bir şair vardı, öğretmen

30 Kasım 2014

Şeyhlerin dünyasından...

Macit CÜNÜNOĞLU
30/11/2014 10:30

 

A+
A-
Bizim solcular çabuk çoğalır, aynı hızla da ayrışır...
Parçalanmak için nedenleri çoktur...
Örneğin M. Kemal...
Oldubitti bir yere oturtamazlar...
Kimilerine göre saf kan diktatördür...
Bazılarına göre de çağının en büyük devrimcisi...
Tarihi gerçeklere dayanarak bir türlü orta yol bulunamaz...
Ve tartışmalar, tartışmalar...
Kırk dereden su getirircesine uzayıp giden siyasî polemikler...
Sonuç da, herkes birbirini ajan provokatörlükle suçlayıp yollar ayrılır...
Onlar erer muradına, biz çıkalım kerevetine!

Mevzuu Şeyh Bedrettin’den açıldı...
Hani şu on beşinci yüzyılın meşhur isyancısından.
Satır arası Nazım o ünlü destanı yazmasaydı kahramanımız bu ölçüde tanınır mıydı?
Kim bilir?
Neyse, elli yıllık ressam arkadaşım sosyal medyadaki köşesine:
“Osmanlı astı, Cumhuriyet sahip çıktı” diye bir başlık atmış...
Ve altına Şeyhimizin mezar fotoğrafını koymuş.
“Ne var?” bunda demeyiniz...
Altında bir muhabbet, bir muhabbet...
Sanırsınız yirmi birinci yüzyılın tarih konferansı...
Konuya ilgi duyan dostlarım anında görüşlerini, yorumlarını döşenmişler...
Öylesine ki, bazıları hızını alamayıp işi Türklük gururuna kadar vardırmış!

Hâlbuki işin aslı öyle değil böyle...
Buyrun, birlikte göz atalım:
Tarih 27 Mayıs 1960...
Düdük çalmış, yalan yanlış demokrasi paydos...
İktidarda Kemalist askerler...
Bir başka şeyh; Said-i Nursi de öleli dört beş ay olmuş...
Ebedî istirahatgâhı Urfa’daki Halil İbrahim Cami-i Şerif’in bahçesi...
Yeryüzündeki ilk tapınak, Abraham Sinagogu...
Nam-ı diğer Balıklı Göl Cami-i...
Damarlarında asil kan dolaşan Atatürkçü genç subayların ilk icraatı...
Şeyhin mezarını açtırıp çıkan cesedi İsparta yakınlarına atmak...
Ki mezar yeri belli olup türbeye dönüşmesin.
Yani Obama’nın yaptığı...
Hatırlarsınız, O da Usame Bin Ladin’in aziz naaşını denize atmıştı...
Ki balıklara kutsal yem olsun diye!
Aslanlarım, koçlarım benim...
Mübarekler Baas’ın Türkiye şubesi gibi çalışmışlar...
Aferin onlara, şimdi o ruhtaki subaylar nerde?

Bitmedi, madem iktidarda devrimciler...
Derhal Serez’e (Yunanistan’da) gidilmeli...
Şeyh Bedrettin’in mezarı İstanbul’a defnedilmeli...
Öyle de yapmışlar...
Yıl: 1961
Yalancıktan bir tören, Padişahımız İkinci Mahmut’un ayakucuna gömmüşler...
Adres: Divan yolu caddesi-Çemberlitaş...

Ve benim solcu gardaşım başlık atmış...
“Osmanlı astı, Cumhuriyet sahip çıktı”...
Güya Osmanlı’yı küçültüp, Cumhuriyet’i yüceltecek...
Aslında yaptığı mezar sömürücülüğü...
Veya ölü seviciliği (Nekrofili), Nebbaşlıkta ekstra...
Ancak kime ne anlatacaksınız?

Biz böyleyiz işte...
Boş konuşup boş tartışırız...
Yalanları sever, gerçekleri sevmeyiz...
Üstelik işin doğrusunu da merak etmeyiz...
Maksat muhabbet olsun...
Biliyorum, tatil günü kafanızı ütüledim...
Lütfen bağışlayınız...
İyi pazarlar efendim.

29 Kasım 2014

Dostluk kahvesinden, naklen...

Macit CÜNÜNOĞLU
29/11/2014 09:31

 

A+
A-
Yıllar önce Amerika başkanı söylemiş:
“Ülkeler arası ebedi dostluklar yoktur, ebedi menfaatler vardır.”...
Tamam mı Usta?
Bu gerçeği kafana yaz!
Yoksa çekersin, hem de halkına çektirirsin...
Ve sağda solda ulu orta konuşursun!
Ayrıca sevseler n’olacak?
Alıp yatağa mı gireceksin?

Amma adama çattık yahu!
Eyvallah, millî iradenin yegâne temsilcisinin...
Lâkin bu denli de sağa sola çatılmaz ki...
Üstelik Batı’ya...
Ne istiyorsun el âlemden?
Adamlar işinde gücünde, insanlıksa insanlık, hukuksa hukuk, ekonomiyse ekonomi...
Gül gibi geçinip gidiyorlar...
Gözleri Arap’ın petrolündeymiş, Afrika’nın altınındaymış...
Sana ne, üstüne vazife mi avukatlığa soyunmak...
Ayrıca bin yıllık nizamı sen mi hizaya sokacaksın?

Eh, birine kırk kere “Dünya Lideri” dersen...
Olacağı bu...
Ciddi ciddi Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’ne girmeyi de hayâl eder...
Ortadoğu’ya ayar vermeyi de!
Yemezler Usta...
İçte yeseler bile -ki maalesef böyle oluyor-...
Ama uluslararası ilişkilerde, yani senin anlayacağın dille: Monşer Diplomasisin de...
Yemezler...
Boş yere nefesini tüketme!

Boş ver “dostluk” edebiyatını...
Nasıl olsa keyfin yerinde...
Sıfır kilometre sarayın da hazır...
Münafıklar ne derse desin...
Yok kaçakmış, oda sayısı fazlaymış...
Valla da billa hasetlerinden küstahlaşıyorlar...
Takma kafanı, muhalif ürür kervan yürür...
Hatta oy’un ilk seçimde yüzde altmışa bile varır...
Daha n’olsun...
Sana yan gözle bakanın iki gözü önüne aksın...
Âmin!

Nasıl olsa benim dualar tutmuyor...
Veya tam tersi oluyor...
En iyisi mi sana yüce rabbimden uzun ömürler dilemek...
Bakarsın duyan çıkar...
Gereği yapılır şu fani dünyada...
Biz de derin bir “Ohhh!” çekeriz...
Gözyaşları içinde!

Not: İş bu yazı Yedikule Bostanları’nın yanı başındaki
mahalle kahvesinde halkımızla sohbet neticesinde yazılmıştır...
Adı: “Dostluk Kıraathanesi”...
Çay 50 Kuruş...
Neskayfe yoktur...
İlgilenenlere saygı ile duyurulur!

28 Kasım 2014

Yaşasın Hayat!

Macit CÜNÜNOĞLU
28/11/2014 09:34

 

A+
A-
Mesleğe sıfırdan başlayan bir gazeteci nasıl sınıf atlar?
Bir de aileden gelen miras yoksa ve sermayesi sadece kalemi ise...
Boğaz’daki yalılarda nasıl oturur...
Ki en miniği, en sıradanı beş altı milyon dolardan başlıyor!
Burası Türkiye, “olmaz olmaz” diyorsanız mesele yok...
Ve bir ülkenin en üst düzey yöneticisi kaçak saray yaptırabiliyorsa...
İmamın yellendiği yerde cemaat sıçar!
Kaldı ki cemaat dediğin kim; ruhunu ahlakını vicdanını satmış
kalem erbabı...
Ve bu tür zevattan ülkemizde o kadar çok ki...
Burnunu sallasan her köşe başında karşınıza çıkıyor...
Hürriyet, sabah, star, şafak ve bilcümle havuz medyası arasında!

Örnek mi?
Sırasıyla en temizlerinden başlayayım...
Varan bir: Mehmet Barlas, her devrin adamı diyeyim, gerisini siz anlayın...
Varan iki: Güneri Civaoğlu, tek kelimeyle klas, först kalite, kısaca nambır van...
Varan üç: Ertuğrul Özkök, pop sosyolog, şarap ve kadın uzmanı, Özal hayranı...
Varan dört: Gerisi o kadar çok ki, sıralamaya kalksam sayfalar yetmez.

Evet, bu dünyada herkesin bir bedeli var...
Bu tez siyasetçiler için de geçerli...
O nedenledir ki politikacıyla gazeteciler birbirlerine çok benzer...
Birinin sermeyesi vaatleri, diğerinin kalemi...
Netice itibariyle her ikisi de pazara çıkmıştır...
Parayı bastıran satın alır...
Ve öttürür...
Memleketmiş, halkın çıkarlarıymış...
Hepsi hikâye...
Cüzdan denilen o kutsal değer(!) var ya...
Allah boş kaldığını göstermesin...
İşte çağımızda geçerli en temel ilke!

