bir şair vardı, öğretmen

27 Ağustos 2019

Hayat hikâyem



















18 Ağustos 1950 tarihi doğum günüm. Amasyalıyım. Bugün de yetmiş yaşıma girdim. Okuma yazma işlerini çok sevdiğim için, yakınlarım 
illâki kitap yaz dediler. Aslında ne yazacağımı da bilmiyorum. Yine de klavyemin başına geçip hayat hikâyemi paylaşmayı arzuladım. Ancak nereden başlamalıyım nerede son noktayı koymalıyım, ona da karar vermedim ama varsın olsun, nasıl olsa gezegende yetmiş yıllık yaşanmışlık var.

Evet, Amasya’da doğdum. Mahallemin adı Gümüşlü, Selçuklu devrine ait görkemli camimiz kent meydanına bakıyor. Eski adı Selağzı. 
Çocukluğumun geçtiği mekânlar. Babam Amasya’nın yerlisi Mehmet Cününoğlu, daha doğrusu Cününzadeler’den. Babası da (dedem) Banker Mustafa diye tanınırmış. Ama zenginliğin asıl kaynağı nenem Ümmühan Hanım. Rivayet olunur ki memur maaşları ödensin diye il defterdarlığına bile faizle borç para verirlermiş. Annem ise Hava Hanım. Selanik-Usturumca’lı. 1912 Balkan Savaşı sırasında 40 günlük bebekken annesinin kucağında Amasya’ya göç etmek zorunda kalmış. Olağanüstü trajik yaşamlar.

Yoksulluğun gözü kör olsun, annem on altı yaşında kocaya kaçıyor ve beklenen sonuç, kahveci çırağı hayta annemi hamile bırakıp İstanbul’a tüyüyor. Ve babasız doğan bir kız evlat, üvey ablamız Necmiye. Annem okula gidemiyor, fakat kardeşlerinden (dayılarım İskender ile Hüseyin) okuma-yazma öğreniyor. Sonra Cevizhane’de işçilik, patronu babam. O da iki evliliği geride bırakmış. Hayatın garip tesadüfü, evleniyorlar. Hazret bir süre nikah bile kıymıyor, herhalde yoksulluğun ağır bedeli olsa gerek. Annem peş peşe dört çocuk doğuruyor. İlki (Ülkü ablamız) ölüyor. Ve bizler; Adnan-Macit-Fatma, üç kardeş. Ağabeyimi de geçen yıl kaybettik. İyi bir fotoğrafçı, iyi bir müzisyendi. Hâlâ çok özlüyorum. Toprağa verirken âdeta yüreğim dağlanmıştı. 


İlkokul ve Ortaokul’u Amasya’da okudum. Çalışkan mıydım? Yaramazlıkla zekânın el ele verdiği bir öğrenciydim ve vaziyeti başarı ile idare ediyordum. Sonra Tokat Öğretmen Okulu, artık gençlik çağı. Edebiyata ilgim, siyasete merakım ufak ufak karakterimi şekillendiriyordu. Değerli öğretmenlerimiz vardı. Ufuk açıcı, araştırmayı, sorgulamayı ve merak uyandırmayı bilen. Çoğu dönemin iktidarı tarafından sürgüne gönderildir. Sol düşünce ayaklanmış, kimlik kazanmıştı. İktidara çok yakındı. Bu arada Sahne Anadolu adlı bir tiyatro gurubuyla Ege’de tiyatro sahnesine çıktım. Müthiş bir macera. Gerici, faşist saldırılar, el üstünde taşımalar; her duyguyu genç yaşta yaşadım. Ve öğretmen diplomasını güç bela aldım, ilk görev yaptığım yer Amasya-Mahmatlar köyü. Bilâhare askerlik, kırk üç günlük eğitim sonrası çektiğim kura, ver elini Giresun-Görele’nin Zantara köyü. Hayatım en güzel iki yılını geçirdim. Edindiğim dostlarımla hâlâ görüşürüm. Fakat siyasi kavganın içindeki tutkulu hâlim çok sevdiğim öğretmenlik mesleğimin sonu oldu. Tabii her Türk genci gibi İstanbul’un yolunu tuttum.
Çok kısa bir süre sonra Demir-Döküm Fabrikası’nda iş buldum. Orada da uzun kalamadım. Çünkü doksan dokuz günlük tarihi grev eylemini yaptık. Koç Amca affetmedi! Ancak aç kalmayacağıma daima inanmıştım. Bir sezon Kadıköy’de de profesyonel tiyatroculuk yaptım.

Güzel günlerdi, en azından bir hayâlim gerçekleşmişti. Sonra Atatürk Eğitim Enstitüsü karşısında büfe işletmeciliği ve sevgili karım Onur ile tanışıp, evliliğe giden yolda ilk adımları atmamız. O da öğretmen, matematikçi. İki çocuğumuz oldu; oğlumuz Çağdaş, kızımız Sıla. Ve 1982 yılında lösemi hastalığı nedeniyle annemden otuz gün sonra öldü. Yirmi sekiz yaşındaydı, bense otuz iki. Meleğim artık yoktu, yıkıldığım, çöktüğüm andı. İki çocuk ve ben, önümde koskoca bir hayat. Çağdaş altı, Sıla iki buçuk yaşında. Karımdan geriye kalan en değerli miraslar. Kendi kendime söz verdim, evlatlarımın kıymetini bilip asla evlenmeyecektim. Zaten oldu bitti üveylik muhabbetini sevmem, belki de ablamın yaşadığı hazin durumundan olacak, kadıncağız genç sayılabilecek yaşta felç olup, konuşma yeteneğini de yitirerek tek kolla uzun yıllar sürünerek yaşadı. 


Bu arada gelelim bin dokuz yüz yetmiş beş yılına. 12 Mart darbesi sonrası CHP Ecevit’in önderliğinde büyük bir başarı kazanıp iktidara geliyor. Küçük ortağı MSP. Halamın oğlu Erol Çevikçe de Bayındırlık Bakanı oluyor. Evlenmek üzereyim, Sağ olsun Erol Ağabeyim beni İstanbul Yapı İşleri I. Bölge Müdürlüğü’nde işe yerleştiriyor. Çok çalışkanım, altı ay sonra Personel Şefliği’ne terfi ediyorum. Ancak rahat durmak yok, anında sendika işlerine bulaşıyorum ve kısa bir süre sonra da Yol-İş Sendikası Şube başkanlığına seçiliyorum. Sonra da Merkez Yönetim Kurulu üyeliğine. Fakat gönlümde DİSK yatıyor. Dönemin efsanevi kuruluşu. Zaten işkolu sendikası BAYSEN ile dirsek temasındayım. İlk genel kurulunda da aday olup yürütme kuruluna seçiliyorum. Görevim eğitim dairesinden sorumlu Genel Başkan Vekili. Peşinden TKP üyeliğim başlıyor, artık hem sendikacı hem de tescilli komünisttim. Çok mutluyum, devrim yolunda ilerleyen bir partizandım!
12 Eylül gecikmedi, bütün acımasızlığıyla üzerimize çöktü. Arananlar listesindeydim, karım hastanede, yaşam mücadelesi veriyor. Benimse teslim olmak gibi bir niyetim yok. Bu nedenle üç yıl kaçak yaşadım. Daha sonra yapılan bir ihbar sonucu yakalandım, önce Gayrettepe’deki I. Şube’ye götürdüler, ifadeler falan derken (ayrıntılarına girmeyeceğim) Selimiye’deki I. Ordu Sıkıyönetim Komutanlığı’na teslim ettiler. Tabii yer altındaki zindanlarına. Uzun savcılık sorgulaması, mahkemeye çıkışım… 


Neyse hepsi geldi geçti. Fakat on bir yıl ağır hapis cezası yedim. Bu arada aç yaşanmıyor. Eşimin öğretmen maaşı geçinmemize yetmiyor, kimseden para dilenecek hâlim de yok, ağabeyim Adnan’la kafa kafaya verip fotoğraf laboratuvarı kurduk.  Ve başladık para kazanmaya. Karım artık yoktu, işlerimiz çok iyiydi. Önce arabalarımızı sonra evlerimizi aldık. Çocuklar büyüyordu. Asayiş berkemal gözüküyordu. Ve asıl hikâyem de bundan sonra başlıyor. Dalalım bakalım hayatın derinliklerine. Nelerle karşılaşacağız. Kötümser bir insan değilim. Ne acılara şahit oldum. Benim yaşadıklarım onların yanında devede kulak kalır. Ayrıca duygu sömürüsü yapıp olayları dramatize etmeyi sevmem. Bütün mesele gerçeği en yalın ifadelerle paylaşmak. Ne eksik ne fazla.

Başlangıçta da yazdım, zengin bir ailenin ortanca çocuğu olarak dünyaya geldim. Ancak babamın saltanatı çok sürmedi. Müteahhitti, devlet işleri alıyordu. Okul, yol yapımı gibi. Ama alkol yaşam biçimiydi. Bedelini ağır ödedi. Aklım yeni yeni yetmeye başladığında iflas edip aileyi yoksulluğa sürüklemişti. Banka kredisine bulaşmalar, evdeki antikaların tek tek satılması çöküşünü hızlandırdı. Bin dokuz yüz altmış yılının şubat ayında üçüncü kalp krizinden öldü. Annem ve üç çocuk ortada kalmıştık. Ne bir emekli maaşı, ne de yakınlarımızdan aldığımız bir yardım vardı. Fakat ailedeki şiddet iklimi sona ermişti. İçsel dünyamda babamın ölümüne gizli gizli sevindiğimi hatırlarım. Hele ağabeyimi gözlerimin önünde dövmesi, çocuk yüreğimi parçalardı. Ben de nasibimi aldım. Samsun’da oturuyoruz, beş yaşındayım, babam içkili, aldı eline beni bir güzel patakladı, sokağa kaçtım, o da peşimden koşuyordu… Aman tanrım, ne rezalet! Neyse, annem duruma el koyup beni kurtardı. 


