bir şair vardı, öğretmen

27 Ağustos 2019

Hayat hikâyem



















18 Ağustos 1950 tarihi doğum günüm. Amasyalıyım. Bugün de yetmiş yaşıma girdim. Okuma yazma işlerini çok sevdiğim için, yakınlarım 
illâki kitap yaz dediler. Aslında ne yazacağımı da bilmiyorum. Yine de klavyemin başına geçip hayat hikâyemi paylaşmayı arzuladım. Ancak nereden başlamalıyım nerede son noktayı koymalıyım, ona da karar vermedim ama varsın olsun, nasıl olsa gezegende yetmiş yıllık yaşanmışlık var.

Evet, Amasya’da doğdum. Mahallemin adı Gümüşlü, Selçuklu devrine ait görkemli camimiz kent meydanına bakıyor. Eski adı Selağzı. 
Çocukluğumun geçtiği mekânlar. Babam Amasya’nın yerlisi Mehmet Cününoğlu, daha doğrusu Cününzadeler’den. Babası da (dedem) Banker Mustafa diye tanınırmış. Ama zenginliğin asıl kaynağı nenem Ümmühan Hanım. Rivayet olunur ki memur maaşları ödensin diye il defterdarlığına bile faizle borç para verirlermiş. Annem ise Hava Hanım. Selanik-Usturumca’lı. 1912 Balkan Savaşı sırasında 40 günlük bebekken annesinin kucağında Amasya’ya göç etmek zorunda kalmış. Olağanüstü trajik yaşamlar.

Yoksulluğun gözü kör olsun, annem on altı yaşında kocaya kaçıyor ve beklenen sonuç, kahveci çırağı hayta annemi hamile bırakıp İstanbul’a tüyüyor. Ve babasız doğan bir kız evlat, üvey ablamız Necmiye. Annem okula gidemiyor, fakat kardeşlerinden (dayılarım İskender ile Hüseyin) okuma-yazma öğreniyor. Sonra Cevizhane’de işçilik, patronu babam. O da iki evliliği geride bırakmış. Hayatın garip tesadüfü, evleniyorlar. Hazret bir süre nikah bile kıymıyor, herhalde yoksulluğun ağır bedeli olsa gerek. Annem peş peşe dört çocuk doğuruyor. İlki (Ülkü ablamız) ölüyor. Ve bizler; Adnan-Macit-Fatma, üç kardeş. Ağabeyimi de geçen yıl kaybettik. İyi bir fotoğrafçı, iyi bir müzisyendi. Hâlâ çok özlüyorum. Toprağa verirken âdeta yüreğim dağlanmıştı. 


İlkokul ve Ortaokul’u Amasya’da okudum. Çalışkan mıydım? Yaramazlıkla zekânın el ele verdiği bir öğrenciydim ve vaziyeti başarı ile idare ediyordum. Sonra Tokat Öğretmen Okulu, artık gençlik çağı. Edebiyata ilgim, siyasete merakım ufak ufak karakterimi şekillendiriyordu. Değerli öğretmenlerimiz vardı. Ufuk açıcı, araştırmayı, sorgulamayı ve merak uyandırmayı bilen. Çoğu dönemin iktidarı tarafından sürgüne gönderildir. Sol düşünce ayaklanmış, kimlik kazanmıştı. İktidara çok yakındı. Bu arada Sahne Anadolu adlı bir tiyatro gurubuyla Ege’de tiyatro sahnesine çıktım. Müthiş bir macera. Gerici, faşist saldırılar, el üstünde taşımalar; her duyguyu genç yaşta yaşadım. Ve öğretmen diplomasını güç bela aldım, ilk görev yaptığım yer Amasya-Mahmatlar köyü. Bilâhare askerlik, kırk üç günlük eğitim sonrası çektiğim kura, ver elini Giresun-Görele’nin Zantara köyü. Hayatım en güzel iki yılını geçirdim. Edindiğim dostlarımla hâlâ görüşürüm. Fakat siyasi kavganın içindeki tutkulu hâlim çok sevdiğim öğretmenlik mesleğimin sonu oldu. Tabii her Türk genci gibi İstanbul’un yolunu tuttum.
Çok kısa bir süre sonra Demir-Döküm Fabrikası’nda iş buldum. Orada da uzun kalamadım. Çünkü doksan dokuz günlük tarihi grev eylemini yaptık. Koç Amca affetmedi! Ancak aç kalmayacağıma daima inanmıştım. Bir sezon Kadıköy’de de profesyonel tiyatroculuk yaptım.