Durun daha bitmedi...
Bu türlerin çok başarıları, yani döt yalayıcıları...
Danışman olurlar...
Ermeni’sinden jölelisine...
Parlak fikirleri sayesinde dört köşe hayata kavuşup sınıf atlarlar...
Ve bunların rol modelleri İstanbul’da konuşlanmıştır...
Villalarında Yesari Asım şarkıları eşliğinde mehtaba çıkarlar...
Biz de burada kıçımızı yırtarız...
“Sen yanmasan, ben yanmasam...” dizeleriyle!
Hâlbuki devir;
“Lingo lingo şişeler...” devri...
Devireceksin bir büyüğü, elbet çamura batmadan...
Hacı cav cavlar yazsın dursun...
Kesinlikle hayatı ıskalamayacaksın...
Becerebiliyorsan eğer başta Çetin usta, Altan ailesini örnek alacaksın...
Ki dönekliğin de çok kötü bir şey olmadığının farkına varacaksın...
Ve haykıracaksın dünyaya:
Dolce Vita...
Türkçesi Yaşasın Hayat!

26 Kasım 2014

İdolünü sevsinler...

Macit CÜNÜNOĞLU
26/11/2014 08:57

 

A+
A-
Müthiştir Doğu Perinçek...
Başta siyasete, iş dünyasına onlarca değer(!) kazandırmıştır.
Örneğin Şahin Alpay, Oral Çalışlar, Soner Yalçın, Celal Kazdağlı...
Daha kimler kimler...
Bir de iş adamı var ki...
O’na koskocaman bir parantez açmak lâzım...
Adı Ethem Sancak...
Taşıdığı unvanlara gelin birlikte göz atalım:

- 1976-1978 yılları arası Türkiye İşçi Köylü Partisi (TİKP) Güneydoğu ve
Doğu bölgeleri sorumlusu ve Diyarbakır İl Başkanı.
- Hedef Alliance Holding Yönetim Kurulu Başkanı, yıl: 2001.
- 2006-2010 yılları arası Brezilya İstanbul Fahri Konsolosu (ne alâka?)...
- Rio Branco Liyakat Nişanı sahibi (Brezilya’nın en büyük ödülü)...
- 2001 yılında “Yılın İşletmecisi”...
- 2005 yılında “Yılın Girişimcisi”...
- 2007 yılında ise TBMM’nin “Millî Egemenlik Üstün Hizmet ve Onur Ödülü”ne
layık görülmüştür...
Durun, daha bitmedi...
- 2010 yılında kurduğu “İslâm ve Bilim Tarihi Araştırmaları Vakfı”nın Yönetim
Kurulu Başkanı...
- 2004-2010 yılları arasında “Türkiye Ecza Depocuları Yönetim Kurulu Başkanı”...
- 2007-2008 yılları arasında TÜSİD Yönetim Kurulu Üyesi ve Sosyal İşler Komisyon
başkanı...
- İstanbul Modern’in Yönetim Kurulu Başkan Yardımcısı (nasıl olmuşsa?)
- İstanbul Kültür ve Sanat Vakfı Yönetim Kurulu Üyesi...
- TEGV Yönetim Kurulu Üyesi...
- ERG Yürütme Kurulu Üyesi...
- Tüm Süt ve Damızlık Sığır Yetiştiricileri Derneği (TUSEDAD) Kurucu Üyesi...
- TESEV Mütevelliler Kurulu Üyesi (Sevgili Kılıçdaroğlu’da orda)...
- Darüşşafaka Cemiyeti Yüksek Danışma Kurulu Üyesi (bağışçılara duyurulur)...
- Okan Üniversitesi Danışma Kurulu Üyesi...

Veee...
Büyük FİNAL...

AK PARTİ GENEL MERKEZ PARTİ İÇİ DEMOKRASİ HAKEM KURULU (DHK)
üyesi olarak görev yapmaktadır.

İşte Doğu Perinçek, işte öğrencisi Ethem SANCAK...
Canım ülkem; her ikisiyle de gurur duyuyor.
Ah!..
Yazmayı unuttum...
Beyefendi STAR Gazetesi’nin de sahibi...
Evvelsi gün gazeteden bir iki kadrolu yalakayı kovalamış...
Kim karışır, kime ne?
Emir büyük yerden...
Peki, bunları niçin yazdım...
Veya bu tabloyu Viki’den niye arakladım?
Neden olacak canım...
Memleketin hâlini görelim, arif kişiler anlasın diye...
Bir de Sultanımız idolüymüş hazretin...
Eğer küfür etme ihtiyacı hissederseniz...
Adres karışmasın diye!

25 Kasım 2014

Açılım!

Macit CÜNÜNOĞLU
25/11/2014 09:23

 

A+
A-
Bu iktidarla kolay kolay baş edilmez...
Mübarekler “açılım” uzmanı...
Ama her konuda, her alanda!
Memleketin ne kadar birikmiş sorunu varsa oraya açılıyorlar...
Pat diye, hazırlıksız, yalan yanlış, provokatif...
Maksat dostlar alışverişte görsün, gelsin oylar cukkaya!

Hatırlarsınız, ilk Romanlarla başladı...
Bilâhare Kürtler...
Şimdi de Aleviler...
Hepsi de sömürülecek mevzular...
İktidarın en iyi bildiği iş...
Sömür sömür büyü, yüzde elli ikiye dayan...
Oh ne âlâ...
Adama sorarlar; “senin anan güzel mi?”

Elan cevap geliyor...
“EVET”...
Çünkü anaları ataları şeriat...
Başta Gazali, Şeyh Sait, Said-i Nursi, İskilipli Atıf, Necip Fazıl, Gülen Efendi...
Son zamanlarda araya danışman kadrosundan bir de Ermeni dostumuz karışmış...
Adı: Etyen Mahçupyan...
Bakmayın soyadında taşıdığı mahcubiyet kavramına...
Ermeni toplumunun şahit olduğu en büyük dönek...
Evet, evet, yanlış okumadınız; hem dönek, hem satılmış...
Bugünleri sevgili Hrant görse hüznünden bir kez daha ölürdü...
Çünkü can arkadaşıydı, dostuydu...
Yarattığı AGOS gazetesini teslim edecek kadar.

Zaten bu ülkenin başına ne geldiyse bu “açılım” yüzünden gelecek...
Örneğin Arap Baharı’na açılım...
Libya’ya, Mısır’a, Suriye’ye sarkmak...
Ve boyunun ölçüsünü almak...
Bu da yetmezmiş gibi, iki milyon Suriyeliyi ülkemize transfer etmek...
Ortada dönen para milyarlarca dolar...
Madenlerde, tersanelerde, şantiyelerde sapır sapır dökülen gencecik
bedenlerin alın teri, göz nuru!

Evet, açılın bakalım...
Ananızın amcasına kadar yolunuz var...
Çalın çırpın...
Bütün değerleri altüst edin...
Yıkın Cumhuriyet’ten kalan son kaleleri...
Elbet bir gün “DUR” diyecek çıkacaktır...
Eğer bu halkı tanıyorsam o günler de yakındır...
Ve bu vatanın gerçek sahibi namusluların sayısı sizin gibi soysuzlardan
her daim fazladır...
Emin olun...
NOKTA!

24 Kasım 2014

"24 Kasım" aşkına...

 

Macit CÜNÜNOĞLU
macitcununoglu@gmail.com
24 Kasım 2014, 09:53
 

Öğretmenleri onurlandırmak için UNESCO “5 Ekim”i tavsiye etmiş...
12 Eylül cuntası da “24 Kasım”ı...
Tabii M. Kemal Atatürk’le ilişkilendirerek.
Ayrıca her ülkenin kendine göre “Öğretmenler Günü” var...
Bence hepsi zorlama...
Yani hiçbiri bir “1 Mayıs”, “8 Mart” olamaz...
Maksat öğretmenlerin de gönlü hoş olsun!

Gelelim ülkemize; kulak verelim sevgili İlhan Arsel’e...
“Biz Profesörler” kitabında bakın neler demiş:

“Biz öğretim üyeleri, hiç kuşkusuz pek iyilerimiz bulunmakla beraber,
pek çoğumuz yetersiz, bilgisiz kimseleriz.
Dar görüşlülüğümüz ve tutuculuğumuz her türlü tanımlamanın dışında kalır.
Çağdaş anlamda üniversite öğrencisi yetiştirecek olgunluktan çok uzağız;
yetiştirdiğimiz insanların ne kez düşük bilgiler ve zihniyetle bu toplumun
başına bela olduğunu her gün görmekteyiz.
Ülkemiz her gün biraz daha uçuruma yaklaştıranlar da bu bizim yetiştirdiklerimizdir.
Şu muhakkak ki bizlerin kendi kendimize çeki düzen vermemiz, kendimizi
geniş görüşlülükler ve gerçek bilgilerle donatmamız...
Ve asıl önemlisi medeni cesarete sahip, sağlam karakterli kişiler olarak
topluma ve yeni kuşaklara ideal örneği oluşturmamız, emsal sağlamamız...
Ve kısaca haysiyetli aydınlara yaraşanı yapmamız, aklımızı başımıza
toplamamız koşuldur.
Bundan dolayıdır ki bizler, en insafsız, en sert ve hatta en abartmalı biçimlerde
yerilmeli, çuvaldızı başkalarına batırmadan önce iğnenin kendimize batırılmasını
beklememeli ve bizi yerenleri baş tacı etmeliyiz.
Bu yermeleri, bu iğnelenmeleri göze aldığımız ve buna müstahak olduğumuzu
kabul ettiğimiz an, olumlu yönelişe ilk adımı atmış sayılırız...”
Evet, İlhan Hocamızın görüşleri bu...
Bırakalım “Öğretmenler Günü” safsatalarını...
Öncelikle kendimize, eğitim kalitesine bakalım...
Ki yarınlara dair kurtarılacak ne varsa...
Umudumuz yitirmeden, bugünden, hiç vakit kaybetmeden aydınlığın
bayrağına sarılalım...