Tabii bu tür sağlıksız ortamlar çocuk üzerinde derin travmalara neden oluyor. Ben yaşadım, hâlâ da unutamam. İşin tuhaf tarafı tüm bunları yaşamış biri olarak çocuklarımı büyütürken ben de ağır yanlışlar yaptım. Şimdi ise çok pişmanım, onlardan da binlerce kez özür diledim ama bakalım işe yarayacak mı? Hiç sanmam, anne dayağı unutulur da, babanınki asla. Sanki doğanın kanunu. Yine de yazarken ağır üzüntü duyuyorum, içime fenalıklar basıyor, inşallah evlatlarım babalarını af ederler. İşte o zaman rahat nefes alırım. Babamın ölümünden sonra iki evimizden birini kiraya verdik. Aile o parayla ayakta durmaya çalışıyordu. Ağabeyim askere, ben de Tokat’a gittim. Yatılı okuyorum. On beş yaşındayım. Tuvalete girip ağlıyorum, hasretim aileme. En çok annemi özlüyorum. Devlet baba bizlere güzel bakıyor. Yedirip içirip giydiriyor. Sahi o devirler sistem sosyalistmiş de bizler farkında değilmişiz. Başbakan Demirel Sovyetler’le iş birliği sayesinde peş peşe sanayi yatırımları yapıyordu. Şimdi bile düşünürüm, hangi akla hizmet edip devrim yapmaya kalktık. 

Yazık oldu bir kuşağa, darbeler kaç ocağı söndürdü? Bu arada altmış yedi yılında en güzel evimiz babamın borçları nedeniyle satıldı. On yedi bin liraya. Bahçeliydi, biri sulama diğeri de süs olmak üzere iki adet havuzu vardı. Upuzun kiraz ağacımız sapsarı meyveleriyle gökyüzüne uzanırdı. Her renk gül, gülbaharlar bahçeyi mis kokularıyla doldururdu. Bir köşede “tahar” denilen koskocaman küp, içi küllü su dolu, çamaşırda bulaşıkta kullanılıyor. Koskocaman bodrum, içinde turşularımız var, en üst katın penceresinde evde yapılan sucuklar asılı, babam havuzun fıskiyesinde zıp zıp dans eden pinpon topunu seyrediyor, elinde nargilesinin marpucu, önünde rakısı… Gel keyfim gel, oysa felaket kapıdaydı. Perişanlık günlerimizde ağabeyimin askerde olmasından dolayı bağlanan asker aylığı (kırk beş lira) ailemizin umudu oldu. Velhasıl acı günlerdi, annem aç kalmayalım diye yaptığı pişinin adını “cankurtaran” koymuştu. Yine de sağlıklı beslenememekten verem olmaktan kutulamadı.  Ne zaman ekmek bulamazsak cankurtaran yapardı, maksat karnımız doysun.
Ağabeyim askerden döndü, Foto Sabah adlı fotoğrafçı dükkanını devir aldı. Artık güzel günler yakındı. Aile soluklanmıştı, Ağabeyim dört elle işine sarıldı. Para hasreti bitmiş, evimize buzdolabı, ipragaz, radyo, mobilya almıştı. Yüzler gülüyordu. Bense öğretmen okulu sonrası yüksek eğitim yapmayı hedefliyordum. Yokluktan gelen annem izin vermedi, bir an önce iş başı yap dedi. Emir büyük yerden, ayrıca nasıl kıyarım?  Akıllı kadın, babamı dinleye dinleye Osmanlı tarihi uzmanı olmuştu, sular seller gibi padişahları anlatırdı, hem de haremleriyle birlikte. 

Çok sonraları üniversiteyi kazandım, amacım tarih okumaktı, lâkin her zaman olduğu gibi siyaset ağır bastı, ayrılmak zorunda kaldım.

Dönelim tekrar çocukluk yıllarıma, Amasya’nın en küçük mahallerinden birinde doğdum. Gümüşlü camisinin avlusundan başka oyun yeri de yoktu. Küçük alanda kuyu ve dibinde ıhlamur ağacı vardı. Çok cenaze törenine katıldım. Musalla taşının arkasına saklambaç oynarken saklanırdık. Makarios adını verdiğimiz bir nev-i şahsına münhasır şahıs, elinde söğüt dalları tabutun başında durur, bizleri kovalardı. Futbol takımı kuracak kadar erkek çocuk mahallemde mevcut değildi. Dolayısıyla Dere mahalle ile maç yapma şansımız olmadı. Bazen komşumuz Yakutiye ile birleşir, Çilehane sahasında Savadiye’yle top oynardık. Tabii genellikle de yenilirdik.

Ama Yeşilırmak Amasya gençliğinin, çocuklarının doğal plajıydı. Hele babam öldükten sonra abonesi oldum. Bir defasında İlaankaya denilen tehlikeli sularda boğuluyordum, ağabeyimin arkadaşı Boşnak Fuat kurtardı. Aklım fikrim yaramazlıktaydı. Annemin otoritesi bir yere kadardı. O da ekmek derdine düşmüştü. On yaşındayken Cilanbolu adlı sarnıça indiğimde kendimi muzaffer hissediyordum! Özetle özgürlüğün tadını varmıştım. Dağlar benimdi. Her gün birine çıkmayı plânlardım, nitekim tırmanırım da. Özgüven yüksek, risk payı aklıma gelmiyordu. Maksat heyecan, aktivite olsun. 


Bizlerden sonraki nesillerin o şansı oldu mu, bilemem. Ama çağımız çocuklarının sıfır. Bir de insanın gelişmesinde çok büyük katkısı olduğunu düşünürüm. O nedenledir ki mahalle arkadaşlığını her şeyin üstünde tutarım, bir nevi natürel laboratuvar. Modern dünya çocukları apartmanlara, yuvalara mahküm etti. Eğitim adı altında çamuru, toprağı tanımadılar. Misket tutmayı dahi bilmiyorlar. Bir de uzun eşek oynamaya kalksalar vallahi bellerini kırarlar! Zaten ebeveynleri de izin vermez. Varsa yoksa kurslar servisler, saçılan paralar. Kapitalizm bütün vahşiliğiyle teslim aldı. Âdeta oksijene dönüştü, olmazsa olmaz! Hele bizim ülkemizde çocuk yetiştirmek o kadar zor ki. Pek çoğu kurs manyağına dönüşmüş durumda. Siyasi tercihler nedeniyle devlet okulları çökertildi. Geriye özeller ve vakıf okulları kaldı. Onlarda dünya para. Aslında ülkemizin geleceği bu değil, ancak kör politikaların kurbanı oluyoruz, ama kim farkında? Yazmak çizmekte fayda etmiyor. Bütün mesele sandıktan çıkacak aklı başında bir iktidarı umutla beklemek, tabii sabrınız varsa! Benim kalmadı, her gün tükeniyorum, lâkin İmamoğlu’nun İstanbul’da yakaladığı başarı umut tazeledi, yüreklerimize su serpti. Partisi önüne çıkan bu tarihi fırsatı iyi değerlendirirse, ilk seçimlerde zafer neden olmasın? 

Ayrıca Saraylı on yedinci yılını dolduruyor. Demokrasi hayatımızda bu bir rekor. Şimdiden M. Kemal’i solladı. Eh, yetti gari, haftaym zamanı da çoktan geçti. Altmışlı yıllarda da böyle düşünüyorduk. Üniversite gençliği halk desteği olmadan ayaklandı. Altmış sekiz rüzgârları çoğu ülkeyi sarmıştı. Bizde de sert esti. İktidardaki AP bir darbe sonucu devrildi. Fatura gençliğe çıkartıldı, önderleri ya asıldı, ya da kurşuna dizildi. Çoğu da hapislerde süründü. Kesilen ceza ağırdı. 12 Eylül eksiği tamamladı, solu sildi süpürdü. Ülkücü gençliğin öne çıkanlarını da Ermeni  örgütü ASALA’ya karşı tetikçi olarak kullandı. Karanlık devirlerdi. Düşünsenize, bir ülkede on yedi bin civarında faili meçhul cinayet olur mu? Tansu Çiller döneminde katliamlar yaşandı ve Susurluk skandalıyla zirveye ulaştı… Erbakan hoca “Glu Glu” dansı diyerek alay etti, aslında olan biten devletin karikatürize edilmiş hâliydi. Manzara-i umumiye berbattı. Seksen dört yılında PKK eylemleri başlamış, sonu gelmeyen savaş. Binlerce cana sebep oldu, hâlâ da sürüyor.
Baş sorumlusu 12 Eylül Cuntası ve uyguladığı insanlık dışı şiddet. Sadece Diyarbakır hapishanesinde yaşananlar yeter. Zaten ırkçılık bu sistemin kuruluş felsefesinde var. “Ne mutlu Türküm” diyerek bir yere varılmaz. Önemli olan insan olmak. Hem de evrensel değerlerden oluşan, hak ve hukuka dayalı düşünceyi oluşturabilmek. Dincilik, mezhepçilik ise çağ dışılığın tuzu biberi. Bu ilkeleri benimseyen toplumlardan da ortaya bir şey çıkmaz. Tuzağa düşmüştür bir kez, ötekileştirme sayesinde kendilerini yerler, bitirirler.
Bakınız ülkemizin geldiği noktaya, kamplaşmanın doruklarındayız. On sekiz yıla yaklaşan iktidarıyla bu değirmene AKP epeyce su taşıdı… Netice tek kelimeyle kaos. Cumhuriyet değerleri yerinden oynamış, M. Kemal düşmanlığı çoğu alanda referans olmuş, “Yurtta sulh, Cihanda sulh” şiarımız düşmanlık kültürüne dönüşmüş, dostsuz, komşusuz bir coğrafyada yerimizi almışız. Reisimizin çok sevdiği Araplar bile ülkemize sırt çevirmeye başladı, bakalım hangi maceralara daha sürükleneceğiz? 