Güzel günlerdi, en azından bir hayâlim gerçekleşmişti. Sonra Atatürk Eğitim Enstitüsü karşısında büfe işletmeciliği ve sevgili karım Onur ile tanışıp, evliliğe giden yolda ilk adımları atmamız. O da öğretmen, matematikçi. İki çocuğumuz oldu; oğlumuz Çağdaş, kızımız Sıla. Ve 1982 yılında lösemi hastalığı nedeniyle annemden otuz gün sonra öldü. Yirmi sekiz yaşındaydı, bense otuz iki. Meleğim artık yoktu, yıkıldığım, çöktüğüm andı. İki çocuk ve ben, önümde koskoca bir hayat. Çağdaş altı, Sıla iki buçuk yaşında. Karımdan geriye kalan en değerli miraslar. Kendi kendime söz verdim, evlatlarımın kıymetini bilip asla evlenmeyecektim. Zaten oldu bitti üveylik muhabbetini sevmem, belki de ablamın yaşadığı hazin durumundan olacak, kadıncağız genç sayılabilecek yaşta felç olup, konuşma yeteneğini de yitirerek tek kolla uzun yıllar sürünerek yaşadı. 


Bu arada gelelim bin dokuz yüz yetmiş beş yılına. 12 Mart darbesi sonrası CHP Ecevit’in önderliğinde büyük bir başarı kazanıp iktidara geliyor. Küçük ortağı MSP. Halamın oğlu Erol Çevikçe de Bayındırlık Bakanı oluyor. Evlenmek üzereyim, Sağ olsun Erol Ağabeyim beni İstanbul Yapı İşleri I. Bölge Müdürlüğü’nde işe yerleştiriyor. Çok çalışkanım, altı ay sonra Personel Şefliği’ne terfi ediyorum. Ancak rahat durmak yok, anında sendika işlerine bulaşıyorum ve kısa bir süre sonra da Yol-İş Sendikası Şube başkanlığına seçiliyorum. Sonra da Merkez Yönetim Kurulu üyeliğine. Fakat gönlümde DİSK yatıyor. Dönemin efsanevi kuruluşu. Zaten işkolu sendikası BAYSEN ile dirsek temasındayım. İlk genel kurulunda da aday olup yürütme kuruluna seçiliyorum. Görevim eğitim dairesinden sorumlu Genel Başkan Vekili. Peşinden TKP üyeliğim başlıyor, artık hem sendikacı hem de tescilli komünisttim. Çok mutluyum, devrim yolunda ilerleyen bir partizandım!
12 Eylül gecikmedi, bütün acımasızlığıyla üzerimize çöktü. Arananlar listesindeydim, karım hastanede, yaşam mücadelesi veriyor. Benimse teslim olmak gibi bir niyetim yok. Bu nedenle üç yıl kaçak yaşadım. Daha sonra yapılan bir ihbar sonucu yakalandım, önce Gayrettepe’deki I. Şube’ye götürdüler, ifadeler falan derken (ayrıntılarına girmeyeceğim) Selimiye’deki I. Ordu Sıkıyönetim Komutanlığı’na teslim ettiler. Tabii yer altındaki zindanlarına. Uzun savcılık sorgulaması, mahkemeye çıkışım… 


Neyse hepsi geldi geçti. Fakat on bir yıl ağır hapis cezası yedim. Bu arada aç yaşanmıyor. Eşimin öğretmen maaşı geçinmemize yetmiyor, kimseden para dilenecek hâlim de yok, ağabeyim Adnan’la kafa kafaya verip fotoğraf laboratuvarı kurduk.  Ve başladık para kazanmaya. Karım artık yoktu, işlerimiz çok iyiydi. Önce arabalarımızı sonra evlerimizi aldık. Çocuklar büyüyordu. Asayiş berkemal gözüküyordu. Ve asıl hikâyem de bundan sonra başlıyor. Dalalım bakalım hayatın derinliklerine. Nelerle karşılaşacağız. Kötümser bir insan değilim. Ne acılara şahit oldum. Benim yaşadıklarım onların yanında devede kulak kalır. Ayrıca duygu sömürüsü yapıp olayları dramatize etmeyi sevmem. Bütün mesele gerçeği en yalın ifadelerle paylaşmak. Ne eksik ne fazla.

