türlü karar veremedim, ama güzeller güzeli İstanbul’da da
sonsuzluğa göç etmenin doğru olacağını düşünenlerdenim.

Macit CÜNÜNOĞLU

01 Haziran 2020

Orta yolun yok mu senin?

Macit CÜNÜNOĞLU













Amasya’da 68-77 yıllarında belediye başkanlığı yapmış
E. Naci Altunay’ı unutamam.
Ayrıca bir süre de milletvekilliğinde bulunmuştu. (16. Dönem)
Özellikle o devirleri gayet iyi hatırlıyorum.
Adalet Partisi Demirel öncülüğünde üst üste zaferler kazanıyor,
âdeta rakipsiz.
65’de % 52.9, 69 seçimlerinde % 46.55 oranında oy almıştı.
Arda arda gelen başarılar müthişti.
Tabii yerel yönetimlerde de aynı performansı sürdürüyordu.
Ülkeyi çoban Sülü idare ediyor…..
Yaptığı çalışmalarla bizim ilin belediye başkanı Naci abimizin
adı da kısa sürede Asfalt Naci’ye çıkıyordu.
Madem İzmir’in Asfalt Osman’ı var, bizim niye olmasın?
O zamanlar kent içinde parke taşlarla döşenmiş yollar mevcuttu…
Ki çok severim, çok da yakışır şehirlere kasabalara.
Ayrıca asfalt denilen petrol türevi o çirkin malzemeyi
oldum olası sevemedim.
Gezme fırsatı bulduğum Almanya’da da çoğu yerde parke taşıyla
döşenmiş caddeleri görünce ne kadar haklı olduğumu bir kez
daha anlamıştım.
Çünkü uygarlığın yolu güzel kentlerden geçiyor, yemyeşil,
tertemiz ve asfalttan korunmuş.
Ancak bu Batılı zihniyet ülkemize kadar ulaşma imkânı bulamadı.
Günümüzün AVM’lerini mabetlere çevirmemiz gibi
top yekûn asfalt sever olduk.
Hatta gemi o kadar azıyı aldı ki, bu pis kaplamayı
oturduğumuz apartmanların bahçelerine bile layık gördük.
Şimdi ise lüks konutların bahçeleri Bodrum’un ünlü kayrak taşıyla döşeniyor.
Ne güzel, örneğin benim doğduğum evin sokağı Arnavut kaldırımıydı…
Tabii birçok mahalle arası gibi.
Tamamen doğal, oysa çağımızda o sahneler yalnızca fotoğraf
karelerinde kaldı…
Bir de şarkıların güftesinde.

Evet, eskiyi yıkmak kolay, yerine koymak zor.
Bütün mesele tarihe duyulan saygı.
Özellikle insani kişiliğiniz deformasyona uğramışsa kim tutar sizi?
İster güç kuvvet sahibi olun ister siyasi otorite.
Geçmişle bağınız kopmuş demektir.
Tamamen tercih meselesi, doğayla uyumlu yaşama kültürü.
İşte bizim topraklarda en büyük eksikliğini duyduğumuz davranış modeli.
Özellikle memleketimin bağlık bahçelik arazilerini imara açarız,
ne Ayvasıl kalır, ne de Ziyere, Yenice köyleri.
Topraklarında yüzlerce konut, artık kentin mahallesine dönüşmüşlerdir.
Ve ağlar kiraz ağaçları, şeftaliler, kayısılar, kınalı üzümler…
Gözyaşlarını gören olmaz.
Bu arada:
 LESAFFRE - LESAFFRE TURQUIE MAYACILIK ÜRETİM VE TİC.A.Ş'nin
pis kokuları yayılır Yeşilırmak vadisine.

Modern çağda bu mudur hayat?
Maalesef, hakim üretim ilişkisi kapitalizm sınır tanımaz, büyük kent
küçük kent ayırımı yapmaz, ahtapot gibi kollarıyla sarar…
Verir eline Iphone, Ebemü havuz başında viski içirtir…
Ve seslenirsin garsona: “Oğlum buza yatırılmış badem getir!”
Ah canım Türkiyem, sen nelere kadirsin?
Biliyorum hikmetinden sual olunmaz ama hiç mi orta yolun yok senin?