Yoksa yarınlar çok geç olacak...
Gözlerimizin içine baka baka...
Ceberrut iktidar Cumhuriyet’in temellerini sarstıkça sarsacak...
Gün eğitimi kurtarma günüdür...
İçimizde birazcık M. Kemal aşkı kaldıysa!

23 Kasım 2014

Bir umut

Macit CÜNÜNOĞLU
23/11/2014 09:31

 

A+
A-
Umudun adı yok...
Adı yok, çünkü bu ülkede umutlu olmak için bir neden yok...
Bir nefes, bir çıkış yolu...
Hepsi hayâl.

Dün torunumlaydım, bütün günü birlikte geçirdik.
On beş yaşında, lise öğrencisi.
Eğitimden, sanattan, hayattan konuştuk...
Bir de film izledik, “Ben Hur”u...
Roma İmparatorluğu’nun ihtişamının sergilendiği gösteri...
Üç buçuk saatlik, mesajı üzerine bol bol siyasî yorum yaptık.

Geldik okuluna, eğitim öğretime...
İyi bir lisede okuyor, daha doğrusu şöhreti olan devlet yuvası...
İdare bu yıl Paralelcilerden temizlenip pırıl pırıl kadrolara teslim edilmiş...
Oh ne âlâ, yaşasın muasır medeniyetler seviyesinde yarışacak gençliğimiz...
Binada abdesthanemiz, mescidimiz var...
Hem de haremlik, selâmlık olarak iki parça...
Koridorlar türbanlı dolu, erkek öğretmenler badem bıyıklı...
Ah paranın gözü kör olsun...
Şeytan diyor ki sat evi, ver çocuğu Dalan’ın okullarına...
Bari torunumuz Ergenekoncu yetişsin!

Olmadı işte, kader utansın!
Bir hayırsever sponsor, bir vakıf da bulamadık ki makûs talihimiz değişsin...
Cem Karaca’nın dediği gibi “işçisin, işçi kal” şarkısını dinleyerek
beyhude geçti ömrümüz...
Yine de mutluyum, huzurluyum...
Torunumla el ele, göz göze aşk yaşıyorum...
Aşkların en güzeli, en yalını, en namuslusu...
Mezara taşınacak kadar vefalısı...
Daha ne olsun?

Fakat bunca olumsuzluk arasında bir kitap imdadıma yetişti...
Edebiyatçıları dönem ödevi vermiş...
Bizim Orhan Kemal’den, “Murtaza”yı...
Kadıköy’de tüm kitapçıları dolaşıp en sonunda bulduk...
Şaştım kaldım, piyasayı Ahmet Ümit, Ayşe Kulin, Elif Şafak kaplamış...
Kemallerimiz, Sabahattin Alilerimiz, Burianlarımız karaborsa...
Ara ki bulasın!

Torunumun bir önce okuduğu kitap da “İnci”...
John Steinbeck’ten, istiridye avcılarının yaşam öyküsünün anlatıldığı eser...
Artık diyalektiğin yasaları geçerli, incinin oluşumu sergileniyor ilmek ilmek...
Anlayan için ders niteliğinde...
Hep iddia ederim, herkes Steinbeck’i okumalı...
Hayatı doğru algılamak için, siyaseti, siyasetçiyi yerli yerine oturtmalı...
Ve beklentileri, umutları...
Bize ve gençliğimize, geleceğimize dayatılanların kader olmadığının
farkına varmalıyız...
Yoksa ömrümüz yakınmayla, öfkeyle, küfürle geçer...
İşte bir umut, bir çıkış yolu...
Orhan Kemal’den “Bekçi Murtaza”...
İstanbul’un bir köşesinde, bir okulunda yeniden karşımıza çıkıyor...
Çukurova’da geçen hazin bir öykü...
Memleket gerçekleri...
Gözlerim ışıdı, dört elle sarıldım kitaba...
Ve bir öpücük kondurdum torunumun alnına...
Işığı kucaklarcasına.

22 Kasım 2014

"Cami isterük!"

Macit CÜNÜNOĞLU
22/11/2014 09:49

 

A+
A-
Her gün yazı yazmanın en ciddi tuzağı: Tekrar...
Düştünüz mü okuyucuyu bıktırırsınız, farkında bile olmazsınız!
Örneğin iktidar destekçisi medya organlarından en çok satanı...
Ve bu gazetenin her sabah öten Ardıç puştu...
Utanmadan sıkılmadan sabah akşam cami yazıyor.
“Yazsın, ne var bunda?” demeyin...
Var, çok şey var...
Çamlıca’ya, Taksim’e, Validebağ’a, Göztepe’ye cami...
Nereye varacak bu işin sonu!

Her zaman söylerim...
Hırsızlığın tavan yaptığı devirlerde tapınak yaptırmak modadır...
İnanmıyorsanız Ortaçağ’a bakın.
Papaz, Derebeyi el ele verip bütün Avrupa’yı kiliselerle donatmışlar...
Hem de ne görkem, ne işçilik.
Halk eziliyormuş, umurlarında mı?
Zalimlik, soysuzluk ruhlarına işlemiş...
Engizisyon denilen sırat köprüsünü de icat etmişler...
Bizim “Özel Yetkili” mahkemelerimiz gibi...
Düşünen, sorgulayan, itiraz edeni ateşlere atmışlar...
Cehennem yeryüzüne inmiş...
Zebaniler iş başında, yoksul halk sürünenler sınıfında...
Vatikan mutlu, şatolar huzur içinde...
Saraylarda yaşayan efendilerin belinde cennetin anahtarı...
Bin yıl sürmüş saltanatları!

Evet, tanıdık geldi mi bu düzen?
Sabah akşam yazıyor aşağılık borazanlar...
“Cami isterük!”
İsteyin lan, yazın...
Bizans’ın yalnız İstanbul’da iki bin kilisesi vardı...
Üstelik surları da, ta bin beş yüz yıl önce yapılmış...
Uzunluğu yirmi iki kilometre...
N’oldu?
Ortaçağ’ın, karanlığın simgesiydi...
Yıkıldı mabetler, bir başka dünyaya yelken açtı insanlık...
1492 yılında Amerika’ya uzandı...
Yalancıların iddialarına rağmen!

Tekrar dönersek başa:
Hırsızlığın kol budak saldığı devirlerde cami yapımı hızlanır...
Ki kuldan utanmayanları tanrı affetsin!
Peki, tanrı günahkârları bağışlar mı?
Zor soru!
Kim bilir, ancak ilâhi borunun öttüğü gün belli olur...
Çünkü bu ülkede daha uzun süre hırsızların borusu ötecek...
Muhalefet de kına yaksın...
Bizi MİT mi karıştırdı diye!

21 Kasım 2014

Kime ne!

Macit CÜNÜNOĞLU
21/11/2014 09:04

 

A+
A-
Giriftzen Asım Bey Amasya’dan sesleniyor:

“Cânâ rakîbi handân edersin
Ben bî nevâyı giryân edersin
Bîgânelerle unsiyyet etme
Bana cihanı zindân edersin”


Üstadımız 1851 Teselya doğumlu; müzisyen, asker...
Ve İstanbul İtfaiye Teşkilatı Kumandanı...
Abdülhamid devri, jurnallerle devlet idare ediliyor...
Yıl: 1883...
Asım Bey Amasya’ya sürgün!

Kahramanımız Amasya’yı kucaklıyor, Amasya’da O’nu...
Hatta eniştemiz olacak kadar.
Musiki örgütleniyor Yeşilırmak vadisinde...
Giriftin sesinin öncülüğünde en güzel besteler yükseliyor dağlar arasında...
“Cana rakîbi handân edersin”
Sanatın en güzel dalı serpilip gelişiyor...
Ve Amasya Musiki Cemiyeti olarak karşımıza çıkıyor...
Ülkemizin en eski musiki kuruluşlarından...
Dergâhında nice sanatçılar yetişmiş; bestekârlar, virtüözler...
Öncü ışık sürgündeki Asım Bey!