Başlangıçta da yazdım, zengin bir ailenin ortanca çocuğu olarak dünyaya geldim. Ancak babamın saltanatı çok sürmedi. Müteahhitti, devlet işleri alıyordu. Okul, yol yapımı gibi. Ama alkol yaşam biçimiydi. Bedelini ağır ödedi. Aklım yeni yeni yetmeye başladığında iflas edip aileyi yoksulluğa sürüklemişti. Banka kredisine bulaşmalar, evdeki antikaların tek tek satılması çöküşünü hızlandırdı. Bin dokuz yüz altmış yılının şubat ayında üçüncü kalp krizinden öldü. Annem ve üç çocuk ortada kalmıştık. Ne bir emekli maaşı, ne de yakınlarımızdan aldığımız bir yardım vardı. Fakat ailedeki şiddet iklimi sona ermişti. İçsel dünyamda babamın ölümüne gizli gizli sevindiğimi hatırlarım. Hele ağabeyimi gözlerimin önünde dövmesi, çocuk yüreğimi parçalardı. Ben de nasibimi aldım. Samsun’da oturuyoruz, beş yaşındayım, babam içkili, aldı eline beni bir güzel patakladı, sokağa kaçtım, o da peşimden koşuyordu… Aman tanrım, ne rezalet! Neyse, annem duruma el koyup beni kurtardı. 


Tabii bu tür sağlıksız ortamlar çocuk üzerinde derin travmalara neden oluyor. Ben yaşadım, hâlâ da unutamam. İşin tuhaf tarafı tüm bunları yaşamış biri olarak çocuklarımı büyütürken ben de ağır yanlışlar yaptım. Şimdi ise çok pişmanım, onlardan da binlerce kez özür diledim ama bakalım işe yarayacak mı? Hiç sanmam, anne dayağı unutulur da, babanınki asla. Sanki doğanın kanunu. Yine de yazarken ağır üzüntü duyuyorum, içime fenalıklar basıyor, inşallah evlatlarım babalarını af ederler. İşte o zaman rahat nefes alırım. Babamın ölümünden sonra iki evimizden birini kiraya verdik. Aile o parayla ayakta durmaya çalışıyordu. Ağabeyim askere, ben de Tokat’a gittim. Yatılı okuyorum. On beş yaşındayım. Tuvalete girip ağlıyorum, hasretim aileme. En çok annemi özlüyorum. Devlet baba bizlere güzel bakıyor. Yedirip içirip giydiriyor. Sahi o devirler sistem sosyalistmiş de bizler farkında değilmişiz. Başbakan Demirel Sovyetler’le iş birliği sayesinde peş peşe sanayi yatırımları yapıyordu. Şimdi bile düşünürüm, hangi akla hizmet edip devrim yapmaya kalktık. 

Yazık oldu bir kuşağa, darbeler kaç ocağı söndürdü? Bu arada altmış yedi yılında en güzel evimiz babamın borçları nedeniyle satıldı. On yedi bin liraya. Bahçeliydi, biri sulama diğeri de süs olmak üzere iki adet havuzu vardı. Upuzun kiraz ağacımız sapsarı meyveleriyle gökyüzüne uzanırdı. Her renk gül, gülbaharlar bahçeyi mis kokularıyla doldururdu. Bir köşede “tahar” denilen koskocaman küp, içi küllü su dolu, çamaşırda bulaşıkta kullanılıyor. Koskocaman bodrum, içinde turşularımız var, en üst katın penceresinde evde yapılan sucuklar asılı, babam havuzun fıskiyesinde zıp zıp dans eden pinpon topunu seyrediyor, elinde nargilesinin marpucu, önünde rakısı… Gel keyfim gel, oysa felaket kapıdaydı. Perişanlık günlerimizde ağabeyimin askerde olmasından dolayı bağlanan asker aylığı (kırk beş lira) ailemizin umudu oldu. Velhasıl acı günlerdi, annem aç kalmayalım diye yaptığı pişinin adını “cankurtaran” koymuştu. Yine de sağlıklı beslenememekten verem olmaktan kutulamadı.  Ne zaman ekmek bulamazsak cankurtaran yapardı, maksat karnımız doysun.
Ağabeyim askerden döndü, Foto Sabah adlı fotoğrafçı dükkanını devir aldı. Artık güzel günler yakındı. Aile soluklanmıştı, Ağabeyim dört elle işine sarıldı. Para hasreti bitmiş, evimize buzdolabı, ipragaz, radyo, mobilya almıştı. Yüzler gülüyordu. Bense öğretmen okulu sonrası yüksek eğitim yapmayı hedefliyordum. Yokluktan gelen annem izin vermedi, bir an önce iş başı yap dedi. Emir büyük yerden, ayrıca nasıl kıyarım?  Akıllı kadın, babamı dinleye dinleye Osmanlı tarihi uzmanı olmuştu, sular seller gibi padişahları anlatırdı, hem de haremleriyle birlikte. 