31 Mayıs 2020

Siz hiç daum ağacına çıktınız mı?

Tokat-Küçük Yıldız Köyü- Staj hatıraları-1967















Geçmiş yıllara yolculuk etmenin sayısız faydası var.
Sakın siyasi tarihimizden söz ettiğimi sanmayın.
O mevzular yeteri kadar zaten yazılıyor çiziliyor.
Ayrıca özellikle benim kuşağım ne İnönü’yü ne Menderes’i unuttu.
Hele sonrakiler; Demirel, Ecevit, Özal, Yılmaz, Çiller, Erbakan…
Ve nihayetinde de Reis hazretleri!
Hepsi birer klinik vaka.
Emin olun hiçbiri demokrasi uğruna baş koymadılar.
O nedenledir ki hâlâ çırpınıp duruyoruz.
Hapishanelerimiz yazar çizer düşünce suçlularıyla dolu.
Aslında gidişat yürekler acısı, ama elden bir şey gelmiyor.
En son İyi Parti lideri Asena Meral “Memleket Masası” önerdi.
Ne için, kimin için ve kimlerle?
Ayrıca neye karşı?
Verilecek cevabı biliyorum da, şimdilik susma hakkımı kullanıyorum.
Bu vaziyette en iyisi herkesin köyüne dönmesi, benim yaptığım gibi.
Biliyorsunuz uzun zamandır doğduğum topraklara çöktüm.
Dereden tepeden bahsederek yazıyorum ve paylaşıyorum.
En azından kent hafızasına bir kuple olsa da katkım
olabileceğini düşünüyorum…
Veya değerli hemşerilerimin gönül tellerini titretebilme
seviyesine ulaşabildiysem ne mutlu bana.

Yoksa günlük politikayı takip etmek bana göre iş değil.
İnanır mısınız yaptığım görüşmeler de bile o mevzulara girmemeye
özen gösteriyorum.
Çünkü dipsiz kuyu, kimseye de faydası yok.
Tayyip aşağı Tayyip yukarı, ne yapalım yani?
Ayrıca ben seçmedim ki, oy verenler düşünsün, eğer muhakeme
yetenekleri varsa!
En iyisi kaldığımız yerden devam etmek.
Bu arada merak etmeyin, Amasyamız üç beş yazıyla bitecek yer değil…
Her bir çiçeğin, böceğin, yeşilin gönlümüzde kırk yıllık hatırı var.
Yeri gelmişken sormak isterim size, “siz hiç daum ağacına çıktınız mı?”
Ben çıktım, öğretmenim Mecit beyden de bir güzel dayak yedim!
Nasıl mı oldu?
Anlatayım; 8-9 yaşlarındayım, Beyazıd mahallesindeki
Yeşilırmak İlkokulu’na gidiyorum.
Tabii ırmak boyunca, tam da yol üzerinde Kılçaslan’ın karşısında
dohum ağacı var.
Hemen tırmandım, yalnız ayakkabılarımı aşağıda unutmuşum..
O sırada okula giden öğretmenim önce ayakkabılarımı gördü,
sonra ağaca baktı.
Karşısında ben, “İn aşağı” diye kükredi…
Suçum büyüktü, derhal cezalandırılmam gerekirdi ve infaz okula
gider gitmez gerçekleşti!
Bu minik anımı niye mi anlattım?
Elbette niyetim lâf olsun torba dolsun değil…
Amacım geçmişteki eğitim anlayışını sergilemek.
Bir de çok merak ediyorum, günümüzde şiddete baş vuran
eğitimciler var mıdır?
Öyleyse çok yazık!

Macit CÜNÜNOĞLU

30 Mayıs 2020

Pirler'in martısı!