Bu arada bir parantez açmak istiyorum, Görele’nin Zantara köyüne döneceğim. Yirmi yaşındayım, yetmiş yılının eylül ayında askerlik sonrası göreve başladım. Küçük bir yer, Osman Dayı karşıma çıktı, bana ev verdi yatak verdi. Ayrıca aşına ortak etti. İlk işim beş numara gaz lambası almak oldu. Baş ucuma koydum, deliler gibi kitap okuyorum. Hatta sabahlara kadar. Çoğu klasikleri bitirdim. Artık kendimi donanımlı bir sosyalist hissediyorum. Teori kitapları çerez gibi geliyor. Lenin’in Nisan Tezleri, Ne yapmalı? adlı eserlerini satır satır hatim ettim. Belimde Laz yapısı silahım, her yönüyle devrime hazırım. Ara ara Ankara’ya gidiyorum, amacım davaya hizmet etmek. Yoldaşlarımdan biriyle anlaştım, onlara ucuz tabanca temin edecektim. Üreticinin olurunu aldım, tam teslimat aşamasına da geldim, 12 Mart darbesi oldu. Tabii proje suya düştü. “Her işte bir hayır vardır” derler ya, benimki de o hesap, iyi ki gerçekleşmemiş, yoksa ileriki yaşlarımda vicdan azabıyla nasıl yaşardım? Bir de ölüm vakasına sebep olsaydım, kahrolurdum. Ancak Denizlerin asıldığı sabahı unutamam, haberi radyomdan dinlemiştim. Beynimden vurulmuşa döndüm. İçim içime sığmıyordu, irademe sahip olmasam çılgınca eylemlere girişebilirdim. 

Hele Kızıldere olayı, tam bir vahşet. Devlet katliamı. Bir avuç genci kurşuna dizmek ancak kovboy filmlerinde, bir de bizim gibi geri kalmış ülkelerde olur. Buradan uzanalım TKP’ye, benim illegal örgütüm. Hem de nasıl, merkezimiz Doğu Almanya, liderimiz İsmail Bilen. Parti hücre yapılanması üzerine kurulu. Kimse kimseyle bağlantı hâlinde değil. Daha doğrusu polis baskını yersek, iki isimden başkasını tanımıyoruz. Meğersem bu model Lenin tarafından icat edilmiş. Ancak partiye üye olduğum ilk gün cücük kadar maaşımın yarısına el koydular. Helali hoş olsun! Ne de olsa hiçbir zaman takamayacağım parti rozetim ile tüzük ve programım vardı. Az şey mi? Karımı ve yeni doğmuş oğlumu İstanbul’da bırakıp Ankara’ya taşınmışım. Mevzu vatansa aile teferruattır düşüncesinden hareketle kavgaya soyunmuşum.

Eğitim amaçlı bütün Türkiye’yi dolaşıp ateşli konuşmalar yaptım. Derdim sınıf mücadelesini işçilerin beynine kazımak. Ancak işe yaradığı söylenemez, çünkü üyelerimizin çoğu fazla mesai peşinde. Onlara diyemiyorum ki, Bayındırlık Müdürlüğü’nde çalışıyorsunuz, ne mesaisi, ne ücreti. Elbette benim yaptığım oportünizm daniskası ama parti ideallerim var. Gene de geldiğim yaş itibariyle o devirlere selâm gönderiyorum, kazandığım dostlarım bana yeter. 12 Eylül her şeyin sonu oldu. Artık İstanbul’a dönmüştüm. Kaçak olarak yaşanabilen tek şehir. Kim kime dum duma, arazi olmak kolay. Parti şefim beni burada da buldu. İşsizim, her gün Çapa’da yatan eşimin yanına gidiyorum. Âdeta gözlerimin önünde eriyor, o devirlerde kan bulmak zor, Kızılay’ın kapısında sabahlıyorum. Saklanmanın dezavantajı, eşe dosta da ulaşamıyorum, tek kelimeyle acının doruklarını yaşıyorum.
Üstelik para pul yok. Arayan soran da yok, sanki bataklıkta çırpınıp duruyorum. Partiyle sıcak ilişkilerim devam ediyor. Yurt dışına çıkmam için sahte pasaport hazırlamışlar. Kod adım: Kaya Keskin. Doğal olarak ret ettim. Arkamda ölümcül hasta karımı ve çocuklarımı bırakamazdım. İşyerimde Atılım dergisinin kalıplarını hazırlıyorum. Yakalanırsam oyarlar, yaşama şansım hiç yok. Bir keresinde Haydar Kutlu’nun (Genel Sekreter) fotoğrafına bıyık montajladım, parti basına dağıtacakmış. 


Bu arada DİSK davası sürüyor, önce Selimiye’de başladı, sonra kalabalık olur düşüncesiyle Metris’e aldılar. Lâkin ne gelen var ne giden. Avukatlarımız ile yurt dışından katılan üç-beş basın mensubu. O zaman aklıma düştü, nerede uğruna mücadele ettiğimiz işçi sınıfı? Dava da mahkümiyetle sonuçlandı. Avukatım Rasim Öz,” bir numara çıkmaz” dedi. Özal iktidardaydı. Avrupa’ya şirinlik olsun diye faşist İtalyan yasasından alınan 141-142’yi kaldırdı ve davalarımız otomatikman düştü. Artık özgür bir T.C. vatandaşıydım. Yurt dışına çıkabilirdim. İki ülkeye gittim, dostlarımın davetiyle Almanya ile Ukrayna’ya. Birincisi kapitalizmin en mükemmel işlediği ülke, diğeri sosyalizm artığı. Almanya’da sistemin tıkır tıkır işleyişine, Ukrayna’da insanın değersizliğine şahit oldum. Gözlerimin önüne onlarca yıl mücadele verdiğim ideallerim geldi, tarihi yanılgılarımı görüp yalnızca ve yalnızca akıl yoluyla hakikatler peşinde koşmaya karar verdim. Bugün de aynı yoldayım. Özgür düşünce insana yakışıyor, belki de aydınlık geleceğimiz, güneşimiz. Her toplumun rönesansa ihtiyacı var. Yeter ki doğru öncülerini keşfetsin. 

Gelelim mi en değerli hazineme, evlatlarıma. Çağdaşım Spor Akademisi mezunu. Ancak mesleğini yapmak istemedi, tutturdu asker olacağım diye. Çalıştı çabaladı, Harp Okulu sınavlarına girip dereceyle kazandı. Artık teğmendi. Kura sonucu ilk görev yeri olarak babasının memleketini çekti. Amasya-Carcurum. Sonra Hakkari-Dağlıca’nın yolunu tuttu. Rütbesi üsteğmen. Tarih: 21 Ekim 2017, PKK baskını gecikmedi; 12 şehit, 16 ağır yaralı, teslim olan asker sayısı 8, bölük komutanı canım oğlum Çağdaş. Otuz altı saat haber alamadığım yüreğim. Bir taraftan Cumhuriyet mitingleri devam ediyor, durumdan vazife çıkartmaya çalışan çevreler iştahla kınalı kuzuların tabutlarını bekliyor. Maksat iktidarı al aşağı etmek. Demokrasiden, sandıktan umutlar kesilmiş, katakulliyle darbe yapma heveslileri pusuda, ülkemiz göstere göstere bir yerlere sürükleniyor. Ancak gerçeği görenler azınlıkta. İktidar gidişattan memnun, Fetö ortağı, tezgâh hazır. Ve Ergenekon masalı kısa bir süre sonra patlıyor. Dangalak general çok, komployu bozacak argümanları da yok, yıllarca Silivri zindanlarında süründüler. Tabii yüzlerce masum insanı peşlerinden sürükleyerek. Yazık oldu kaybolan yıllarına. Hapiste yatmayan bir günlük olsa, bile esaretin ne demek olduğunu anlamaz. Kapandı mı üzerinize kapılar, artık mutlak yalnızlık başlar. Duvarlar yıkılır, köşeye sıkışırsınız, yaşadığınız hayat sinema şeridi gibi gözlerinizin önünde akıp gider, lâkin çaresizlik insanı boğar. Oğlum tesadüf eseri kurtulmuştu, ama komuta ettiği askerleri vardı. Her birinin hayat hikâyelerini okudukça kalbim sıkışıp boğazım düğümlenir. Şehit olmuşlardı, inanışa göre cennet mekânlarıydı. Çok duyarım “Vatan sağ olsun” haykırışlarını… Ah ahhh! Keşke evlatlarımız yaşasa da vatan batsa, Nasıl olsa sığınacak bir toprak parçası buluruz.