Çok sonraları üniversiteyi kazandım, amacım tarih okumaktı, lâkin her zaman olduğu gibi siyaset ağır bastı, ayrılmak zorunda kaldım.

Dönelim tekrar çocukluk yıllarıma, Amasya’nın en küçük mahallerinden birinde doğdum. Gümüşlü camisinin avlusundan başka oyun yeri de yoktu. Küçük alanda kuyu ve dibinde ıhlamur ağacı vardı. Çok cenaze törenine katıldım. Musalla taşının arkasına saklambaç oynarken saklanırdık. Makarios adını verdiğimiz bir nev-i şahsına münhasır şahıs, elinde söğüt dalları tabutun başında durur, bizleri kovalardı. Futbol takımı kuracak kadar erkek çocuk mahallemde mevcut değildi. Dolayısıyla Dere mahalle ile maç yapma şansımız olmadı. Bazen komşumuz Yakutiye ile birleşir, Çilehane sahasında Savadiye’yle top oynardık. Tabii genellikle de yenilirdik.

Ama Yeşilırmak Amasya gençliğinin, çocuklarının doğal plajıydı. Hele babam öldükten sonra abonesi oldum. Bir defasında İlaankaya denilen tehlikeli sularda boğuluyordum, ağabeyimin arkadaşı Boşnak Fuat kurtardı. Aklım fikrim yaramazlıktaydı. Annemin otoritesi bir yere kadardı. O da ekmek derdine düşmüştü. On yaşındayken Cilanbolu adlı sarnıça indiğimde kendimi muzaffer hissediyordum! Özetle özgürlüğün tadını varmıştım. Dağlar benimdi. Her gün birine çıkmayı plânlardım, nitekim tırmanırım da. Özgüven yüksek, risk payı aklıma gelmiyordu. Maksat heyecan, aktivite olsun. 


Bizlerden sonraki nesillerin o şansı oldu mu, bilemem. Ama çağımız çocuklarının sıfır. Bir de insanın gelişmesinde çok büyük katkısı olduğunu düşünürüm. O nedenledir ki mahalle arkadaşlığını her şeyin üstünde tutarım, bir nevi natürel laboratuvar. Modern dünya çocukları apartmanlara, yuvalara mahküm etti. Eğitim adı altında çamuru, toprağı tanımadılar. Misket tutmayı dahi bilmiyorlar. Bir de uzun eşek oynamaya kalksalar vallahi bellerini kırarlar! Zaten ebeveynleri de izin vermez. Varsa yoksa kurslar servisler, saçılan paralar. Kapitalizm bütün vahşiliğiyle teslim aldı. Âdeta oksijene dönüştü, olmazsa olmaz! Hele bizim ülkemizde çocuk yetiştirmek o kadar zor ki. Pek çoğu kurs manyağına dönüşmüş durumda. Siyasi tercihler nedeniyle devlet okulları çökertildi. Geriye özeller ve vakıf okulları kaldı. Onlarda dünya para. Aslında ülkemizin geleceği bu değil, ancak kör politikaların kurbanı oluyoruz, ama kim farkında? Yazmak çizmekte fayda etmiyor. Bütün mesele sandıktan çıkacak aklı başında bir iktidarı umutla beklemek, tabii sabrınız varsa! Benim kalmadı, her gün tükeniyorum, lâkin İmamoğlu’nun İstanbul’da yakaladığı başarı umut tazeledi, yüreklerimize su serpti. Partisi önüne çıkan bu tarihi fırsatı iyi değerlendirirse, ilk seçimlerde zafer neden olmasın? 