Macit CÜNÜNOĞLU












Amasya’nın kent içinde popüler iki parkı bulunurdu.
Zaten küçük bir yer, eski zamanlarda fazlasıyla yeterdi.
İlki Yeşilırmak kenarındaki Belediye bahçesi, diğeri de Pirler parkı.
Tabii her ikisinde de yaşanmış bir yığın anım var.
Özellikle Pirler hem park hem de mesire yeriydi.
Hıdırellez gibi yılın belli günlerinde halk yokuş aşağı örtülerini yayar,
başta bakla dolması olmak üzere piknik yapardı.
Güzel devirlerdi, bir çocuk olarak yaşadığım o günleri hiç unutamam.
Hele Belediye parkı, Emrullah ustanın dondurması ve çalan 45’likler…
Şükran Ay söylüyor; “Sevemedim kara gözlüm…” peşinden
“Bir fincan kahve olsam…”
Yüksek volümle yayın yapan pikabın sesi ırmağın karşısındaki
mahallelere kadar ulaşırdı.
Henüz o tarihlerde Amasya kendi yağıyla kavrulan bir il,
herkes herkesi tanıyor…
Ve iki eğlencesi var, birincisi sinemaya gitmek, ikincisi de parklar.
Ha bir de Ziyere havuz başı var ki, o da apayrı bir âlem.
Sonradan Yenice de ilâve oldu.
Benim kuşağın havuzda yüzmenin keyfini o mekânlarda yaşadı.
Büyüklerimiz rakı masalarını kurar, karpuz ve diğer meyveler
soğuk suyun altında, aralarında abim gibi sazende varsa şarkılar söylenir,        neşeyle atılan kahkahalar salkım söğütlerin çıkarttığı seslere karışırdı.

Tabii bu hatıralarım sefalı günlere ait.
İnanır mısınız içimde bayram sabahının sevinci var.
Amasya’yı yazdıkça heyecanlanıyorum ve iştahım artıyor.
Yeteneğim olsa roman bile yazarım ama o başka bir kulvar.
Bütün mesele akılda kalanları katma değersiz, dürüstçe paylaşmak.
Yoksa inandırıcılığınızı yitirirsiniz, geriye de boş bir çuval kalır.
Ayrıca yazıyla da olsa kanaviçe gibi işlenmeyi fazlasıyla hak eden bir şehir.
Aynen sokak sokak fotoğraflamak gibi.
Ben de elimden geldiğince, dilimin döndüğünce onu yapmaya çalışıyorum.
Umarım siz değerli hemşerilerime layık olmayı başarmışımdır.
Yoksa ha suya yazı yazmışım, ha havanda su dövmüşüm,
ikisi de aynı kapıya çıkar.
Ayrıca söz konusu Amasya, müstesna bir kent, âdeta şirinlik abidesi.
Gel de yazma, orda doğmuşum, oranın kültürüyle yetişmişim…
Özetle köklerimin filizlendiği yer.
Her bir mahallesinde her bir sokağında kendimi bulurum.
Hafızam da bedenime eşlik etmiştir, yaşadığım dönemler
belleğindeki tazeliğini her zaman korur.
Ve üzerine hasret duygularımı ilâve ederim, karşınıza 50-60 yıl
öncesinin Amasya’sı çıkar, kötü mü?
Aktardıklarım bir şarkıdır, içinde sevdalar, sevinçler, hüzünler olan.
Samanyolu gibi mırıldanırım, çoğu zaman gözlerimdeki
yaşları yüreğime akıtarak.

29 Mayıs 2020

Huzur ve Neşe

Kiralık bisikletle Amasya sokakları.
50'lili yıllar.



