Kızım Sıla’ya gelince, moda deyimle sanki ruh ikizim. Pratik zekalı, tek kelimeyle çözüm üretim merkezi. On sekiz yaşından beri çalışma hayatında. Her kararını kendi alıp uygular. İki kızı var. Torunlarım Su ile Nehir. İkisi de aşkım. Bir gün görmesem duramam. Minik dostlarım benim. Sıla ile keyifli içki muhabbeti yapıyoruz. Amcasını yad edip YouTube’tan Müzeyyen Senar dinliyoruz, “Fikrimin ince gülü…” Evlatlarıyla arkadaş olmayı becerenleri yeryüzünün en şanslı insanları kabul ederim. Sahip olunan zenginlikler nedir ki, bakabiliyor musunuz oğlunuzun, kızınızın gözüne, yüreğine dokunabiliyor musunuz, alın size en büyük servet. Tanrıya şükür ki hayat utandırmadı beni, her şeye rağmen verdiğim emekler boşa gitmedi. Anneleri öldüğünde aile olmaya ciddi çaba gösterdim. Mutfakta oldukça başarılıyımdır. Tencere yemeklerini hiç eksik etmedim. Günü kurtarmak için de hazır yemeklere itibar etmedim. Çok güzel menüler hazırladım. Yeter ki bir arada olalım. Şimdi de karşılığını görüyorum. Her ne kadar oğlum zaman zaman arıza çıkartsa da yine de her hâlinden memnunum. Ondaki sıkıntıyı anlıyorum, insanın kendisiyle hesaplaşıp yüzleşmesi zor. Elbette benim de günahım çok. En olmadık yerde beni köşeye sıkıştırıp saydırıyor. Ne yaparsınız, farkında olmadan intikam alıyor. Aslında verdiği kavgaya üzülüyorum, keşke dün de kalmayıp bugünü yaşasa. Ben çoktan nedamet getirdim, bu saatten sonra da evlatlarım uğruna her türlü fedakârlığı yaparım, yeter ki mutlu olsunlar.
Belki de haklılar, çok evlilik yaptım. Önce anneleri, sonrası klas bir hanımefendiyle, uzun sürmedi, topu topu yedi buçuk ay. Sonuncusu Nilüferim, yakında on yedi yılı tamamlayacağız. Torunlarımın Cici’si, aşkı. Ufak tefek teknik krizler olsa da bugünlere geldik. Fevkâlâde mutluyum, genç, hizmette kusur yok. Tek derdi temizlik, çok titiz.. Ortalığa sigarımın külü dökülmesin diye kül tablası ile peşim sıra dolanıyor. Ayrıca her gün duş almamı istiyor. Olacak iş mi?
Ben çocukluğumdan beri Musta Bey hamamına alışmışım, on beş günde, bilemedin haftada bir giderdim. Ayrıca ördek miyim ki, her gün yıkanayım. 


Şaka bir yana, yaşlılık dönemim iyi gidiyor. Sanatın tüm dallarını çok seviyorum. Özellikle müzik hayat pınarım. Sabahları ilk işim radyo açmak. İnternet imkânları harika. Her türlü müzik var. Güne Vivaldi’nin Dört Mevsim’i ile başlamak keyifli. İyi kötü günde elli yüz sayfa kitap okuyabiliyorum. Önemli olan merak duygusunu canlı tutmak. Yoksa çöker gidersiniz. Bazen torunlarımla düet yapıyorum, aman tanrım, ne eğlenceli geçiyor zaman. Ömrüme ömür katan neşe kaynaklarım benim. Bir de kadim dostlarım var. Elli yılı aşkın. Öğretmen okulundan başlayıp bugünlere kadar süren. İlk sırada Bahattin Baha Tekman. Gazi mezunu Beden Eğitimi öğretmeni. Aynı zamanda büfe işletmecisi. Aslen Turhallı ama uzun yıllardır Antalya’da yaşıyor. Dostluğumuzun temellerini öylesine sağlam atmışız ki, bırakınız yıpranmayı her geçen gün daha da yükseliyor. Aynı zamanda gerçek bir kara gün dostu. Yeri geldi mi kardeşlerimden yakın. Âdeta et ve tırnak gibiyiz. Biz ayrılamayız. İstanbul’da ise can arkadaşım sevgili İbrahim Teymur, Gümüşhacıköylü. Emekli öğretmen, yayıncı ve müteahhit. Güzel işlere imza atıyor. Kazandığı serveti başının üstünde taşımayan ender iş adamlarından biri. Yoksul öğrencileri destekler, fevkâlâde yardımseverdir. Müstesna bir kişilik, gerçek gönül dostudur. Bu arada Türkiye’nin dört bir tarafından arkadaşlarım oldu. Çoğu ile hâlâ görüşürüm. Sonuç itibariyle geldim gidiyorum. Gözlerimin açık gideceği kesin. O kadar mücadele ettim, ailemi hiçe saydım, asla da pişman değilim.

Lâkin 
barış ve huzur içinde yaşayan bir toplumun vatandaşı olma hayâlim maalesef çok yakın değil. Bu toplumun ne sağcısı ne de solcusu evrensel değil. Uluslararası terminolojide liberalizm gibi, sosyal demokrasi gibi kavramların karşılığı var. Ya bizde; varsa yoksa popülizm ile hamaset kültürü. Ülkemizin geldiği nokta ortada, dincilik egemen ideoloji, milliyetçilik payandası, yıllardır çırpınıp duruyoruz. Hemen hemen her kurum çöktü, âdeta iktidarın oyuncağı haline geldi. Örneğin TSK’a, Fetö belası yüzünden kimliğini yitirdi, siyasetin oyuncağına dönüştü. Yine yıllardır kanayan yaramız Kürt meselesi, iki taraf için de kan içici canavar, toprak kınalı kuzulara doydu, ırkçı siyasetler asla. Yetti artık, yan anlaşın ya barışın. Ayrılık dahil her türlü çözüm yoluna razıyım. Yeter ki akan kan dursun. Ayrıca bu dünyada Kürtler yalnız değil, çok sayıda yabancı desteği var. Başta Batı dünyası ve Rusya. Her şeyden önemlisi de dilleri var. Ana dilleri. Kültürün en değerli ögesi, kesinlikle hayat bulması lâzım. Benden bu kadar dostlar, bu kitabı yazarak sonsuzluğa el salladım, belki gören olur. Lütfedip satırlarımı okuyan olursa onlara da yürekten teşekkür etmeyi borç bilirim. Saygılarımla, sevgilerimle. 

Kadıköy-Feneryolu- 19 Ağustos 2019

M.C.















17 Ağustos 2019

Bir Duayen: Erol Çevikçe

Erol Çevikçe
Erol ÇEVİKÇE










Değerli Erol Çevikçe haftada bir siyaset yazıyor.

Bigazete adlı sitenin köşe yazarı.
Elinde kumpas, politikanın tüm inceliklerini ölçüp biçip
okurlarıyla paylaşıyor.
Tabii tüm matematiksel olasalıkları hesaba katarak.
Kolay değil, arkasında yarım yüzyıla yaklaşan birikim var.
Bu tür siyasetçilere günümüzde rastlamak mümkün değil.
Genellikle şova dayalı popülizm destekli atraksiyonlar izliyoruz.
Bu işlerin ağa babası da Saraylı zat-ı muhterem!
Bir de siyaset toplumları yönetme sanatı olmaktan çoktan çıktı.
Varsa yoksa sandıktan elde edilecek zafer.

Fakat sayın Çevikçe'nin yazdığı öngörüleri ders niteliğinde,
eğer CHP'li yöneticiler dikkate alırlarsa âdeta kurtuluş reçetesi.
Altın tepside iktidar olmanın sihirli formüllerini sunuyor.
Aynı zamanda partiler arası ittifakları hassasiyetle ele alıyor.
En ince ayrıntısına kadar analiz yaparak, rakamsal değerleriyle 
ortaya koyuyor.
Bir nevi onursal danışman.
Her ne kadar kendileri yaptıklarını "durumdan vazife çıkartma" 
olarak nitelese de, aslında hiç de öyle değil.
Gerçek sorumlu vatandaşlık bilincinin gereklerini yerine getiriyor.
Ne güzel, bakalım O'nun yaşına ulaşabilirsek hâlimiz nice olacak?

Bence yaşlılığın keyfini yaşayan rol modeller arasında ilk sırada yer alır.
Düşünsenize, hangi büyüğümüz caz dinleyip "My Way" şarkısını söyler.
Demek ki sanatla iç içe yaşamak politikacıyı daha da rafine yapıyor.
Bir de yabancı dil biliyorsa, haberleri de BBC veya CNN'den takip ediyorsa;
alın size dünyalı poltikacı.
Tanrı aşkına, böylesi siyasetçi türüne günümüzde rastlamak mümkün mü?
Lütfen gözden geçirin; RTE, Kemal bey, Devlet efendi, Asena Meral...
Tariflediğim profile o kadar uzaklar ki.
Öyleyse mevcutlara maalesef katlanacağız...
Yakını olmaktan gurur duyduğum Erol Çevikçe gibilerini de özlemle anacağız.
Ve keşkelerle yaşamayı öğreneceğiz.

Macit CÜNÜNOĞLU


Yaz Turşusu

Macit CÜNÜNOĞLU














Eşim turşu kurma işine kafayı taktı.

Ne yaparsınız, emir büyük yerden, kalktık pazarın yolunu tuttuk.
Ayrıca elli altmış kilodan da domates suyu yapacak.
Maksat kışa hazırlık.
Vardık pazar yerine, şöyle bir fiyatlara göz gezdirdim.
Etiketler âdeta pahalılığın belgesi.
Örneğin kornişon 10 , biber 20, fasulye 30 lira.
Şaştım kaldım, üstelik yaz mevsimindeyiz.
Canım Türkiyem, bir beceriksizin elinde ne hâllere düştün?