Ayrıca Saraylı on yedinci yılını dolduruyor. Demokrasi hayatımızda bu bir rekor. Şimdiden M. Kemal’i solladı. Eh, yetti gari, haftaym zamanı da çoktan geçti. Altmışlı yıllarda da böyle düşünüyorduk. Üniversite gençliği halk desteği olmadan ayaklandı. Altmış sekiz rüzgârları çoğu ülkeyi sarmıştı. Bizde de sert esti. İktidardaki AP bir darbe sonucu devrildi. Fatura gençliğe çıkartıldı, önderleri ya asıldı, ya da kurşuna dizildi. Çoğu da hapislerde süründü. Kesilen ceza ağırdı. 12 Eylül eksiği tamamladı, solu sildi süpürdü. Ülkücü gençliğin öne çıkanlarını da Ermeni  örgütü ASALA’ya karşı tetikçi olarak kullandı. Karanlık devirlerdi. Düşünsenize, bir ülkede on yedi bin civarında faili meçhul cinayet olur mu? Tansu Çiller döneminde katliamlar yaşandı ve Susurluk skandalıyla zirveye ulaştı… Erbakan hoca “Glu Glu” dansı diyerek alay etti, aslında olan biten devletin karikatürize edilmiş hâliydi. Manzara-i umumiye berbattı. Seksen dört yılında PKK eylemleri başlamış, sonu gelmeyen savaş. Binlerce cana sebep oldu, hâlâ da sürüyor.
Baş sorumlusu 12 Eylül Cuntası ve uyguladığı insanlık dışı şiddet. Sadece Diyarbakır hapishanesinde yaşananlar yeter. Zaten ırkçılık bu sistemin kuruluş felsefesinde var. “Ne mutlu Türküm” diyerek bir yere varılmaz. Önemli olan insan olmak. Hem de evrensel değerlerden oluşan, hak ve hukuka dayalı düşünceyi oluşturabilmek. Dincilik, mezhepçilik ise çağ dışılığın tuzu biberi. Bu ilkeleri benimseyen toplumlardan da ortaya bir şey çıkmaz. Tuzağa düşmüştür bir kez, ötekileştirme sayesinde kendilerini yerler, bitirirler.
Bakınız ülkemizin geldiği noktaya, kamplaşmanın doruklarındayız. On sekiz yıla yaklaşan iktidarıyla bu değirmene AKP epeyce su taşıdı… Netice tek kelimeyle kaos. Cumhuriyet değerleri yerinden oynamış, M. Kemal düşmanlığı çoğu alanda referans olmuş, “Yurtta sulh, Cihanda sulh” şiarımız düşmanlık kültürüne dönüşmüş, dostsuz, komşusuz bir coğrafyada yerimizi almışız. Reisimizin çok sevdiği Araplar bile ülkemize sırt çevirmeye başladı, bakalım hangi maceralara daha sürükleneceğiz? 


Bu arada bir parantez açmak istiyorum, Görele’nin Zantara köyüne döneceğim. Yirmi yaşındayım, yetmiş yılının eylül ayında askerlik sonrası göreve başladım. Küçük bir yer, Osman Dayı karşıma çıktı, bana ev verdi yatak verdi. Ayrıca aşına ortak etti. İlk işim beş numara gaz lambası almak oldu. Baş ucuma koydum, deliler gibi kitap okuyorum. Hatta sabahlara kadar. Çoğu klasikleri bitirdim. Artık kendimi donanımlı bir sosyalist hissediyorum. Teori kitapları çerez gibi geliyor. Lenin’in Nisan Tezleri, Ne yapmalı? adlı eserlerini satır satır hatim ettim. Belimde Laz yapısı silahım, her yönüyle devrime hazırım. Ara ara Ankara’ya gidiyorum, amacım davaya hizmet etmek. Yoldaşlarımdan biriyle anlaştım, onlara ucuz tabanca temin edecektim. Üreticinin olurunu aldım, tam teslimat aşamasına da geldim, 12 Mart darbesi oldu. Tabii proje suya düştü. “Her işte bir hayır vardır” derler ya, benimki de o hesap, iyi ki gerçekleşmemiş, yoksa ileriki yaşlarımda vicdan azabıyla nasıl yaşardım? Bir de ölüm vakasına sebep olsaydım, kahrolurdum. Ancak Denizlerin asıldığı sabahı unutamam, haberi radyomdan dinlemiştim. Beynimden vurulmuşa döndüm. İçim içime sığmıyordu, irademe sahip olmasam çılgınca eylemlere girişebilirdim. 