Bodrum da Amasya ile benzer kaderi paylaşmıştır...
Bağrına basmıştır Giritli Cevat Şakir’i...
Sürgündeki Halikarnas Balıkçısı’nı...
O ki gerçek bir Bodrum sevdalısı, âşık...
O’nun sayesinde tüm dünya tanımıştır balıkçı kasabasını...
Bir güneş gibi doğmuştur Ege’de...
Öyküleriyle, romanlarıyla Halikarnas âdeta yeniden keşfedilip...
İnsanlığın ortak mirası olacak kadar yıldızlaşmıştır.

Bazen bir kişi deriz...
Hafife alır küçümseriz.
Hâlbuki o kişi bir cevherse; ne yapar ne eder yayar ışığını...
İşte Amasya, işte Bodrum...
Bu iki şehir de sürgünlerine o kadar çok şey borçlu ki...
Ayrıca Ermeni’yi, Rum’u kovduk Anadolu’dan...
Sanatın her dalının zarif ustalarını...
Birazdan yola çıkacağım...
İlk durağım Beylerbeyi Sarayı’nın avlusu, kahve molası...
Sonra ver elini Ortaköy, kanaviçe güzelliğindeki camiyi seyrederek
çay ve simit saati...
Eğer güneş yüzünü esirgemezse Ihlamur Kasrı’na geçeceğim...
Balyan ailesinin aziz ruhlarını yâd ederek...
Sahi saydığım bunca değer şimdi nerde?
Düştük bir Küba’daki cami geyiğine...
Ülkenin orta yeri tiyatro...
Komedinin, tuluatın en kralı burda...
Sahnede Yeni Türkiye’nin mimarı...
Maskara olmuşuz cümle âleme...
Ne halkımız farkında, ne sultanımız...
Ben sanatın, sanatçının, yaratanın peşindeyim...
Kime ne!

20 Kasım 2014

Vicdanımızın sesi...

 

Vicdanımızın sesi...
Macit CÜNÜNOĞLU
macitcununoglu@gmail.com
20 Kasım 2014, 19:13
                           
 

“Bigazete”
de yazmaya başlayalı şunun şurasında iki hafta oldu...
İlk yazımın tarihi: 8 Kasım 2014...
Lâkin sansür ve denetim konusunda bir yazışma, bir yazışma...
En son değerli Editörümüzden aşağıdaki iletiyi aldım...
Buyrun birlikte okuyalım:

“Lütfen! Amy Redford'un "The Guitar" diye bir film var. İzlemediyseniz öneririm.
Yoksul sınıftan bir genç kızın, iki ay sonra öleceğini öğrenmesi ile birlikte dışa vuran
kafasındaki özgürlükleri yaşaması ve sonrası...
Kötü diye bilinenlerin öğrettikleri ve iyilikleri de oluyor" mesajı da cabası...
Düşünüyorum ki; editör onayı ile sansürün bağı olduğu yargınız değişecek...”
Anında seyrettim, eli yüzü düzgün bir film...
Editörün belirttiği gibi mesajı da güçlü...
Özetle: “Başına ne gelirse gelsin azma, yoldan çıkma...
Eğer azarsan, yoldan çıkarsan; bazen mucizevi sonuçlar da gelir başına!”
Karar elbette sizin!
Fakat filmi torunlarımla izledim...
Azcık yüzüm kızararak...
İkisi de şirinlik abidesi kız çocukları...
Aman da aman, mevzuda neler yok ki?
Romantik lezbiyenliğin zirvesi, yatak sahnelerinin en güzeli...
Fotografik yönü etkili, filmogratifik yapısı sağlam...
Başrol oyuncusu bir içim su...
Dört dörtlük başyapıt...
Editörümüzün tavsiyesi...
Ne yapıp ne edip muhakkak izleyin.

Gelelim sadede...
Benim (yazar değil, yorumcu olarak) tek sermayem devrimci ruhum...
Polisten, askerden, sıkıyönetimden, işkenceden, hapisten korkmadım...
Bilcümle devletten...
Bu saatten sonra düşüncelerimi nasıl sokarım cendereye?
Ayrıca ne demişti rahmetli Bülent Ecevit: “Su kullananın, toprak işleyenin”...
Mübarek sanki Spartaküs...
Bu sloganla meydanlara çıktı, yıl: Bin dokuz yüz yetmiş üç...
Aldığı oy: Yüzde otuz üç...
Al sana iktidar, 12 Mart faşizminden sonra kazanılan en büyük zafer...
Yaşasın devrimci zihniyet...
Yaşasın özgür düşünce.

Son söz: Edep, ahlâk kuralları çerçevesinde eleştiriye, yaylım ateşine EVET...
Dinci faşizme, şeriatın her türlüsüne; ılımanına, sulandırılmışına HAYIR...
İşte bu nedenledir ki vicdanımızın sesi “Bigazete”den haykırıyorum...
İnsanlık onurunu korumak kollamak, savunmak için...
Zaten burdayım!

Haberin var mı?

 

Haberin var mı?
Macit CÜNÜNOĞLU
macitcununoglu@gmail.com
20 Kasım 2014, 09:16
                          
 
Hayat dediğiniz nedir ki?
Aklım Bertrand Russell’e...
Bakın ne diyor usta: “Tek kitaplı adamdan kork”...Geçmişim Halil İnalcık hocaya...
Yalnızlığım Gabriel Garcia Marguez’e teslim.
Daha ne olsun, yuvarlanıp gidiyoruz işte!

Kitaplar, kitaplar...
İyi ki varlar...
Okumaya başladığım son kitap “Masalını yitiren dev”...
Adnan Binyazar’dan...
“Yazılışı tehlike yaratacak bir hayat yaşadım” diyor yazar...
Diyarbakır’dan başlayıp okyanuslara uzanan...
Hem de ne hayat, yoksulluğun pençesinde yeryüzüne tutunmaya çalışan...
Onurlu dünyalar, yitip gitmeyen...
Ve paylaşımlarıyla ses getiren!

Hep söylerim...
Bu ülkede siyaset yazmak eziyetli, bir o kadar da usanç verici.
Öncelikle politikanın vicdanı yok...
İktidar tutkusu bacayı öylesine sarmış ki...
Yalancılık sevap, hırsızlık mübah, niza çıkarmak olağan...
Sükunet, suhulet, izan tedavülden kalkmış...
Tek yol; böl parçala yönet!

Mizahsız yaşayan bir toplum olduk...
Sanatın yerlerde süründüğü koşullarda!
Mehter müziği duyuluyor parklarda, kafeteryalarda...
Rüzgâr kıbleden esiyor...
Kutsal sanılan değerler yüzlerce ayıp örtüyor...
Her gün Mavi Marmara’nın önünden geçiyorum...
Bir hiç uğruna giden dokuz can...
Ve bir zihniyet dalgalanıyor geminin bordrosunda...
Simsiyah bir bayrak, karanlığın ölümün habercisi!

Sonbahar bütün hüznüyle memleketin üzerine çöktü...
Gün geçmiyor ki iş kazaları eksik olmasın...
İşçi kıyımları, genç bedenler, sönen ocaklar...
Akın var akın, toprağa mezarlığa akın...
Utanmazların, yüzsüzlerin dünyasında...
Artık dayanmıyor yürekler...
Alçaklar dört bir yanda...
İhtiras, kibir, para hırsı yükselen değer...
İnsanlık "off", vahşi kapitalizm "in"...
Üstelik milliyet, din soslu!
Ne halk farkında ne tanrı...
İktidarın karanlığında koşuyoruz kıyamete...
Sıra sıra dizilmiş melekler...
Gülümseyerek el sallıyor zavallı hâlimize...
“Haberin var mı kör duvar?”

19 Kasım 2014

Kızıma...

Macit CÜNÜNOĞLU
19/11/2014 08:20

 

A+
A-
Otuz beş sene önce bugün bir kızım oldu.
Adı: Onur Sıla
İki torun verdi bana, Su ile Nehir...
Ve ben Cahit Sıtkı’ya uzanmışım, “35 yaştan” mısralar mırıldanıyorum...

“Şakaklarıma kar mı yağdı ne var?
Benim mi Allahım bu çizgili yüz?
Ya gözler altındaki mor halkalar?
Neden böyle düşman görünürsünüz,
Yıllar yılı dost bildiğim aynalar?


Zamanla nasıl değişiyor insan!
Hangi resmime baksam ben değilim.
Nerde o günler, o şevk, o heyecan?
Bu güler yüzlü adam ben değilim;
Yalandır kaygısız olduğum yalan.


Neylersin ölüm herkesin başında.
Uyudun uyanamadın olacak.
Kim bilir nerde, nasıl, kaç yaşında?
Bir namazlık saltanatın olacak,
Taht misali o musalla taşında.”


Günlerden 15 Kasım 1979, bir kaza, Haydarpaşa açıklarında...
Çarpışan iki gemi, patlayan tanker...
Independenta, 43 cana mezar oluyor Marmara.
Hemen ertesi günü, Fatih semtinde öğrencilerinin gözleri önünde
bir öğretmen vuruluyor, tarih 16 Kasım 1979, adı: Talip Öztürk...
Eğitim hareketinin önderlerinden, özü sözü bir yiğit adam...
O’nu da andık üç gün önce, mezarı başında...
Aradan geçmiş otuz beş yıl...