Aklıma yetmişler geldi, rahmetli Ecevit'in kerhen iktidara geldiği yıllar, 
hem de iki kez.
Yaşı müsait olanlar o devirleri kıtlık dönemi olarak hatırlarlar.
Oysa Ecevit Kıbrıs çıkartmasının bedelini ödüyordu.
Bir de dünya çapındaki petrol bunalımı sonunu hazırladı.
Bu arada TÜSİAD denilen sermaye örgütü çarşaf çarşaf verdiği
ilânlarla demokrasi düşmanlığı sergiliyordu.
Çünkü hükümeti yıkma kararı almışlardı, ellerinden geleni de 
ardına koymadılar.
Piyasadaki yokluğun, kıtlığın asıl sebebi ise onlardı.
Zaten burjuvazimiz oldu bitti liberal olamadı.
Tek bildiği vahşice halkını sömürmekti.
Becerdiler de, ve sağ iktidarların destekçisi olarak bugünlere gelindi.
Şimdi Ethem Sancak ve türevlerinin borusu ötüyor.

Dönelim pazara, meyve ve sebzelerin fiyatları çok yüksek.
Tanrı fakir fukaranın yardımcısı olsun.
Bizse bin bir pazarlık sonucu biber, salatalık ve 60 kilo domates aldık.
Hanım usta, yaz turşularımızı anında kurdu.
Şu anda da domates sularını kaynatıyor.
Anlayacağınız organik takılıyoruz!
Epey zamandır da yoğurdumuzu kendimiz yapıyoruz.
Derdimiz torunları GDO'dan korumak...
Ancak nereye kadar?

Netice: Pazardan sonra RTE beyefendinin sonunun geldiğini hissettim.
Çünkü bu halk bu kadar eziyete, yüke dayanamaz...
Tam orta yerinden çatlar ve erinde geçinde AKP'yi sandığa gömer.
Yerine kim mi gelir?
Vallahi ben de bilmiyorum...
Keşke bir fikrim olsaydı...
Belki Kılıçdaroğlu hazretleri bilir ama ona da inancım zayıf.
Neyse, her şeyin hayırlısı deyip yazıyı noktalayalım...
Güzel günlere olan inancımızı yitirmeden.



16 Ağustos 2019

Bir efsane, Harun Karadeniz


Görüntünün olası içeriği: 3 kişi, ayakta duran insanlar ve açık hava


Dün Harun Karadeniz'in ölüm yıl dönümüydü.

68 kuşağının öncülerinden, İTÜ İnşaat Fakültesi öğrencisi,
ANT dergisi yazarlarından.
Müthiş bir beyin, tam bir entelektüel.
Ayrıca yayımlanmış bir kaç kitabı da var.
Elli yıla yakın süredir sürgünde yaşayan değerli Doğan Özgüden
geçenlerde Harun'un bir makalesine Face sayfasında yer verdi.
Başlığı "Ekonomi Politik"...
Yazı âdeta ders niteliğinde, eğitici öğretici.
Hatırlıyorum da gençlik yıllarımızda ne kadar da çok ilgi
duyardık üretim çarkının işleyiş biçimine.
Hepimiz birer Marx kesilip "artı değer" denilen kafirin 
paylaşımı üzerine kafa yorardık.
Kendimizce ciddi ciddi formüller üretirdik.
"Hammadde+Enerji+Fabrika+İş gücü"; bir türlü sermaye
sınıfına yer bulamazdık!
Daha doğrusu beynimizdeki sosyalizmi hayâllerimizde 
çoktan inşa etmiştik.
Geriye de sadece devrim yapmak kalıyordu.
Metod belliydi, "halk için halka rağmen!"
Kısaca Lenin ustanın izindeydik.

Olmadı tabi, adam gibi yenildik.
Önce 12 Mart, sonra 12 Eylül üzerimizden geçip 
silindir gibi ezdi.
Çok ocaklar söndürdü, insanlık tarihinin en kanlı 
darbelerine dönüştü.
Hele Harun, mahpustayken kanser oldu, zalimler tedavisine
izin bile vermedi.
Bir kolu kesildi, ama o yılmadan mücadeleye devam etti.
Hiç unutmam, Kadıköy Osman Ağa camisindeki cenaze 
törenine katılmıştım, 1975 yılı, öldüğünde 23 yaşındaydı.
Karaca Ahmet mezarlığında toprağa verirken hepimizin
gözleri yaşlıydı.

Aslında yazılacak çok hikâye var.
Pek çoğu hüzün ve acı dolu.
Ayrıca hatırlamak bile insanı yoruyor.
Kimileri tatlı anılarını biriktirir...
Bizler ise insanlık tarihinin en trajik sahnelerini hafızamıza
yazmışız, hiç silinmeyen.

Bir kez daha nurlar içinde yat Harun, seni asla unutmadık,
U N U T M A Y A C A Ğ I Z  D A.

Macit CÜNÜNOĞLU


15 Ağustos 2019

Çatlayan yürekler

Macit CÜNÜNOĞLU











Bayram geride kaldı, gelelim ülkemizin gündemine.

Aslında yazılacak çok mevzu yok.
Çünkü tek kelimeyle baydı!
Suriye aşağı Suriye yukarı, yetti artık.
Yüce Reisimiz Kürtlerden korkuyor, Güvenlik Koridoru bahane.
Maksat onların devlet kurma zeminini ortadan kaldırmak.
ABD de Kürtlerin yana.
Bir kere Arap değiller, ikincisi de İsrail ile problemleri yok.
Al sana Orta Doğu coğrafyasında kusursuz ittifak.
Elbette zavallı Demirtaş yattığıyla kalacak.
Ama er ya da geç çıkacak.

Yalnız intikamcı siyaset bölgemize fevkâlâde zarar veriyor.
Mevcut uygulamaların zaman içerisinde acısı misliyle çıkar..
Çağımızda "tek adamlık" sisteminin karşılığı yok.
Eğer Rusya, Kuzey Kore veya Suud olmak istiyorsak mesele yok.
Niyetleri samimiyse yola devam.
Ancak Batı ile iş birliğini sürdürmekten yanaysa, durum değişir.
İtahalata, ihracata eyvellah, o da bir yere kadar.
Geriye demokrasi, adalet sorunlarımızı çözmek kalıyor.
Bu kadar düşünce suçlusunu içeri atmakla bir yere varılmaz.
Âdeta utanç tablosu.
İnanın Ahmet Altan'ı (ki benle yaşıttır) düşündükçe içim sızlıyor.
Hele Nazlı Ilıcak, seksenine merdiven dayamış...
Zindanlarda süründürmek hangi aklın ürünü?

Canım Türkiyem, bir muhterisin elinde ne hâllere düştün?
Ne Cumhuriyet'ten eser kaldı, ne de M.Kemal ideallerinden.
Dincilik, milliyetçilik uğruna tüm değerlerimiz paramparça edildi.
Varsa yoksa Arap kültürü...
Sanki halifelik düzeni.
Varsa yoksa İmam-Hatip...
Bilim irfan oradaymış, tabii yerseniz! 
Kur'an okuma yarışmaları magazin, Mehter Marşı ulusal müziğimiz...
Şov platformumuz Saray, muhtarlarımız figüran.
Çatladı yüreğimiz be adam, bir kere değil bin kere!
Sense S-400'ler almaya devam et.
Sormazlar mı insana; düşman nerede?
Cevabı çok açık; sadece beynimizde, yüreğimizde...
Elbette sayenizde! 


14 Ağustos 2019

Bayram harçlığı!

Nehir ile Su












Bayramın da sonuna geldik.

Bizim evin epeyce misafiri oldu.
Özellikle gençler, ömrüme ömür kattı.
Tabii Macit dedelerine bir kez daha umut aşıladılar.
İçlerinde sanatçı da, tarihçi de, bilim yolunda ilerleyen de var.
Öylesine güzel sohbetler yaptık ki,
Rodrigo'nun gitar konçertosundan başlayıp Flamenko müziğin
en seçkin eserlerini dinledik.
Biri enstruman çalmaya başlamış, hocaları YouTube'da.
Ne kolaylık, öğretmen parası falan yok.
Kılavuzluk bir tık mesafede.
Yaşasın iletişim çağı.
Tarih meraklısıyla ise uzandık Karlofça'ya, bir kaç soru yönelttim...
Ancak sınıfta kaldı!
Bu kez NBA ligini konuştuk, o konuda tam bir uzman.
Gece yarıları kalkıp basketbol maçlarını izliyormuş.
Oklohoma taraftarı, gerekçesini öğrenmek istedim...
Meğersem oyuncularını çok seviyormuş.
Sanki Fenerbahçe'den, Efes'ten söz ediyor.
Tüm kadro akrabası gibi, ayakkabı numaralarını dahi biliyor.
İşte çağımızım hobileri, nasıl olsa dünya küçüldü...
Sanal âlemde gez dolaş, ister Amerika'da takıl, ister Japonya'da...
Her yer okyanus, sığınacak çok ada var.

Ressam gencimiz ise Güzel Sanatlar öğrencisi.
Yaptığı çizimleri bana göstermek için getirmiş.
Çok mutlu oldum, hepsi birer harika.
Daha on beş yaşında, geleceğin ünlü adaylarından.
Hayat yolunu aydınlık etsin.

Gelelim afacan torunlarıma...
Önce elimi öptüler, ben de 20'şer lira bayram harçlığı verdim.
Burun kıvırtmazlar mı?
Oysa 100'er lira bekliyorlarmış.
Küçük biriktirdikleriyle üstü açık pembe araba alacakmış...
Bir de demez mi, "Dede seni gezdireceğim!"
Ablası da bisiklet, büyük boy, Tiffany & Co. marka...
Hayâllerine bakar mısınız?
Bense küçücük maaş alan işçi emeklisiyim...
Haydi başka kapıya deyip her ikisini de yanımdan uzaklaştırdım...
Ayrıca dedim ki, hayâllerinizi destekliyorum ama cüzdanınıza
maalesef  gücüm yetmiyor...
Ve döndüm çocukluk anılarıma sarıldım.