Hele Kızıldere olayı, tam bir vahşet. Devlet katliamı. Bir avuç genci kurşuna dizmek ancak kovboy filmlerinde, bir de bizim gibi geri kalmış ülkelerde olur. Buradan uzanalım TKP’ye, benim illegal örgütüm. Hem de nasıl, merkezimiz Doğu Almanya, liderimiz İsmail Bilen. Parti hücre yapılanması üzerine kurulu. Kimse kimseyle bağlantı hâlinde değil. Daha doğrusu polis baskını yersek, iki isimden başkasını tanımıyoruz. Meğersem bu model Lenin tarafından icat edilmiş. Ancak partiye üye olduğum ilk gün cücük kadar maaşımın yarısına el koydular. Helali hoş olsun! Ne de olsa hiçbir zaman takamayacağım parti rozetim ile tüzük ve programım vardı. Az şey mi? Karımı ve yeni doğmuş oğlumu İstanbul’da bırakıp Ankara’ya taşınmışım. Mevzu vatansa aile teferruattır düşüncesinden hareketle kavgaya soyunmuşum.

Eğitim amaçlı bütün Türkiye’yi dolaşıp ateşli konuşmalar yaptım. Derdim sınıf mücadelesini işçilerin beynine kazımak. Ancak işe yaradığı söylenemez, çünkü üyelerimizin çoğu fazla mesai peşinde. Onlara diyemiyorum ki, Bayındırlık Müdürlüğü’nde çalışıyorsunuz, ne mesaisi, ne ücreti. Elbette benim yaptığım oportünizm daniskası ama parti ideallerim var. Gene de geldiğim yaş itibariyle o devirlere selâm gönderiyorum, kazandığım dostlarım bana yeter. 12 Eylül her şeyin sonu oldu. Artık İstanbul’a dönmüştüm. Kaçak olarak yaşanabilen tek şehir. Kim kime dum duma, arazi olmak kolay. Parti şefim beni burada da buldu. İşsizim, her gün Çapa’da yatan eşimin yanına gidiyorum. Âdeta gözlerimin önünde eriyor, o devirlerde kan bulmak zor, Kızılay’ın kapısında sabahlıyorum. Saklanmanın dezavantajı, eşe dosta da ulaşamıyorum, tek kelimeyle acının doruklarını yaşıyorum.
Üstelik para pul yok. Arayan soran da yok, sanki bataklıkta çırpınıp duruyorum. Partiyle sıcak ilişkilerim devam ediyor. Yurt dışına çıkmam için sahte pasaport hazırlamışlar. Kod adım: Kaya Keskin. Doğal olarak ret ettim. Arkamda ölümcül hasta karımı ve çocuklarımı bırakamazdım. İşyerimde Atılım dergisinin kalıplarını hazırlıyorum. Yakalanırsam oyarlar, yaşama şansım hiç yok. Bir keresinde Haydar Kutlu’nun (Genel Sekreter) fotoğrafına bıyık montajladım, parti basına dağıtacakmış. 


Bu arada DİSK davası sürüyor, önce Selimiye’de başladı, sonra kalabalık olur düşüncesiyle Metris’e aldılar. Lâkin ne gelen var ne giden. Avukatlarımız ile yurt dışından katılan üç-beş basın mensubu. O zaman aklıma düştü, nerede uğruna mücadele ettiğimiz işçi sınıfı? Dava da mahkümiyetle sonuçlandı. Avukatım Rasim Öz,” bir numara çıkmaz” dedi. Özal iktidardaydı. Avrupa’ya şirinlik olsun diye faşist İtalyan yasasından alınan 141-142’yi kaldırdı ve davalarımız otomatikman düştü. Artık özgür bir T.C. vatandaşıydım. Yurt dışına çıkabilirdim. İki ülkeye gittim, dostlarımın davetiyle Almanya ile Ukrayna’ya. Birincisi kapitalizmin en mükemmel işlediği ülke, diğeri sosyalizm artığı. Almanya’da sistemin tıkır tıkır işleyişine, Ukrayna’da insanın değersizliğine şahit oldum. Gözlerimin önüne onlarca yıl mücadele verdiğim ideallerim geldi, tarihi yanılgılarımı görüp yalnızca ve yalnızca akıl yoluyla hakikatler peşinde koşmaya karar verdim. Bugün de aynı yoldayım. Özgür düşünce insana yakışıyor, belki de aydınlık geleceğimiz, güneşimiz. Her toplumun rönesansa ihtiyacı var. Yeter ki doğru öncülerini keşfetsin. 