Haberlerde dinliyorum, butik otellere ilgi artmış.
Yani on, on beş odalılara.
Demek ki Corona sayesinde insanoğlu gerçek sosyalleşmeyi de öğrenecek.
Yoksa gidişat iyi değildi.
Yirmi yıldır aynı apartmanda oturuyorum, komşuluk ilişkilerimiz sıfır.
Oysa onca çaba göstermiştim ama hiçbir işe yaramadı.
Anlıyorum ki izole hayatlar pek çok ailenin tercihi olmuş.
Öyleyse yapacak fazla bir şey yok.
Fakat nasıl bu duruma geldik, hâlâ anlamakta zorlanıyorum.
Amasyalıyım, Gümüşlü mahallesinde doğdum ve büyüdüm.
O sıcak komşuluk ilişkilerimizi asla unutamam.
Zaten büyüklerimiz boş yere dememişler; “Ev alma komşu al”.
Ne kadar da isabetli bir söz.
Sanki bugünleri görüp geçmişten sihirli formül uzatmışlar.
Ancak uyarıyı dikkâte almamışız.
İki aydır evlere tıkılı yaşıyoruz.
Vakit geçirme uğraşlarımdan biri de albüm karıştırmak, eskilere yapılan
keyifli yolculuk.
Sanki mahallenin soyağacı gibi fotoğraflar.
Kimler yok ki, nerdeyse tüm komşular orada, hem de çoluk çocuk.
Tabii erkekler yok, abiler, amcalar vs.
Ayrıca niye olsunlar ki, erkek ailenin reisidir ve çalışmakla yükümlüdür.
Onun mesai arkadaşları, kahvehanesi veya meyhanesi vardır.
Ama kadın öyle mi, öncelikle çocuklarının anasıdır
ve yetiştirmekten sorumludur.
Bu konuda yine büyüklerimizin görüşüne baş vuralım…
Derler ki “Yuvayı dişi kuş yapar.”
Yapar da aynı zamanda komşularıyla birlikte kollektif yaşar.
Belki de dayanışmanın, imecenin en güzel gerçekleştiği devirlerdi.
İyi günde kötü günde hep beraber olabilmenin mutluluğuna erişmek…
Artık çağımızda böyle bir şey yok.
Sadece masallar dünyasında kaldı.

Ve Türkiye on yıllardır küresel dünyaya yelken açtı.
Hayran kaldığımız Batılı normlara ulaşırken farkında olmadan mücevher
kıymetindeki değerlerimizi safra niyetine çöpe attık.
İyi mi oldu kötü mü, orasını bilemem.
Ancak gelinen nokta ortada.
Koskoca bir yalnızlık.
Kapitalizmin ideologları için mükemmel sonuç.
Yalnız insan, tüketen insan.
Ne güzel!
Torunlar bile AVM istiyor, akülü arabalar, elektrikli oyuncaklar…
Anne babalar da izlerken dört köşe oluyor.
Halbuki mahalle arasındaki çamurun, dokuz taşın kıymet-i harbiyesi vardı.
Bir de uzun eşek oynayacak kadroyu kurduysanız…
İşte o zaman seyredin neşeyi, coşkuyu.
Ayrıca top deyip geçmeyin, en orijinaline yakını çaputtan yapılırdı.
Taşlardan oluşturulmuş iki kale…
Peşinde tüm mahalle, hava karardı kararacak…
Anneler camdan bağırıyor; “eve gel hınzır!”
Ne duyan var, ne giden.
Her gün bayram yeriydi mahalle...
Çünkü çocukların dünyasıydı, sevinciydi, mutluluğuydu…
Daha henüz psikolojinin kapsama alanı keşfedilmemişti.
Ahenkli bir hayat, huzur vardı.

Macit CÜNÜNOĞLU

28 Mayıs 2020

Tel örgüler arkasından

Amasya














Sıcaklar iyice hissedilmeye başlandı.
Bence mevsimler de şaşırdı.
İlkbaharın doğru dürüst keyfini yaşamadan birdenbire yaza giriyoruz.
Ne yapalım, elden de bir şey gelmez, doğanın yasaları geçerli.
Corona belâsı çıkmadan önce ne güzel tatil programı yapmıştım.
Kızımın tahsis ettiği arabaya atlayacaktım, üstelik benzin parası da yok.
Ege’den başlayıp Akdeniz’e kadar uzanacaktım.
Kader utansın, hevesim kursağımda kaldı.
Şimdi evden bile dışarı çıkamıyorum.
Bende biliyorum, bu kötü günler elbette geçer…
Lâkin benim ömrüm de geçiyor.
Çünkü bazı özlemler sağlıkta gerçekleşebiliyor.
Ne zaman böylesi konuları düşünsem Mısırlı yazar Necib Mahfuz
aklıma gelir.
Adamcağız ileri yaşlarında Nobel ödülünün (1988) sahibi oldu.
Gazeteciler sormuştu; “Bundan sonraki hedefiniz ne?”
O da cevaplamıştı; “Param pulum şöhretim var,  seyahat etmeyi çok
arzulamama rağmen gezecek sağlığım yok.”
Okuyunca içim sızlamıştı.
Evet, yaşamak hemen şimdi, bu yaştan sonra ertelemek bana göre işler değil.
Belki teselli manasında kısa geziler yaparım.
Örneğin Istıranca dağlarına giderim, bilirim ki Sebahattin Ali’nin
ruhu oralarda bir yerlerdedir.
Bir mucize yaşanırsa karşılaşırım belki, bir iki sohbet eder, bıraktığı
memlekette pek bir değişiklik olmadığını aktarırım.
Çünkü tek parti döneminin kurbanı olmuştu, şimdi ise parti de kalmadı,
tek adam saltanatına evrildi.
Batılılar adını bile koydular, “Otokrasi”.
Ve bizler demokrasi-sandık yalanıyla hâlâ yaşıyoruz.
Kâh emekleyerek, kâh sürünerek.
Neyse bu hâlimize şükredelim, bakarsınız duyan olur.
Geçenlerde okudum, Büyük Reis 100 bin kişiye dava açmış…
Belli mi olur, körün taşı rast gelir, canımın yandığına üzülmem…
Ancak tazminat ödeyecek param yok.
Emekli maaşım ancak evin geçimine yetiyor bir de kutsal ilacıma              (anlarsınız ya!).