Durulmuyor ortalık, ülke hızla 12 Eylül faşizmine yol alıyor...
19 Kasım 1979, eski milletvekili İlhan Darendelioğlu indiriliyor
evinin önünde...
Kötü günler, acı günler, kanlı günler...
Ocaklar sönüyor birer birer.
Yaşananlar tam bir felâket!
Evet, bugün kızımın doğum günü...
O’nu ve torunlarımı nasıl bir gelecek bekliyor?
Merak etmeden duramıyor insan...
Gidişat karanlığa, ülke sorunları dev gibi...
Hele torunlarımın, Su ile Nehir’in başına özgürlük kelepçesi vurulmak istenirse...
TÜRBAN...
Nasıl dayanır yüreğim?

Neyse, kötü şeyler gelmesin aklıma...
İyi düşün, iyi şeyler olsun hayatta...
İyi ki doğdun canım kızım Onur Sıla...
İyi ki varsın...
Yoldaşım, arkadaşım, dostum...
Sen benim gururumsun.

.

18 Kasım 2014

Sol Ayak

Sol Ayak
Macit CÜNÜNOĞLU
macitcununoglu@gmail.com
18 Kasım 2014, 08:19

Sevgili Orhan Veli bir şiirinde diyor ki,

“Sarhoş oldum da
Seni hatırladım yine;
Sol elim,
Acemi elim,
Zavallı elim!”
Necip Fazıl ise “sol” eline karşı acımasız, zalim...

O da “Kalbimi ve aklımı hep sağ elime verdim; görevi olmasaydı
sol elimi keserdim”
diyor!

Bak şu sapığa?
Metafor da olsa insan elini keser mi?
Kim bilir, belki bu zihniyet iktidara gelse solcuların alayını keser...
Çünkü öfke, kin öylesine derin ki...
Âdeta hastalık...
Zaten Necip Fazıl baştan sona hastalık...
Tamam; iyi şair, sağlam şair...
Fakat beyni, uyuşturucuyla zehirlenmiş düşünceleri, ideolojik duruşu...
Bizden uzak olsun, öğrencisi sultanımız alsın, tepe tepe kullansın!

En iyisi mi biz Orhan Veli’ye takılalım...
Gönüllerin şairine, samimi mi samimi, bir o kadar da yalın.
Ne diyor mısralarında; “acemi elim”...
Hakikaten sol elin acemiliğini bir tarafa bırakırsak...
Türkiye solu da acemi, yalnız ve dahi başarısız.
Öncelikle bir araya gelmeyi beceremiyor.
Parti çok, şef çok, dünya görüşlerinde derin farklılıklar var...
Hâlbuki sağ bütüncül...
En azından seçmen oyları bir partiye akabiliyor...
Ayrıca parti tasfiye edip tarihin karanlığına gömebiliyor.
Örneğin ANAP, DYP...
Dünün iktidar ortakları...
Şimdi yoklar!
Bir de sağın önderleri, akil kişileri...
Sık sık televizyon ekranlarına çıkıp ders niteliğinde akıl veriyorlar...
“Türkiye demokrasisi topal, sol ayağı yok” diye...
Haklı olmasına haklılar da, ne kadar dürüstler...
İşte orası tartışmalı...

Evet, bu duygular içinde dün akşam bir kez daha “Sol ayağım” filmini izledim...

Başrolünü Daniel Day-Lewis’in oynadığı, beyin felçli İrlandalı yazar, ressam, şair Christy Brown’ın hayat hikâyesinin anlatıldığı filmi...
Filmin kahramanı “sol ayak”...
Yanlış okumadınız, izleyenler bilir, “sol ayak”...
Yaratan, üreten ve insanlık onurunu yılmadan, yıkılmadan ayağa kaldıran
“sol ayak”...
Biz de hiç olmayan...
Utandım...
Neden mi?
Bir solculuğumdan, iki örgütsüz oluşumdan...
Üçüncü şık...
O yok...
Ayrıca bu kadarı yetmez mi?

17 Kasım 2014

Aşkıma...

Macit CÜNÜNOĞLU
17/11/2014 07:20

 

A+
A-

Christoph Daum’u ciddiyetiyle, duruşuyla, yardımseverliği ile çok severdim...
Ta ki kokain skandalına karışana kadar...
Hem de en başarılı olduğu dönemde, Bayer Leverkusen takımının başındayken...
Sonrası malûm, itiraflar, para cezasına çevrilen mahkûmiyetler falan filan...
Gel gör ki Almanya’da aforoz edilen Daum ülkemizde yine iş buldu, anlı şanlı
birinci lig takımlarımız O’nu paylaşmaktan geri durmadı...
Normaldir, oldubitti hoşgörülü toplumuzdur.

Örneğin 17-25 Aralık skandalları...
Ortaya saçılan para makinaları, ayakkabı kutuları, içi döviz dolu kasalar,
kol saatleri, masa saatleri, duvar saatleri vs...
Hepsi hikâye, hırsızlar soysuzlar rüşvetçiler suçüstü yakalanmış...
Seçmen sandıkta başına taç yaptı!
Varsın olsun, yine de hoşgörülü olmak meziyettir!

Fakat gündeme oturan bir de Deniz (Seki) kızımız var...
Buğulu ses, gerçek bir müzisyen, gerçek bir sanatçı...
Hele “böyle gelmiş böyle gider” şarkısını bir söyleyişi var...
Müthiş, kıvrak dansıyla eşlik etmesini kırk kere seyretsem doyamam...
Sesse ses, güzellikse güzellik, tanrı yaratılış sürecinde malzemeden çalmamış...
Tek kelimeyle hayranıyım, moda deyimle fanlarındanım...
Lâkin Daum gibi O da kokainci...
Üstelik satış işlerine karışmış...
Ah be kızım, bu boku içtin içtin...
Ne diye işi ticarete dökersin?

Ayrıca bu naneyi yemeyen mi kaldı?
Hele sizin dünyanızda...
Sırlamaya kalksam magazin âlemi resmigeçit yapar!
Neyse, hoşgörü de bir yere kadar.
Bak, paçayı ele verdin, çek cezanı...
Oh olsun!

Şaka, şaka...
Kıyamam ben sana...
Herkese şükür de, kılıçlar sana gelince mi keskin?
Bu toplum bağışlanan ne reziller gördü...
Siyasetçisinden, askerine polisine kadar...
Nice katiller af edilip aramıza karıştı...
Onları da saymaya kalksam İstanbul’dan Amasya’ya yol olur...
Dile kolay, on yedi bin faili meçhul cinayet...
Ne gören var ne bilen...
Sadece on yedi bin sönen ocak, kanayan yürek...
En meşhur özdeyişimizdir...
“Ateş düştüğü yeri yakar”...
İşte böyle canım kızım...
“Suçsuzum, bu ülkede adalet yok” diyorsun...
Haklısın, yerden göğe katılıyorum...
Fakat karşında duruyor iki buçuk yıllık mahpusluk...
Davan AYM’den döndü döndü...
Dönmezse paşa paşa yatacaksın...
En azından içerdeki süreyi iyi değerlendir...
Erich Frohmm’un “Sahip Olmak ya da Olmak” kitabını muhakkak oku...
Belki kusurlarından, zaaflarından arınmış olarak dönersin aramıza...
Bilirsin, senin gönlümüzdeki köşkün ayrıdır...
Ayrıca başımızın üstünde daima yerin vardır...
Bu duygular içinde gözlerinden öperim Denizim...
Seni hep özleyeceğim...
Platonik aşkım benim!

16 Kasım 2014

Papazın dünyasından...

 

Papazın dünyasından...
Macit CÜNÜNOĞLU
macitcununoglu@gmail.com
16 Kasım 2014, 12:18

Kilisede vaaz veren yaşlı bir papaz, kendisini dinleyen dindaşlarına
 şöyle diyormuş:

...Bizi kötülüklere sürükleyen bir takım kuduz köpekler vardır ki, ta içimizde tüner ve engel olmadığımız sürece bizlere hükmeder. Bunların kıskançlık, haset, şehvet gibi şeylerdir ve her biri en azılı şeytandan da beterdir. İçimizdeki bu kuduz köpekleri teker teker öldürmedikçe selâmete çıkmamız ve cennetlik olmamız mümkün değildir. Örneğin, ben kendim, uzun yıllar uğraştım ve bunda başarılı oldum; kıskançlık denen o kuduz köpeği boğdum; hele o şehvet denen en azılı köpeğe gelince, onu da ezdim, yok ettim; işte şimdi rahata eriştim.