Macit dede


11 Ağustos 2019

Lâf-ı güzaf

Macit CÜNÜNOĞLU















Hani derler ya, "bu güneşin altında söylenmedik laf yok."

Yanılmıyorsam Çinlilere ait.
Bizler de bile bile yazıyoruz.
Bir işe yaradığını zannetmiyorum ama yine de insanın 
duygu ve düşüncelerini yazıyla ifade etmesi güzel bir eylem.
En azından konuşmaktan iyidir.
Ayrıca egolarımız da tatmin oluyor.
Bir de az buçuk okur kitlesine ulaşırsanız farkında olmadan
havaya girip, yazar kategorisine oturduğunuzu zannediyorsunuz.
İnanır mısınız, insan bayağı keyifleniyor.

Elbette yazarlık-çizerlik kolay iş değil.
Arkanızda dağlar kadar birikim olması lâzım.
Ayrıca sözcüklere dans ettirmek önemli.
Öncelikle verdiğiniz mesaj okurların dünyasına akacak.
Başta samimiyet, sonra da sadelik temel kurallar arasından sayılır.
Ağdalı anlatımlar, anlaşılması güç kavramlar takipçiyi yorar.
Sonuç da bilimsel makale yazmıyoruz.
Bütün mesele sohbet tadında meramını aktarmak.

Aynı şekilde her gün siyaset yazmakta hoş olmuyor.
Hayatın merkezi de Ankara değil.
AKP-CHP-MHP-HDP bir yere kadar.
Sizleri bilmem ama günlük politikayı izlemekten yoruldum.
Zaten uzun zamandır haber bile dinlemiyorum.
Sadece Kaz dağları ve benzeri doğa katliamlarına hassas 
olmaya çalışıyorum.
Ordumuz Suriye'ye girecekmiş...
Güvenlik koridoru oluşturacakmış...
Kim yer bunları?
ABD ne derse o olur, işte bu kadar.

Geriye insani duygular kalıyor.
Çekilen acılar, ender de olsa yaşanan sevinçler.
Ülkemizin asıl sorunu da "aş-iş" ve adaletsiz gelir dağılımı.
Bütün mesele bu dertlere çözüm yolları üretebiliyor muyuz?
Yoksa sabahtan akşama yaz, maalesef lâf-ı güzaftan öteye geçemiyor.
Bilmem anlatabildim mi?


Bayram gelmiş!

Macit CÜNÜNOĞLU











Bayram sabahları erken kalkmak adetimdir.

Açıkça söylemem gerekirse, namazda niyazda gözüm olduğundan değil,
çocukluk yıllarıma uzanırım.

O tatlı sevinçler, eşsiz heyecanlar hayatımın en unutulmaz anılarıdır.
Babamın yoksulluğa terfi etmesinden sonra kurban dahi kesemez olmuştuk.
Hatta anacığıma yalvarır; "hiç olmazsa bir tavuk keselim." derdim.
Ama sefaletin gözü kör olsun, arzum bir türlü gerçekleşmez 
minik yüreğim hep sızlardı.
O nedenle iş güç sahibi olunca epeyce kurban kestim.
Tabii çocukluk hasretlerim içime öylesine işlemiş ki, o yılların
acısını çıkartrırcasına kurban ritüeline baştan sonra katılırdım.
Sonraları bu işten vaz geçtim. 
Çünkü yaşım kemâle ermiş, canlı hayvan kesmenin tüyler ürperten
acımazsızlığına inanmıştım.
Yine de bayram sabahlarını çok severim.
İlk işim Kandırlı'dan oyun havalarını açmak ve çiftetelli oynamak.
Zaten oldu bitti klarnet sesinin hayranıyım...
Âdeta bulutlar üzerinde mutlululuk âlemindeyim.
Artık keyfim gıcır, başlarım çoluk çocuk beklemeye.

Aslında ne yazacaktım, biliyor musunuz?
Dün alışverişteydim, çalışanların çoğuyla arkadaş olmuşumdur.
Çünkü hep aynı adrese gidiyorum.
Sohbet sırasında bayramın birinci günü dahil her gün
mesai yapacaklarını
 ifade ettiler.
Tepem attı, bakar mısınız zülme?
Üstelik bu çağda!
N'oluyoruz yahu, burası 19, yüzyılın İngiltere'si mi?
Yoksa AVM'ler o devrin kömür ocakları mı?
Tüm buları düşünürken Cumhuriyet gazetesinin manşeti:

"AVM’lerde modern kölelik
CHP’nin AVM raporundan: 12 saat çalışan AVM emekçileri, 
dini bayramlar ve resmi tatil günlerinden de yararlanamıyor. 
AVM emekçilerinin yarısından fazlası sürekli mesaiye kalıyor. 
AVM çalışanlarının yüzde 54.4’ü hiç tatil yapmıyor."

Hemencecik klavyemin başına geçip genel merkezlerine okkalı
bir yazı döşendim.
İnsan haklarından, emeğin yüceliğine kadar gördüğüm 
her türlü yanlışa değindim.
Biraz önce de verdikleri buz gibi cevabı okudum:
Diyorlar ki, "ilginize teşekkür, personelimize mesai de veriyoruz."
İçimden bir hiktir çekip başladım deliler gibi oynamaya.
BU vesileyle tüm dostlarımın bayramını yürekten kutlarım...
Daha güzel günlerde buluşmak umuduyla.

10 Ağustos 2019

Amasya'nın sırrı!

Yeşilırmak












Cumhuriyet gazetesi Amasya temsilcisi Mehmet Menekşe

Amasya'nın içme suyu rezaletini gözler önüne sermiş...
Ve bugünkü sayısında manşetten vermiş.
Okuyunca şaşırdım. 
Üç dönem belediye başkanlığı yapan AKP'li Cafer Özdemir 
Akdağ'ın kaliteli suyunu HES'e devretmiş, halkına da 
kuyular aracılığıyla Yeşilırmak'ın suyunu içirmiş.
İş bilenin kılıç kuşananın, helal olsun adama(!)
Ne de olsa Reis'inin izinden gidiyor.
Üstelik milliyetçi-mukeddesatçı.
Ancak aklımın almadığı bir şey var.
Olayın açığa çıkması için niçin bu kadar beklenildi?
Dile kolay, uzun yıllardır küçücük kentte içtikleri suyun 
kaynağını ne merak eden olmuş, ne de soruşturan.
Yoksa "Kasabanın sırrı" mıydı?

Yaşanan durum şeffaf olmayan toplumların kaderi.
Büyükler karar alır, uygular.
Kimsenin haberi olmaz, sadece neticeye katlanmak kalır.
Yazık, çok yazık ama bazende hak ediyoruz.
Çünkü itiraz kültürüyle yetişmedik.
Aslında her şey gözlerimizin önünde gerçekleşir ama 
gerçeklere sırtımızı dönmeyi yeğleriz...
Ve farkında olmadan da ağır bedeller öderiz.

Ayrıca kötülüğü yapanlardan da hesap sorulmaz.
Kısa sürede unutulur gider.
İnanıyorum ki eski başkan itibarından hiçbir şey kaybetmemiştir.
Dün olduğu gibi bugünde aynı saygıyı görür.
Başkan aşağı başkan yukarı!
Özümüzde unutup bağışlama eğilimi vardır.
Zaten halkımız tuhaf bir şekilde katili de, hırsızı da sever.
Eski başkanın ırmak suyuyla halkını sulaması bence masum 
bir suçtur, üzerinde durulmaya bile değmez.
Olsa olsa münafık CHP'lilerle, Fetöcülerin işbirliği sonucu
ortaya atılan iftiradır!
Öyleyse afiyet olsun değerli Amasyalı hemşehrilerim...
Yeşilırmak'ın suyunu için kana kana!

Macit CÜNÜNOĞLU


08 Ağustos 2019

Önlenemeyen Korkular!

Macit CÜNÜNOĞLU










Uzun süredir "devlet" üzerine düşünür dururum.

Nasıl bir organizasyondur?
Modern devlet 18. yüzyılda, Farnsız Devrimi'yle ortaya çıktı.
"3 Y" diye formüle edilen üç temel dayanağı var.
Yasama-Yürütme-Yargı, tabii bağımsız olmak koşuluyla.
Ünlü düşünürlerde bu konu üzerine epeyce kafa yormuşlardır.
Geldikleri nokta, toplumlar üzerinde baskı kuran yalan mekanizması.
Ayrıca koydukları vergilerle hırsız.
En son ülkemizde sigaraya-alkole yüksek oranlarda zam yapıldı.
Amaç halk sağlığını korumak değil, direkt vergilerle hazinenin
kasasını doldurmak.
Zaten oldu bitti tepkisiz toplumuz...
Ne verirse yarabbim şükür deyip yiyoruz.
Geçirsin geçirebildiği kadar!

Söz konusu ürünlerin maliyetleri, fabrika çıkış fiyatları 
ayrıca tartışma konusu...
Sadece bu kalemlerde değil, A'dan Z'ye üretilen her mamülde
müthiş kazıklar var.
Tabii baş sorumlusu devlet.
Örneğin doğanın lütfu su paralı, hem de yüksek bedelle.
Oysa Avrupa'nın çoğu ülkesinde yok pahasına dağıtılıyor.
Ayrıca ülkemizde yerel yönetimlerin tasarrufunda.
Hatırlarsınız, Malkoçoğlu Ovacık Belediye Başkanı'yken suyu 
bedava vermeye kalktı, adamcağızın başına gelmeyen kalmadı.
Demek ki sorunlu bir devletimiz var.
Hem halkçı değil, hem de sömürgen.