Gördünüz mü hayâller dünyasına daldım, Amasyamı unuttum.
Doğrusu ya, hiç bana yakışmadı.
Ne güzel kazına kazına memleket sohbetleri yapıyorduk.
Ah Corona, sen neymişsin be?
Tüm dünyayı alt üst ettin.
Bir de diyorlar ki, yaşlıları çok severmiş…
Lânet olsun böyle sevgiye, sanki elinde davetiyeyle dolaşan
cehennem zebanisi.
Gelmiyorum lan, sana inat çıkacağım Vermiş’e, bir ev tutup
tatilimi yine yapacağım.
Varsın olmasın deniz meniz, biliyorum ki aşağıda Yeşilırmak var…
Ve benim canım memleketim…
Onların sevgisi de bana fazlasıyla yeter.

Macit CÜNÜNOĞLU

27 Mayıs 2020

Taşı toprağı altın!

Macit CÜNÜNOĞLU











Amasya’daki Bakırcılar çarşısı da ayrı bir âlemdir.
Bizler için lise binasına giden en kestirme yoldu.
Haftanın altı günü çekiç seslerinin arasından geçip okulumuza giderdik.
Tabii sokak üzerindeki dükkânları seyrederek.
Saraçlar, ayakkabı tamircileri, demirciler, semaverciler, sobacılar,
ve çarşıya adını veren bakırcılar.
O devirlerde müthiş bir dinamizm ve hareketlilik vardı.
Zenaatkâlığın para ettiği yıllar.
Fakat demirci Aytekin abiyi hiç unutmam.
Bir elinde çekiç bir elinde uzun pense, kızgın ateşin karşısında tarım
araçları üretirdi.
Uzun boyu, iri gövdesi ve Yeniçeri bıyıklarıyla dikkât çekerdi.
Lâkin çarşının saltanatı uzun sürmedi, fabrikasyon üretimin yanında,
alüminyum denilen bir alaşım mutfaklarda devrim yarattı.
Sağlıklı bir şeymiş gibi dolaplardaki bakır tava, tencere ne varsa
elden çıkartıldı…
Yerini yıldızı parlayan alüminyumlar aldı.
Bir de melamin denilen petrol türevi tabak, çanaklar piyasaya sürüldü.
İşlem tamam, artık plastik çağa geçmiştik.
Maksat hasıl oldu!
Yeni Dünya Düzeni ile birlikte çarşı cazibesini kaybetmeye başladı.
Belki Burhan abi (Özbakır) mesleğini sürdürmüştür.
Çünkü çok güzel âlemler yapardı, camilerin kubbelerine,
minarelerine yerleştirilen.
Takdir edersiniz ki ülkemizde cami inşaatları hiç bitmez…
Çamlıca’ya bile yaptığımıza göre gerisini siz düşünün.
Önü açık bir Pazar, dur durak bilmeyen.