Konuşmasının tam bu noktasına gelince, arka sıralarda oturan birisi dayanamayıp kalkmış, papaz efendiye şöyle haykırmış:
...Muhterem Peder, bana öyle geliyor ki, o sonuncu köpeği siz kendi ellerinizle öldürmediniz, eminim ki o kendi eceliyle ölmüştür.
Camide bu muhabbet olur mu bilmem...
Hele de hocaya karşı gelmek...
Mümkün değil, zaten bugüne kadar ne kadar camiye gittiysem hocanın dışında konuşan vatandaş görmedim...
Bir de Cüppeli veya Gülen Efendi sazı ele almışsa...
Sıkıysa karşı dur, anında müritleri uçururlar kelleni!
Yalnız papaz efendiyi dinlerken aklıma bir köpek daha geldi...
İnsanın içinde yaşayan yalancı köpek...
Ki, “o” kuduzdan da, hasetten de, şehvetten de beter.
Nasıl yani?
Efendim bu köpeğin zararı ev sahibine olsa iyi...
Fenalıkları çevresine, halkına...
Yalanlarla kandıran yaratıklar yeryüzünün en tehlikelisi!
Öyle değil mi?
Örneğin ülkeyi ele geçirebilir, saraylar yaptırıp zevk-i sefa içinde yaşayabilirler...
Bu da yetmez, komşularına dalar...
Ve piyasaya çıkıp “en büyük benim” diye hava atarlar!
Hadi canım, olacak iş mi?
Baksanıza papaza, içindeki zararlı köpeklerin birini katletmiş...
Diğeri de eceliyle ölmüş...
Yalancısı olsa ne yazar, onu da boğar.
İşte burası tartışmalı...
Eğer papaz efendi gözünü dikmişse Vatikan’a, Papalık makamına...
Ve bunun yolu da yalandan geçiyorsa...
Ne Tanrı tanır ne İsa...
Millî irade der, din-iman der, tek millet tek bayrak der...
Zıplar iktidara!
Peki, örneği var mıdır?
Uzağa gitmeye, Amerika’yı yeniden keşfetmeye lüzum yok...
Zaten orayı da biz bulmuşuz...
Öyle diyor sultanımız...
Bakın, görün içinde yalancı köpek yaşayanlara...
Ülkemizin efendisi, yarınlarımız geleceğimizdir.
Ve YALAN bundan böyle resmî ideolojimiz, yakın tarihimizdir...
Ve ne yazık ki yalancı köpeğin eceliyle ölmesini beklemekten başka çaremiz yoktur.
Nokta!

Bi sus Usta!

Macit CÜNÜNOĞLU
16/11/2014 08:45

 

A+
A-
Sultanımız tarih yazıyor, yakışır!
Bakın Amerika kıtasının keşfi için ne demiş:

“Latin Amerika’nın İslam’la tanışması 12. yüzyıla kadar dayanır.
Amerika’yı Kolomb değil, 1178’de Müslümanlar keşfetti.
1178'te Müslüman denizciler Amerika kıtasına ulaşmıştı.
Kristof Kolomb anılarında Küba kıyılarında dağın tepesinde bir
caminin varlığından bahseder.
Ben şimdi Küba’lı kardeşimle konuşurum.
O dağın tepesine bir cami bugün de yakışır.
Yeter ki izin versinler, olur desinler. Yani Kolomb daha Amerika
kıtasını keşfetmeden İslam dini kıtada inkişaf etmiş, yayılmıştı.”


Bu mudur bu, var mı aksini iddia eden?
Demek ki Kristof Kolomb büyük bir yalan!
Ah kafirler ahhh!
Tertemiz bilgi dağarcığımızı nasıl da kirletmişler...
Olacak iş mi?
Beş yüz küsur yıldır İspanyolları keşiflerin öncüsü zannet...
Kasımpaşa’dan bir delikanlı çıksın...
İETT işçisi, topçu, şimdilerde nambır van...
Tarihsel gerçeği yüzümüze vursun!
Oh may gart!

Artık kime nasıl inanacağımızı şaşırdık...
Üstelik Tanzimat’tan günümüze “Batı, Batı” diye kıçımızı yırttık...
Gördünüz mü bilgi deformasyonunu?
Neyse ki sultanımız tam zamanında müdahale etti...
Ve Hristiyan dünyasının elinden bayrağı alıp...
İşin hakiki sahibine, Müslümanlara teslim etti!

Bu arada İslâm âlemiyle ne kadar övünsek azdır...
Hamasım, El-Kaidem, Işidim, Hizbullahım, İhvanım benim...
Bastırın lan, kesin biçin vurun...
Tüm dünyaya keşifçi ruhumuzun varlığını bir kez daha kanıtlayın...
İkiz kuleleri yıkmanız “yetmez ama EVET!”...
Referansımız Endülüs...
Yükselsin kutsal bayrağımız Çamlıca’da, Küba’da...
Camiler kışlamız, kubbeler mihver...
Sahi, gerisi neydi?

Ah Usta ahhh!
Ustalık döneminde bunlarda mı gelecekti başımıza...
Tamam, her naneden anlarsın, yeteneklerin izanın tanrının lütfu...
Eyvallah!
Fakat tarih konusunda bari konuşma...
Ayrıca sen tarihin labirentlerini Cilvegözü sınır kapısı mı sandın...
Suriye’ye dalar gibi daldın Amerika kıtasına?
Bak bu millet sana saray yaptırdı...
Kıçında donu olmayan halk...
Sen rahat edesin, bin odalı evinde dolaşasın diye...
Otur oturduğun yerde, Emine’nin dizinin dibinde...
Sakın bir daha konuşma...
İllâki konuşacağım diyorsan da...
Bakara makara süresini oku...
Ki bu millet seni molla sansın!
Okey mi Usta...
Alooo, orda mısın, Atatürk’ün ormanında mısın?
Ses versene u...

15 Kasım 2014

Geç bunları...

Macit CÜNÜNOĞLU
15/11/2014 07:35

 

A+
A-
İki milyon Suriyeli bu toplum içinde kaynaşarak eriyecek!
Büyük rakam, elbet ülke yöneticilerinin bir bildiği var.
Ne diyelim, haydi hayırlısı!
Ancak gelenler aç ve sefil...
Savaş kaçkını.
Tıpkı Balkan Savaşlarında göç etmek zorunda kalan Türklerin hâli...
Yalnız bir farkla, o devirde Osmanlı gelenleri ülkenin dört bir
yanına yerleştirmiş...
Ya bunlar, sonuçta insan...
Korunmaya, barınmaya, yemeye, içmeye muhtaç çoluk, çocuk...
İstanbul’un orta yeri, caddeleri, otobanları, parkları Suriyeli dolu...
Ve dileniyorlar...
Ve önümüz kara kış...
Her gün karşılaştığımız trajik manzaraya yürekler dayanmıyor...
Yine de yöneticilerimizin “bir bildiği vardır” deyip geçiyoruz.
Bir kez daha haydi hayırlısı!

Evet, tanrı başımızdan eksik etmesin, Sultanımız ilklerin adamı...
Ama her alanda...
Düşman kazanmakta, başkalarının işlerine karışmakta, ülke idaresinde,
enerjide, madencilikte, zeytincilikte, görkemli hayat yaşamakta...
Her adımı, her hamlesi, her kararı bir ilk...
Demek ki yüzde 52 adamı böyle azdırıp rahatlıkla kontrolsüz,
demokrasisiz güce dönüştürebiliyor...
Fakat elden bir şey gelmiyor...
Ne diyebiliriz, ne yapabiliriz ki...
Bir umutla muhalefet partilerine sarılıp, sığınıyoruz...
Belki de tek çare...
Fakat onların vaziyeti de perişan, salkım saçak...
Düşmüşler kendi dertlerine...
Malûmunuz seçimler yakın...
Milletvekili olma sevdası her şeyin üstünde...
Halk çile çekiyormuş, işsizmiş güçsüzmüş...
Kimsenin umurunda değil...
Çok sevip saydığımız Emine Hanım (Ülker Tarhan) bile
baba ocağından tüydü...
Ve partisini kurdu...
Adı: Anadolu, amblemi: Güneş ile Başak...
Sanki başı göğe erecek!

“Geç bunları anam babam...
Kim söylemiş Emine’ye baktığımı?”
...
Sevgili Orhan Veli’nin mısraları eşliğinde gözlerim kapalı...
Yalnız İstanbul’u değil, ülkemi, dünyayı, insanlığı dinliyorum...
Ve içimden bir ses yükseliyor...
Acıyla, sessizce...
Gidişat, gidişat değil!

14 Kasım 2014

Mahur makamından...

Macit CÜNÜNOĞLU
14/11/2014 06:31

 

A+
A-
Şunun şurasında seçimlere sekiz ay kaldı...
Bir “özür” polemiği yüzünden CHP çalkalanıyor, dalgalanıyor!
Özrü dileyen de Kürt, Diyarbakırlı S. Tanrıkulu...
Yer: CNN, Ahmet Hakan’ın programı.
Mevzuu yılan hikâyesine dönen Dersim.
Hâlbuki bu ülkenin ayıpları, günahları biter mi?
1915 tehcirinden başlayın, mübadeleyle devam edin...
6-7 olaylarıyla soluklanın...
Sonra darbeleri sıralayın...
En nihayetinde Soma’ya, Ermenek’e varın...
Alayı tam bir insanlık dramı, tarihsel yüzkarası!