Dolayısıyla bu topraklarda vatandaşına hizmet eden,
daha da ötesi kulu kölesi olan devleti görmek imkânsız.
Kendisini kutsamış bir kez, tanrı katında görüyor.
Bu anlayış iliklerine kadar işlemiş, gücünü maalesef 
kuruluş felsefesinden alıyor.
Sorgulayana, en ufak karşı çıkana da anında cezayı kesiyor.
O nedenledir ki ha bire hapishane yapıyor.
Çünkü mevcutlar ihtiyacı karşılamıyor.
Bizler de içimiz kan ağlayarak izliyoruz...
Elimiz kolumuz bağlı, üç satır yazı yazmaktan çekiniyoruz.
Bakalım  korkularımız ne zaman sona erecek?

07 Ağustos 2019

Düşler

Objektifimden Galata

Murathan Mungan'ın çok sevdiğim bir sözü vardır,

"Bu ülkede en çok bahane üretiliyor,
çünkü herkese yetecek kadar var."

Çok doğru, mesajım CHP'li belediyelere.
Lütfen enkaz devraldık edebiyatını bırakın.
Zaten bile bile geldiniz.
Artık çağımız proje zamanı, hayata geçirme devri.
İpe un sermenin lüzumu yok.
Önünüze bakın, ne yapmak istiyorsanız bir an önce yapın.
Örneğin yaşadığım kentten söz etmek istiyorum, 
dünya incisi İstanbul'dan.
Kadıköy meydanı acilen düzenlenmeli...
Mevcut otoparklar, otobüs terminalleri, minübüs durakları
derhal yer altına alınmalı.
Yemyeşil bir alan istiyoruz, parklarla donanmış...
Martıların özgürce yaşayabileceği çayır çimenler, 
çiçeklerle bezenmiş oturma gurupları...
Çok da zor değil.
Çay-Simit eşliğinde sohbetlerin en güzelini yapabileceğimiz 
halk bahçeleri...
Kadıköyümüze ne de yakışır.

Bir başka çirkinlik, Fenerbahçe stadyumunun yanındaki 
Söğütlüçeşme otoparkı.
Koskocaman alan araçların gece gündüz ev sahibi.
Geçmişin meşhur Salı pazarı.
Orayı da açık hava tiyatrosu yapın, adına da deyin ki 
Nazım Hikmet'in Rüyası...
Ceviz ağaçları dikilsin çevresine,
Fazıl Say çalsın en güzel oratoryolarını...

Gençlik doldursun hınca hınç...
Şarkılar türküler söylensin, duysun İstanbul...
Samatya'da, Beşiktaş'ta, Eyüp Sultan'da...
Bir kez daha tarih yazılsın Kalkedon'da.

En sona Taksim'i bıraktım.
Ülkemizin vitrini.
Öncelikle Gezi parkını dizayn et, hem de verilen onca
mücadelenin, 
direnişin aşkına...
Sonra meydanı görenlerin hayranlık duyacağı cennet mekân yap.
Dünyada bunun örnekleri çok.
Amerika'yı yeniden keşfedecek değiliz ya...
Hadi aslanlarım, utandırmayın bizleri.
Her ne kadar kent plânlaycısı olmasam da, yetmiş yıllık
tecrübeme güvenin...
Asla pişman olmazsınız.

Macit CÜNÜNOĞLU


06 Ağustos 2019

Kutsal Aşk

Nehir Hanım














Sevgili gibi dört gözle torun bekliyorum.

Nasıl bir aşktır bu tanrım?
Herhalde kayda değer karşılığı vardır.
Yoksa yüreğimin en derinlerinde hissetmezdim.
Elbette çok memnunum.
Çağımızın anlayışı nefret, anlayışsızlık üzerine kurulu.
Kimse kimseyi beğenmiyor.
Herkesin aklı o kadar kıymetli ki, katılmazsan öteki,
katılırsan yandaş oluyorsunuz.
Elbette acımasız yargılar ama maalesef gerçekler bu.
Ayrıca böylesi davranış biçimiyle sık sık karşılaşıyorum.
Başta yakın çevrem olmak üzere ne bir danışan ne de fikir soran var.
Sağlık olsun, zaten tevekkül içinde yaşamaya alıştım.
Umarım hayat bu günümü de aratmaz.

Lâkin torunlarımın lezzeti bambaşka.
Okullar kapalı, küçüğü hemen hemen hergün bende.
Âdeta aşk yaşıyoruz.
Alt alta, üst üste ne oynaşmalar.
Aldığım hazzı hiçbir duyguyla karşılaştıramam.
Bütün çocuklar gibi o da akıllı.
Yaptığı yorumlarla beni her gün  şaşırtıyor.
Demek ki yeni nesil kozmik evren donanımlı...
Bizler gibi eski dünyalı değiller.
Düşünsenize, beş yaşındaki velet bilgisayar denilen 
asrın son icatı üzerinde her türlü işlemi yapıyor.
Dahası da var, tek kelimeyle cep telefonu ustası.
Doğru mu yanlış mı bilemem.
Maalesef gördüğüm manzara bu.

Ya bizim çocukluğumuz, çelik-çomak oyunlarımız...
Mahalle arkadaşlıklarımız, dağlara keçi gibi tırmanmalar,
ırmağın girdabında yüzmeler, kısaca salya sümüklü hallerimiz.
Sanki masal dünyası.
Yine de güzel, ama ya bugünkü duygularımız.
Derinliğine yaşadığımız bir avuç sevgi.
En doğal haliyle sarmaş dolaş olmalar.
Kesinlikle karşılığı yok.
Ayrıca ne parayla ne pulla ölçülür...
Bir nevi kutsal aşk.
O zaman dibine kadar yaşanmaya değmez mi?

Macit dede


Fabrika Ayarları


Macit CÜNÜNOĞLU











Sabah sabah hanım müjdeyi verdi, "çamaşır makinesi çalışmıyor."

Daha buzdolabı sorunumuzu tam olarak çözmemişken, bir de bu.
Ciddi anlamda canım sıkıldı, aldım elime kullanma kılavuzunu,
başladım okumaya.
Bir maddesinde diyor ki, start tuşuna 3 saniye süre ile basınız, makineniz
fabrika ayarlarına geri döner. 
Tabii derhal yaptım, hayret, çalıştı.
Neyse yaşadığım kısa süreli kâbus da sona erdi.
Kaybettiğimiz eşeği yeniden bulmuştuk.
Ne mutluluk!

Ancak "fabrika ayarları" uyarısı dikkatimi çekti.
Ne güzel iş, basıyorsunuz tuşa, sorunlar çözülüyor.
Şeytan bu ya, aklıma düşürdü.
Keşke ülkemizin de bir tuşu olsa, hep birlikte bassak...
Şak diye fabrika ayarlarına dönse!
Bakmışsınız demokrasi, laiklik bir anlam kazanmış.
Adalet sistemi tıkır tıkır işliyor.
Düşünce suç olmaktan çıkmış, hapishaneler boşalmaya başlamış.
Ve yüce meclisimiz işlevsel hale gelmiş.

Ne hoş hayâller değil mi?
Yoksa içi boş mu?
Bilemem, ben talep edeyim de, belki sağır sultan duyar.
Böylesi doğru istekleri arzulamak bile vatandaşlık görevi...
Ayrıca aydın olmanın sorumluluğu. 
Yoksa aylar yıllar geçip gidiyor.
Hep şikayet, hep şikayet...
Artık yorulduk.
N'oldu İstanbul'da, tarihi bir seçim yaşandı.
Kesin netice, dur denildi iktidara, genç bir adam iş başına getirildi.

Belki de fabrika ayarlarına dönüşün başlangıcı.
Hatırlarsınız, 23 Haziran akşamı nasıl da mutlu olduk.
800 bin fark önemli, akıllı bir siyasetin elinde saray da yıkar,
saltanat da.
Öyleyse umut dolu hayâller kurmaya devam...
Nasıl olsa Hocamızın gölüne maya çalmıyoruz ya!

05 Ağustos 2019

Karadeniz'den İda'ya...

Macit CÜNÜNOĞLU











Yine bir pazartesi, yine hafta başı.

Belli bir yaştan sonra kilometre hızlı dönüyor.
Günler haftalar su gibi akıp gidiyor.
Bu arada aşırı sıcaklar evden çıkmamı engelliyor.
Öyle bir özledim ki hazan mevsimini, yağmurların 
getirdiği serinliği.
Eylül ayı güzeldir.
Sararmaya başlayan yapraklar, solan güller âdeta veda 
mektubu gibidir.
Bu mevsimde deniz bile daha cazibelidir, hele de Karadeniz.
Dalgalar durulmuştur, berrak suyu davetkârdır.
Şile'nin Ağlayan Kaya'sında hiç denize girdiniz mi?
Güneyin meşhur plajlarının sadece adı çıkmıştır.
Oysa Karadeniz'in yumuşacık dalgaları ömre bedeldir.
Güneşin eski yakıcılığı da kalmamıştır...
Dayarsınız sırtınızı yemyeşil dağlara, cenneti yaşarsınız.

Zaten uzun zamandır Karadeniz turu plânlıyordum.
İnşallah bu eylülde gerçekleştireceğim.
Samsun, Ordu, Giresun, Trabzon, Rize, Artvin...
Aman tanrım ne heyecan, Sümele'yle buluşacağım, 
Maçka'nın derinliklerinde kaybolup yorgun ruhumu dinlendireceğim.
Belki bir iki yayla turu.
Bol bol fotoğraf çekmeler.
Katledilen Mustafa Suphi ve arkadaşlarını karanfillerle yad etme...
Bir kez daha dünyanın en güzel coğrafyasını selâmlıyacağım.