Fakat Amasya’yı her ziyaret edişimde muhakkak Burmalı Minare’ye uğrarım.
Selçuklu’dan kalma, 13. Yüzyıl eseri.
Yaklaşık yedi yüz yıllık cami.
İçini gezmek de çok hoşuma gider, bir köşeye oturur geçmişi düşünürüm.
Çocukluk, gençlik yıllarımı…
Ve böylesi tarihsel kentte doğmanın keyfini yaşarım.
Evet, aidiyet duygusu önemlidir, çok da insanidir.
Düşünsenize Afrika’da doğmakta vardı, baştan kaybediyorsunuz.
Ya Amasyam, tarihsel zenginliği bir yana toprağından bereket fışkırıyor.
Bir de güzeller güzeli, adıyla müsemma Yeşilırmak…
Özene bezene yaratılmış cennet mekân, tabii kıymet bilene.

Hazır buralara kadar gelmişken azıcık aşağıya inelim, Yeni yola.
Eczacı Sabahat caddenin gülü, rahmetli babamla sık sık uğrardık.
Bizimki lâfını esirgemeyen adam, “Kız” derdi;
“afyonu saçlarının topuzunda mı saklıyorsun?”
Gerçekten de çok zengin olmuştu.
Çok sonraları İstanbul’u Güzelleştirme Derneği Genel Başkanlığına
kadar yükselmişti.
Amasya işte, kimini yüceltir, kimini süründürür.
Sıdıka da (eczacı Oğuz’un karısı) öyle değil mi…
Aynı dönemde öğretmenlik yapmıştık, O Yeni Köy’de, ben Mahmatlar’da.
Bir İstanbul’a geldi, tut tutabilirsen.
Âdeta ülkenin tekstil imparatoriçesi oldu.
Yine de ben mazbut halkımla gurur duyarım, çelebidir, açgözlü değildir.
Madem Ramazan'dan yeni çıktık, çocukluğumda çevresine sessizce yardımlarını esirgemeyen nice varlıklı insan tanıdım.
İşte Amasya böyle bir yer, sevmek bağlanmak için bir yığın sebep var.
Ya sevmemek için?
O zaman başka, tamamen niyete ve bakış açısına bağlı.
Dolayısıyla tercih sizin, hangi yolu seçerseniz.
Arzu ederseniz de İstanbul'a gelebilirsiniz.
Nasıl olsa taşı toprağı altın!

26 Mayıs 2020

Yeter ki içinde adalet, barış...


Macit CÜNÜNOĞLU










Amasyalı hemşerilerimden bir gün izin isteyip siyasetin 

engin sularına açılmak istiyorum.
O şehvetli bataklığa.
Ne kadar da cazip, âdeta davetiye gönderiyor.
Kırar mıyım hiç…
Hemencecik balıklama atladım.
Aslında yazacağım fazlaca bir şey yok.
Yine de birkaç kelâm etmekte fayda var.
Ülkemizin hâl ve gidişi hepinizin malûmu fevkâlâde kötü.
Ekonomi dip yapmış, kanserli vakanın son evresi.
İktidar çaresiz, minarelerde “çal bella” çalarak umut tazelemek istiyor
ama nafile.
Çünkü adres yanlış, Erzurum falan olsa belki diyeceğim ama
İzmirli kül yutar mı?
Neticede de yemedi.
Lâkin saldırganlık sürüyor.
Baş hedefi HDP ve yerel yönetimlerdeki kazanımları.
Asıyor, kesiyor, buduyor ve yöneticilerini hapsediyor.
Baş düşman da CHP, tuzağa düşürmek için elinden geleni ardına koymuyor.
Ve bunun adı da adalet ve demokrasi olarak tanımlanıyor.
İnanın isyan kültürü olamayan toplumlarda yaşamak zûl.
Tamamen biat geleneğinin paradigması içindeyiz…
Başta sultan, bizler aciz kul…
Sandık çözüm yolu gözükse de kutsal ittifakı yenmek mümkün değil.
MHP hazır kıta, İYİ Parti aday adayı…
Geriye de sen ben bizim oğlan kalıyor ki…
Umut fakirin ekmeği, ye Memed ye!