Gel gör ki tarihsel gerçekleri araştıracak ne bir zihniyet var...
Ne de hesaplaşacak yürek...
Varsa yoksa hamasete dayalı popüler siyaset...
O da işe yarıyor, suyun içinde yüzde 52 oy getiriyor...
Az şey mi?

Aslında bu ülkeye dört parti fazla...
Madem Amerikalıyız, en çok iki parti, bilemediniz üç...
Fiiliyatta zaten tek parti düzeni yaşıyoruz ama olsun.
Kâğıt üzerinde olsa bile olsun.
Birincisi AKP...
Milliyetçi, muhafazakâr, demokrat, liberal ve dâhi dindar...
Anlayacağınız her yol var...
İkincisi CHP...
Tarifi zor ama deneyelim...
Sosyal demokrat, mebzul miktarda ulusalcı, alaca, statükocu, ortaya karışık türden.
Üçüncüsü de HDP...
Azınlık örgütü, bir ayağı Kandil’de bir ayağı İmralı’da...
Keskin solcu görünümlü Kürt milliyetçisi...
Dertleri, hedefleri meçhul...
Konjonktüre bağlı olarak adım adım ilerlemekte.

Geriye de MHP kaldı...
İşte O’nun hiç lüzumu yok.
İktidarın adı konmamış lafazan ortağı...
Bence derhal kapanmalı...
Ondan arta kalan oylar da adil bir şekilde AKP ile CHP arasında paylaştırılmalı...
Elbette Çiçek abimizin gözetiminde!

Netice: Ülkemizde siyasi partilerin yapılanması evrensel kriterlere uymuyor...
Geçerli tek yol; “ne yapar ne eder oyu kaparım”...
İlkeymiş, toplumsal çıkarlarmış, memleketin itibarıymış...
Hepsi masal...
Din, kutsal değerler sömürülen enstrüman...
Etnik kimlik, birileri için varlık nedeni...
Bir adım ötesi de “Vatan-Millet-Sakarya”...
Mezhep derseniz, sunni despotizm önderliğinde farklı inançlar sokulmuş çuvala...
Velhasılıkelam, bu ülkede siyasete kafa yormak zor...
Hele yazmak, tümden sıkıntılı...
En iyisi mi şarkı türkü dinleyip gezmek...
Şu aralar benim yaptığım...
Yoksa kafayı yiyeceğim...
Ki sonuncu hanımın isteği...
Hiç fırsat verir miyim?
Kimse kusura bakmasın, mahur makamından yola devam!

13 Kasım 2014

Biga'dan Berlin Filarmoni'ye...

 

Biga'dan Berlin Filarmoni'ye...
Macit CÜNÜNOĞLU
macitcununoglu@gmail.com
13 Kasım 2014, 18:22

Klasik müziği sever, dinlerim...

Özellikle yalnız kaldığım zamanlar.
Çok beğendiğim besteciler vardır, favori gruplarım olduğu gibi.
Başta Beethoven, Mahler, Brahms vd.
Geçenlerde You Tube arşivinde dolaşıyorum...
Karşımda Berlin Filarmoni...
O da ne?
Orkestra “Hicaz saz semai”si ile “Muhayyer sirto”yu çalıyor...
Bizden, çok sesli...
Ve bir de klarnet sesi yükseliyor...
Dikkat kesiliyorum...
Çünkü bu enstrümana aşığım...
Nasıl olmam ki, damar damar!
Bambaşka, buğulu tütsülü, ne derseniz deyin...
Klarnet sesinin önünde kırk takla atarım...
Yeter ki duymayayım; kırk kez âşık bile olabilirim (tabii hanım duymazsa).
Hüzünlüysem oturup ağlarım...
Ayrıca bu enstrümansız bir dünya düşünemiyorum.
Hatta öylesine ki, cinim kadar sevdiğim(!) Tayyip klarnet çalsın(*)...
Oy vermezsem şerefsizim!
O kadar!

Peki, klarneti çalan kahramanımız kim?
Şükrü KABACI...
O da Bigalı...
İstanbul TRT’li, gerçek bir virtüöz...
Olağanüstü yetenek, konser verdiği ülkeleri, eşlik ettiği grupları 
sıralamaya kalksam sayfalar yetmez.
Gurur abidesi, enternasyonal sanat güneşi...
Alkışlarımız O’na, selâmlarımız doğduğu topraklara, Biga’ya.

İnanın, siyasetsiz yazı üretmek çok anlamlı, çok keyifli...
Yemişim ben “Yeni Türkiye” masallarını, liderlik martavallarını!
İşte Biga, işte bereket...
Toprağından sanat, kültür fışkırıyor.
Ve Biga’dan yükselen en güzel nağmeler tüm dünyaya yayılıyor.
Bu arada Kemancılar, Gülsünler, Kabacılar sanatseverlerin dünyasında 
âdeta resmigeçit yapıyor...
Lütfen anlayanlar, dinleyenler beri gelsin...
Mehteran düşkünleri saraylara hapsolsun...
Ki açalım pikabımızın düğmesini...
Duyduğumuz ses klarnetin sesi...
Hicazkâr makamından ağlıyor, inliyor...
Çalan Bigalı Şükrü...
Duyduğumuz ağıt, ilahi...
Bazen madenci karısının gözyaşı, bazen şehit anasının isyanı...
Bazen tersane işçisi yakınlarının haykırışı, bazen de göç yolunda yitip 
gidenlerin kavruk, mutsuz dünyaları...
Hepsi birleşiyor, yüreğimizi deliyor...
Ve hissettiğimiz derin acılar klarnetin büyüsüyle içimize akıyor! 

(*) Baş Usta’nın halkımızdan neler çaldığı malûmumuzdur!

12 Kasım 2014

Biga'nın Gülümseyen Yıldızları

 

Biga'nın Gülümseyen Yıldızları
Macit CÜNÜNOĞLU
macitcununoglu@gmail.com
12 Kasım 2014, 16:55
                           
 

Kırk deve mi desem, bin mi...

Bigalı kadının biri tanrıya ulaşmayı aklına koymuş...
Çıkmış Balıkkaya’ya, develeri üst üste bindirmiş, O en tepede...
Hedefine varamamış tabii, anında taş olmuş...
Bu efsaneye ister inan, ister inanma...
Önceleri süt akarmış memelerinden, şimdilerde su...
Hâlbuki günümüzde tanrıya ulaşmanın yolu değişti...
Artık deve sırtına çıkmak yok...
Ya Tayyip ustanın eteğine yapışacaksın ya da Cüppeli’nin...
Fark etmez ikisi de aynı kapıya çıkar...
Aldın mı vizeyi, Mescit-i Aksa üzerinden tanrının huzurundasın...
Sınıf atlamak da ekstra...
Haydi kolay gelsin!

Aslında bugünkü yazımın konusu dünün devamı...
Sanat, müzik, kemancılar...
Efsaneler işte, insanı içine çekiyor...
Dayanamıyorum, nerde bir mitolojik öyküyle karşılaşsam âdeta büyüleniyorum...
Hele bir Priapos masalı var ki, bereketle ilgili...
Müthiş, aynı zamanda azcık müstehcen...
Bülent abimden (Arınç) izin alırsam onu da paylaşırım, söz!

Gelelim Bigalı kemancılara...
Ne kadar da çok, hepsi birer virtüöz...
Öyleyse bekletmeyelim, sıradaki yıldız yüksek huzurlarınıza teşrif etsin...
Adı: Şeref Gülsün.
İstanbul’dan komşumuz, ağabeyim udî Adnan Cününoğlu’nun arkadaşı...
Halis Kurtça Kültür Merkezi’nin TSM Koro Şefi...
Kemanıyla zirve...
On sekiz yaşında Çakıl’da, Zeki Müren’le baş başa...
O kadar mı?
Safiye Ayla, Gönül Yazar, Emel Sayın, Mustafa Sağyaşar...
Daha kimler kimler...
Büyük üstat, kemanıyla alır götürür insanı semalara...
Gerçek bir fasılcı...
Musikimizin en güzel eserleri O’nun enstrümanından bir başka dökülür...
Aşklar, ayrılıklar, acılar, dostluklar...
Ve insanı insan yapan sanat yükselir kemanından...
M. Kemal sevdasına kadar uzanır.

Biga; tarihiyle, efsaneleriyle, sanatçılarıyla bir maden...
İyi ki değerli Adil Korkut davet etmiş...
“Bigazete”de yazmak güzel...
Zaten üç sese âşığım...
Kadın sesi, kadeh sesi, keman sesi...
Üçü de Biga’da var...
Birincisi tanrı yolunda Balıkkaya’da taş olmuş ama varsın olsun...
Efsaneleri de severiz yaratandan ötürü...
Yeter ki aşk, şarap, nağmeler eksik olmasın hayatımızdan...
Haydi hep birlikte kadeh kaldıralım...
Bigalı müzisyenlerin şerefine...
“İyi ki varlar” seslenişi eşliğinde.