Aslında değer kıymet bilmeyen bir toplumuz.
Altın tepside sunulan cennet mekânları yok etmek için 
elimizden geleni yapıyoruz.
Uzun gölün hâli ortada, çok yakında yapılaşma sonucu
o güzelim göl, binaların ortasındaki havuza dönüşecek!  
Aynı şekilde Kaz dağları...
Başına gelenleri izliyorsunuzdur.
Tarihin en değerli zirvesi, tanrılar tanrısı Zeus'un yaşadığı yer.
Önce ormanını kesiyorlar, sonra toprağını siyanürle zehirliyorlar...
Neymiş efendim, altın elde edeceklermiş.
Yazıklar olsun...

Bilmiyorlar ki gerçek altın İda dağı...
Antik çağdan kalan kutsal miras.
Ve bizim ülkemizde...
İnsanlığın ortak zenginliği...
Ancak kim farkında, kimin umurunda?

03 Ağustos 2019

Tespitler, arayışlar

Macit CÜNÜNOĞLU










İslâmiyet 7. yüzyılda devlet dini olarak doğdu.

Çünkü dünyevi hayatta hemen hemen el atmadığı konu yok.
Bireyin davranış biçimine yön veriyor, devleti dizayn ediyor.
Tam bir teslim alış ideolojisi.
Tabii vaatleri de var.
Disiplin içinde kurallarını (ibadet) yerine getirenlere müjdeler veriyor.
Abdulbaki Gölpınarlı bir yazısında diyor ki,
"Din kana benzer, akıtmanın gereği yoktur."
Yani tanrı ile kul arasındaki ilişkinin dışa vurulmasını sakıncalı buluyor.
Elbette doğrudur...
Peki tarikatlara ne demeli?
Ülkemizde sürüsüne bereket, her bir köşe başında karşınıza çıkıyor.
Mahallade, semtte, kentte etkililer.
Hatta devlet mekanizmalarının içine sızdıkları için, endirekt de olsa 
iktidarın doğal ortağılar.
Nitekim Fetö olayında görüldü.
Ancak temizlenmesi oldukça zor.
Biri gider diğeri gelir.
Bütün mesele bu tür mecralar hangi ihtiyacın ürünü?
Cevabı zor, ayrıca bir çırpıda açıklanamaz.
Sosyolojik yapılanmalardır.
Bünyelerinde ciddi sayılarda halk yığınlarını barındırırlar.
Ayrıca bir nevi manevi sığınma limanıdır.
Dogmadik inançlar manzumesi öylesine güçlüdür ki,
bünyesine kattığı insan malzemesini âdeta potasında eritip
yeni bir kimlikle piyasaya sürer. 
Bu türün örnekleriyle sosyal medyada sıkça karşılaşıyorum...
Nasıl Atatürk sevgisi bazılarınca abartılı bir şekilde sömürülüyorsa, 
aynı metodu tarikatçılar da kusursuz kullanıyor.
Örneğin Gazali'den girip adı sanı belli olmayan onca din adamının 
ağzından binlerce veciz cümleler döktürüyorlar.
İnanan çok, doğru mu yanlış mı diye düşünen yok.

Ah kara cahilliğin gözü kör olsun.
Batı'nın dört yüz yıl önce çözdüğü aydınlanma çağı ne yazık ki
hâlâ ülkemizden çok uzakta.
M. Kemal'in onca çabası geldiğimiz noktaya bakınca yetersiz
kaldığını anlıyoruz.
Her taraf İmam-Hatip, her taraf tekke ve zaviye.
Üstelik legal örgütlenmeler olarak diktikleri bayraklar
en yükseklerde dalgalanıyor.

Tabii devlet-i alimiz fevkâlâde memnun.
Netice, iş dönüp dolaşıp bir avuç aydının yaratıcı emeğine kalıyor.
Çağımıza uygun yeni projeler çıkar mı?
Bence evet, ya sizce?

02 Ağustos 2019

Tuhaf mutluluklar!

Macit CÜNÜNOĞLU










Günümüzün mutluluklarıyla geçmiştekiler arasında o kadar

fark var ki.
Örneğin bilgisayarımla, telefonumu değiştirdim...
Çocuklar gibi sevindim.
Olacak iş değil ama maalesef gerçek.
Hâlbuki her zaman sadeliğimle övünürdüm.
Demek ki bir yere kadar.
DNA'ların kodlanma meselesi, kapitalizm kaleyi içten fethediyor.
Anlaşılan çağımızın trendleri dışında kalamıyoruz.
İhtiyaç mı?
Hem evet, hem hayır.
Ama telefon tartışılır.
Nihayetin de iletişim aracı.
Ancak kafirler öyle bir yapmışlar ki, tansiyonumdan 
kalp atışlarıma kadar ölçüyor.
Mübarek acil poliklinik! 
Tabii bir de uzaktan konuşmamı sağlıyor.
Ancak benim almamda ki temel sebep, müthiş fotoğraf çekmesi.
Beş yüz dolara aldığım Canon'a on basar.
Aman tanrım, ne görüntüler...
53 piksel, Çinliler yapmış, markası Show Me...
250 dolara aldım...
Çok da memnunum!

Aslında bu yazdıklarım boş lâf.
Ben de biliyorum memleketin asıl sorunu "aş-iş"...
O meseleler de siyasetin sorunu.
Zaten yeteri kadar yazan da var.
Geriye bireysel hazlar kalıyor.
Arabalar, marka giysiler, sevgili trafiği, yurt dışı geziler...
Ünlüyseniz magazin basınıyla içli dışlı olma...
Netice itibariyle tatlı hayat.
Ya beyin denilen organ...
İster samanla beslenir, ister insani değerlerle.
Yaşadıkları ortamı mera zannedenler...
Ve ortalıkta  kasına kasına dolaşanlar çoğunlukta...

O nedenledir ki çok severim Zehra Bilir türküsünü;
"Manda yuva yapmış söğüt dalına..."
Artık Boğaziçi turları da yapmıyorum...
Yalılardan öyle bir kokular geliyor ki,
tapularda kirli paranın ayak izleri ile aşağılık sürüngenlerin
çirkin fotoğrafı...
Dayan dayanabilirsen!

Teşekkür Mektubum

Macit CÜNÜNOĞLU










"Tavşan dağa küsmüş, dağın haberi olmamış" derler ya,

ama kazın ayağı öyle değilmiş.
Arçelik ile yaşadığım sorunlardan sonra dağın tepe noktalarında
birilerinin olduğunu fark ettim.
Üstelik kullandığım üslupla kantarın topuzunu iyice kaçırmış olmama rağmen!
Arızalı buzdolabıma el attılar, fabrikadan teknisyen gönderdiler.
İsmi Eyüp ÇETİN, dünya tatlısı, öncelikle adam gibi adam.
Geldi, cheek-up yaptı, sonuçta çektiğim onca sıkıntıya hak verdi...
Ve durumu yetkililere ileteceğini söyledi.
Aradan uzun bir süre geçmedi, Genel Merkez'den Ebru hanım aradı.
İçten, şeker dilli bir kızımız, yetkiliyle görüştüğünü, dolabımın 
değiştirilmesine karar verildiğini söyledi.
Karar mekanizması sayın Osman FIRAT, belli ki Arçelik gibi bir devin
tepe noktalarında görev yapan biri.
Ancak benim için önemli olan, sıradan bir müşterisinin sesini duyması.
İşte çağdaş yöneticilik, işte insanlık dedim.
Zaten Arçelik'e de bu yakışırdı.
Bir de sormazlar mı; "değişimi onaylıyor musunuz?"...
Ne onaylaması, balıklama atladım.
Nihayet servis rezaletinden kurtulmuştum.
Lâkin bir hususu samimiyetle açıklığa kavuşturmam lâzım, dolabım 
değişsin diye bir amacım yoktu...
Sadece ve sadece yetkili servisin çapsızlığının kurbanı oldum...
Dolayısıyla da bu yaz sıcaklarında ağır bedeller ödedim...
Hele eşimin emekleri, çöpe atılan yiyecekler...
Neyse, hepsi geride kaldı.

Gelelim ana fikre: 
Bir kere bu tür kurumlar iyi niyetli...
Üstelik Arçelik'in kuruluş tarihi: 1948 ve ilk ortağı
Osmanlı'dan gelen (1914) Burla Biraderler.
Ülkemizin ticaret burjuvazisi önderlerinden.
Yüzde 20 ortaklıkla Vehbi Koç'un müteşebbisliği sayesinde
ARÇELİK markasını yaratıyorlar.
Buzdolabı denince akla gelen ilk isim.
Hemen hemen her evin doğal hizmetkârı.
Ancak aynı güzellik servislerinde gözükmüyor.
Çünkü iş geliyor yetişkin insan malzemesine.
İşte burada sıkıntı var, gecekondu gibi açılan liyakatsiz servisler,
temsil ettikleri firmayı rezil de edebiliyorlar, vezir de!
Belki benim başıma gelenler devede kulak...
Ama nihayetin de yaşanan bir sıkıntı var.
Talebim masum, çözüm istiyorum.
Bir aydır ne duyan oldu, ne el uzatan.
Ta ki sayın Osman FIRAT'a ulaşıncaya kadar.
Öyleyse binlerce teşekkür değerli Osman Bey...
Sizlerin emeklerini, asil inisiyatifinizi unutmayacağım.
Saygılarımla.

M.C.