Ancak insanlığın bir yerlere sürüklendiği kesin.
Artık ayrılıklar bir anlam ifade edecek.
Hele hele de sarılmaların öpüşmelerin kıymeti asla unutulmayacak…
Ya göz göze bakışmalar, yapılan sohbetler…
Hasletlerimizde taşıdığımız duygular değil mi?
Ve geldiğimiz nokta, bir virüs gezegenimizi baştan yaratacak.
Ne ABD imparatorluğunun ne de Çin’in ekonomik gücünün
hikmet-i harbiyesi kalmayacak.
Küresel kapitalizm yeniden revize edilecek, çıkış yolları aranacak.
Elbette altta kalan yine yoksul ülkelerin halkları olacak…
Ama bitmeyen umutla beklediğimiz yeni bir dünya görüşü tekrar dirilip
ışığımız, güneşimiz olacak.
Adının ne olacağı da önemli değil.
Yeter ki içinde eşitlik, barış, özgürlük olsun.
İşte bu kavgaya ben varım, ya siz?

Kiliseden camiye...



Pammakaristos Manastırı

































İki cami, bir hikâye.
Ortak özellikleri ise aynı adı taşıması.
İlki Amasya’da, Ruhi Tingiz Devlet Hastanesi’nin komşusu.
12. Yüzyılda kilise, sonra cami.
İkincisi İstanbul Çarşamba’da, 13. Yüzyılda kilise, sonra cami.
İsimleri de Fethiye.
Tabii fetihten geliyor.
Ancak ikincisinin şöhreti bizimkine göre daha fazla.
İstanbul’un alınışından sonra Patrikhane görevini üstlenmiş.
O tarihlerdeki adı da Pammakaristos.
Bilâhare Gürcistan ile Azerbeycan’ın fethinden sonra camiye dönüştürülmüş.
Birkaç kez gezme fırsatı buldum.
Ayrı iki dinsel kültürün mirası koyun koyuna yaşıyor.
Ayrıca turistlerin çok ilgisini çekiyor.
Çünkü mozaikler, freskler dipdiri duruyor.
Özellikle başta İsa olmak üzere Hristiyanlığın kutsal figürleri korunmuş.
Ne güzel, tarihin değerlerine saygı duymak insanlığın kriterlerin biri ama
bizim topraklarda bu kural pek işlemiyor.
Yoksa Amasya mabetler cenneti olurdu.
Fena da olmazdı.
Düşünsenize camiler kiliselerle beraber kardeşçe yaşıyor…
İnanın kentimiz bir o kadar daha turist çekerdi.
Özellikle de çağımızda inanç turizminin popülerliği on kat arttı.
Kapitalizmin kuşatmasından bunalan Batı köklerini aramak gerekçesiyle
akın akın ülkemize geliyor.
Çünkü ilkler bu topraklarda.
Örneğin Kapadokya bölgesi bile tek başına merak edilen soruların cevabını
bulmaya yeterli olabiliyor.
Orada kiliseler, şapeller yer altına, dağlara, vadilere inşa edilmiş.
Ne de olsa Roma tarafından yasaklanan din.
Ama memleketimde çoğu caminin temelinde kilise mimarisinin
kalıntıları yatar.
İstanbul’daki ünlü Fatih camisinin kökleri gibi.
Keşke bizim oralarda da prototip örnekleri yaşayabilseydi ama
gelinen nokta ortada.
Bu saatten sonra da fazla lâfın lüzumu yok.
Olan olmuş, giden gitmiş, kalan sağlar bizimdir.

Ancak bugünden yarına yapılacak işler yine vardır.
Öncelikle Selçuklu ve Osmanlı eserleri camilerin soyağacı ciddi bir
arşiv çalışması sonucu gün ışığına çıkartılabilir.
Denilebilir ki kime ne faydası olacak?
Haklı olabilirsiniz, ancak geçmişi aydınlatmak geleceğin inşasına ışık tutar.
Zaten yeryüzünde bu gerçeğin bilincinde olan toplumlar ilerleme kaydetmiştir.
Örneğin Almanya’nın Nurnberg kentini gezdiğimde Ortaçağ’dan kalma şatoların
canlılığını görünce çok şaşırmış, hayranlığımı gizleyememişimdir.
Yine bir yığın Avrupa kenti II. Dünya Savaşı’nda yerle bir olmuş,
hemen hemen hepsi aslına uygun olarak tekrardan ayağa kaldırılmıştır.
İşte uygarlık, işte tarih bilinci.
Merak etmeyiniz, yazdıklarım bir gün gelir işinize yarar.
Yoksa mabet sanarak koşarsınız AVM’lere...
Doldurduğunuz market arabalarıyla kasaların başında yalnız cebinizi değil,
beyninizi de boşaltırsınız…
Ne mutlu size, o zaman iyi yolculuklar!