11 Kasım 2014

Bigalı Kemancı

 

Bigalı Kemancı
Macit CÜNÜNOĞLU
macitcununoglu@gmail.com
11 Kasım 2014, 19:04
                           
İki yıl önce Lefter’in cenaze törenine katılmıştım...
Orda düşündüm ve dedim ki,
“Futbolun 
ordinaryüsünü kaç kişi tanır?”
Öyle ya, Lefter bizimdi ve bu topraklara aitti...
Ayrıca top koşturduğu dönemde ne kameralar vardı, ne naklen yayınlar...
Futbol sahalarına gittin gittin, Lefter’i ancak o zaman görür izlersin.
Yoksa yanılıyor muyum?
Evet, Lefter çok büyük futbolcuydu...
Bir kuşağın anılarında yaşayan, tarihin sayfalarına göç eden efsane...
Nurlar içinde yatsın, toprağı bol olsun.

Gelelim müzik dünyasına...
İsimsiz kahramanlarına, örneğin bir kemancıya...
Adı: Baki Kemancı, Bigalı, soyadıyla müsemma bir sanatçı...
Enstrümanın dilinden anlar, klavyede dolaşan parmakları görülmez...
Sanat müziği yapar, yeri gelir rembetikoya uzanır...
Kemanıyla âdeta bütünleşmiştir...
O çalınca bülbüller susar, yürekler derinden titrer...
Çaldığı parça da hüzünlüyse nemlenir gözler...
Bir başka dünyaya göç eder gönüller.

Baba kemani, dede kemani...
Aile boyu müzisyen, Biga’nın yetiştirdiği değerler...
Ancak isimleri nedir?
Yaşıyorlar mı, yaşamıyorlar mı?
İnternet kayıtlarında meçhul...
Belli ki hoş bir seda bırakarak sonsuzluğa transfer olmuşlar...
Lefter gibi...
Ne bir görüntü, ne bir ses...
Selâm olsun kemancılara...
Baki gibi bir pırlantayı dinlemekte yeter...
İyi ki You Tube var...
Geç bir hüzzam taksimi Kemancı, peşinden...

“Açmam açamam söyleyemem çünkü derinde
Bir yâresi var ki kanıyor kalp üzerinde
Billâh bu acı durduracak kalbi yerinde
Bir yâresi var ki kanıyor kalp üzerinde” 
şarkısını döktür...

Ki derinlere dalayım, duygularım seyahate çıksın...
İstanbul’dan Biga’ya uzanan dost eller...
Heybemizde şarkılar, notalar...
Baki Kemancı’nın doğduğu topraklara yazıyla ulaşmakta güzel...
Yeter ki gönüller bir olsun...
Sanat hep yaşasın...
Biga daha nice ustalar yetiştirsin paranın tanrı ilân edildiği topluma...
Bir umut, bir niyet...
Bakarsınız necip halkımız kemanın, klarnetin, udun, kanunun sesine kulak verir de...
İnsanlık yeniden dirilir...
Normalleşir ülke!
Macit CÜNÜNOĞLU
11/11/2014 05:50

    Konjonktürel yalanlar!

A+
A-
Asker üzerine yazı yazmak zor iş...
Başta netameli, sonra sıkıntılı...
Neme lâzım, milyonların izlediği sitemiz birinin gözüne çarpar da...
Alırsınız başınıza belâyı!

Gene de denemekte fayda var...
Vatan millet aşkına!
Bu nedenledir ki sözüm direkt Özkök’e...
Eski Genelkurmay Başkanı’na...
Yahu sen ne biçim adamsın?
Biliyorum ki kasaptaki ete soğan doğramazsın!
Lâkin dün diyordun ki, “Darbeyi ben önledim!”...
Eyvallah, Allah razı olsun!
Bugün diyorsun “Darbeden haberim yok, görmedim duymadım!”
Açık ol, doğru konuş...
Çünkü sen bir paşasın, yani general...
Ordular yönetirsin, işin harp sanatı...
Vatanımız, evlatlarımız sana emanet...
Sen ki kutsalsın, Muhammed ocağının liderisin...
Yakışır mı sana yalan söylemek?

Neyse, madem söz yalandan açıldı...
Kıvırtmaktan, konjonktürden...
Bu ülkeden kimler gelip geçti...
Daha dün: “Yetmez ama EVET” diyenler bir bir döküldü...
Örnek mi: Hasan Cemal, Aydın Engin ile refikası Oya Baydar ve daha niceleri...
Hele bir Baskın Oran abimiz var ki...
Akiller ordusundan ilk firar edenlerden...
Daha kimler kimler...
Çandarlar, Altanlar, Macit Cününoğlular...
Dur dur!
Bir dakika!
Vallahi billahi de ben yoktum!

Ayrıca nasıl olurum ki...
Dinim cinsim uludur...
Genel Kurmayım doğruluğun kılavuzudur...
Hele bir öz köküm var ki...
Pinokyo’nun torunudur!

Evet, yalan kıvırtmak dansözlük kurnazlık bu toplumun ruhuna işlemiş...
Bilhassa siyasilerin, askerlerin...
Derhal “Dün dündür” şiarı çerçevelenip asılmalı her mekâna...
Kapak olması lâzım mahkemelere, zindanlara...
Bundan böyle hapis yatarsam alın teri uğruna...
Tanrı döndürsün beni medya maymununa!
Bir kez daha NOKTA!

Not: İş bu yazı darbe heveslilerini savunmak için kaleme alınmamıştır...
Lütfen böyle biline, akıllarda böyle kala!

10 Kasım 2014

Macit CÜNÜNOĞLU
10/11/2014 07:35

     76'ıncı yılında "10 Kasım"

A+
A-

Cumhuriyetin önderi M. Kemal’i değerlendirirken ikiye ayırıyorum...
İlk on yılı, bilâhare “10 Kasım”a uzanan yolculuk.
İlkinde hamleler, tarihî kararlar...
Sonrasında demokrasi denemeleri, Dersim’e kadar süren sıkıntılar.
Her olay her gelişme elbette dönem koşulları göz önünde bulundurularak tartışılır...
Ki öyle de olması lâzım...
Lâkin bazı uygulamalar var ki, etkileri ve sonuçları günümüze sarkıp hâlâ
toplumsal dokumuzu belirliyor.
Örneğin Lozan sonrası Kürtlerin durumu...
“Ulus devlet” projesi gereği ağır mübadele dayatmaları...
Bir de Takrir-i Sükûn kanunuyla sol hareketin başlamadan boğulması...
Ve yüzlerce olumlu olumsuz örnek...
Yalnız bir gerçek; on beş yıl iktidarın mutlak sahibi M. Kemal’in serüveni
yakın tarihimizi aydınlatıyor.

Evet, bugün “10 Kasım”...
O’nun aramızdan ayrılışının 76’ıncı yılı...
Kimileri için bayram kimileri için acı...
Fakat M. Kemal ülkede süren kavganın ekseni...
Hem de öylesine ki...
İşin içinde “din sömürüsü” var, “etnik ayrışma” var...
Barış içinde hoşgörüyle yaşamak tarihte kalmış...
Siyaset kin ve nefretten besleniyor...
Ve birilerinin yalanla dolanla sağladığı destek yüzde 52’lere tırmanıyor...
Aslında yaşanılan ortam tam bir kaos...
“Yeni Türkiye” dense de mücadele ilericilikle gericilik arasında...
Ve aydınlık on iki yıldır güneşin doğduğu topraklarda boğuluyor...
Kısaca top yekûn sürükleniyoruz bataklığa...
Yükselen değer Araplaşmak, Neo-Osmanlıcılık...
Bir de Kürtçülük-Türkçülük üzerinden yürütülen koyu milliyetçilik...
Sahne kıyametle mi kapanır, kanlı mı?
Yalnız bildiğim tek gerçek...
Boka gidiyor memleket!

Yüzüne bakacağımız ne bir komşu kaldı ne bir dost...
Varsa yoksa Sultanımızın afrası tafrası kibri böbürlenmesi efelenmesi...
Elinin altında bir de sadrazam müsveddesi...
Ülkenin orta yeri okunan dualarla cenaze evine dönmüş...
Toprağın altı canlı mezar, üstü cinayet alanları...
Memleketin zavallı hâllerini saraylardan seyrediyor cehennem zebanileri...
Bugün “10 Kasım”...
Birileri ağlıyor hasretle hüzünle...
Birileri pis pis sırıtıyor...
“Daha bunlar başlangıç”...
“Anıtkabir’i bu ülkenin başına yıkacağız”
 diyerek!

Evet, kuyruk acısına dayalı intikam duyguları derin...
Canım halkım, şanla şerefle yürüttüğün kavgan kolay gelsin...
Yeter ki ülkemizde M. Kemal aydınlığı sona ermesin...
Gerisi kolay, hamam böcekleri ışıktan korkar...
Her “10 Kasım” tazelensin idealler...
Geleceğimiz; evlatlarımız torunlarımız bizden hizmet bekler...
İnadına yola devam...
Yılmadan korkmadan!