Macit CÜNÜNOĞLU

25 Mayıs 2020

Boraboy'dan esintiler


Objektifimden Boraboy Gölü-Amasya















Kent içi turlarıma bir gün ara verip Boraboy gölüne doğru uzanalım.
Gerçek bir doğa harikası, yeryüzü cenneti.
Böyle bir güzellik yalnız ülkemizde değil, gezegende dahi az bulunur.
Belki de geldiğim yaştan ötürüdür, yeşilden aldığım hazzı ne denizde
buluyorum ne de başka bir yerde.
İllâki ağaç olacak ve mümkünse yanında su.
İkisi bir araya gelince ortaya doyumsuz manzaralar çıkıyor.
Seyret seyret, hayâller dünyasına yolculuk et.
Bir de gölün çevresindeki orman evlerinde kalma fırsatı bulabildiyseniz,
oksijen sarhoşu olmanız işten bile değil.
Ayrıca ilgi alanınız neyse, ister yürüyüş yapın ister kitap okuyun,
ama kulağınızdan müziği eksik etmeyin.
Bilhassa Beethoven’ın 6. Senfonisi iyi gelir, pastoral olarak bilinir.

Buraya ilk kez çocuk yaşlarımda gelmiştim.
9-10 yaşlarımda, maden mühendisi bir kiracımız vardı.
O’nun rehberliğiyle ailecek piknik yapmıştık.
Krater gölü olduğunu öğrenince çok şaşırmıştım.
Tabii daha sonraları çok gittim.
Ve tek sevincim Tabiat Parkı ilân edilmesi.
En azından insan denen varlığın yapacağı ağır tahribatlarından
kurtulmayı başarmış.
Hakikaten doğanın bizden çektiği nedir?
Özellikle ülkemizde.
El atmadığımız hiçbir coğrafi bölge kalmadı.
Nerde orman, deniz var; turistik tesis, yazlık olup çöktük tepesine.

En son geçen yıl Salta gölüne gittim.
Elbette bizim Boraboy’un  güzellikleriyle kıyaslanmaz ama yine de
bakirliğini korumuş.
Bembeyaz sahiliyle sessiz sakin duruşuyla coğrafyaya renk katıyor.
Ne yazık ki şimdi hedefte, öncelikle imar izni verilmiş,
kıyısına otel yapılacakmış!
İnanın onca çevresel hareketlere rağmen geldiğimiz vahşi ruh hâlini            anlamakta güçlük çekiyorum.
Nedir bu, resmen barbarlık!
Yarım yüzyıldır gözü dönmüş vaziyette, tabii iktidarların desteğiyle
girilmedik köşe, fethedilmedik koy kalmadı.
İstanbul’dan başlayan rantçı talancı zihniyet dalga dalga ülkemize yayıldı.
Beş yıl Antalya’da yaşamıştım.
Gözümün önünde sahil şeridine yapılan devasa otelleri gördükçe içim sızlardı.
Aynı şekilde elli yıla yakın süredir Kadıköy-Feneryolu’nda ikâmet ediyorum.
İlk geldiğimde buralar tek katlı köşklerle doluydu.
Ya şimdi, gökdelenler cenneti.
Bırakın denizi falan, gökyüzünü görene aşk olsun!
O nedenle Boraboy’a her gidişimde huzur bulurum, işte uygar insana yakışan
ortam bu olmalıydı diye hayıflanırım…
Ama bilirim ki nafile.
Keşke kıymetli hemşerilerim arada sırada göl kenarına gitse, derin nefes alsa…
Ağaçların gölgesinde ve kuş seslerini dinleyerek dünkü Amasya’ya              yolculuk yapsa…
Ve nereden geldik nereye gidiyoruz diye düşünse…
Fena mı olur?
Belki benim âçizane temennilerim hariçten gazel okuma ama elimde değil,
dilim sussa elim durmuyor, geçiyorum klavyenin başına…
Yaz babam yaz, iyi geliyor yorgun ruhuma.

Macit CÜNÜNOĞLU