Gelelim mi en değerli hazineme, evlatlarıma. Çağdaşım Spor Akademisi mezunu. Ancak mesleğini yapmak istemedi, tutturdu asker olacağım diye. Çalıştı çabaladı, Harp Okulu sınavlarına girip dereceyle kazandı. Artık teğmendi. Kura sonucu ilk görev yeri olarak babasının memleketini çekti. Amasya-Carcurum. Sonra Hakkari-Dağlıca’nın yolunu tuttu. Rütbesi üsteğmen. Tarih: 21 Ekim 2017, PKK baskını gecikmedi; 12 şehit, 16 ağır yaralı, teslim olan asker sayısı 8, bölük komutanı canım oğlum Çağdaş. Otuz altı saat haber alamadığım yüreğim. Bir taraftan Cumhuriyet mitingleri devam ediyor, durumdan vazife çıkartmaya çalışan çevreler iştahla kınalı kuzuların tabutlarını bekliyor. Maksat iktidarı al aşağı etmek. Demokrasiden, sandıktan umutlar kesilmiş, katakulliyle darbe yapma heveslileri pusuda, ülkemiz göstere göstere bir yerlere sürükleniyor. Ancak gerçeği görenler azınlıkta. İktidar gidişattan memnun, Fetö ortağı, tezgâh hazır. Ve Ergenekon masalı kısa bir süre sonra patlıyor. Dangalak general çok, komployu bozacak argümanları da yok, yıllarca Silivri zindanlarında süründüler. Tabii yüzlerce masum insanı peşlerinden sürükleyerek. Yazık oldu kaybolan yıllarına. Hapiste yatmayan bir günlük olsa, bile esaretin ne demek olduğunu anlamaz. Kapandı mı üzerinize kapılar, artık mutlak yalnızlık başlar. Duvarlar yıkılır, köşeye sıkışırsınız, yaşadığınız hayat sinema şeridi gibi gözlerinizin önünde akıp gider, lâkin çaresizlik insanı boğar. Oğlum tesadüf eseri kurtulmuştu, ama komuta ettiği askerleri vardı. Her birinin hayat hikâyelerini okudukça kalbim sıkışıp boğazım düğümlenir. Şehit olmuşlardı, inanışa göre cennet mekânlarıydı. Çok duyarım “Vatan sağ olsun” haykırışlarını… Ah ahhh! Keşke evlatlarımız yaşasa da vatan batsa, Nasıl olsa sığınacak bir toprak parçası buluruz.

Kızım Sıla’ya gelince, moda deyimle sanki ruh ikizim. Pratik zekalı, tek kelimeyle çözüm üretim merkezi. On sekiz yaşından beri çalışma hayatında. Her kararını kendi alıp uygular. İki kızı var. Torunlarım Su ile Nehir. İkisi de aşkım. Bir gün görmesem duramam. Minik dostlarım benim. Sıla ile keyifli içki muhabbeti yapıyoruz. Amcasını yad edip YouTube’tan Müzeyyen Senar dinliyoruz, “Fikrimin ince gülü…” Evlatlarıyla arkadaş olmayı becerenleri yeryüzünün en şanslı insanları kabul ederim. Sahip olunan zenginlikler nedir ki, bakabiliyor musunuz oğlunuzun, kızınızın gözüne, yüreğine dokunabiliyor musunuz, alın size en büyük servet. Tanrıya şükür ki hayat utandırmadı beni, her şeye rağmen verdiğim emekler boşa gitmedi. Anneleri öldüğünde aile olmaya ciddi çaba gösterdim. Mutfakta oldukça başarılıyımdır. Tencere yemeklerini hiç eksik etmedim. Günü kurtarmak için de hazır yemeklere itibar etmedim. Çok güzel menüler hazırladım. Yeter ki bir arada olalım. Şimdi de karşılığını görüyorum. Her ne kadar oğlum zaman zaman arıza çıkartsa da yine de her hâlinden memnunum. Ondaki sıkıntıyı anlıyorum, insanın kendisiyle hesaplaşıp yüzleşmesi zor. Elbette benim de günahım çok. En olmadık yerde beni köşeye sıkıştırıp saydırıyor. Ne yaparsınız, farkında olmadan intikam alıyor. Aslında verdiği kavgaya üzülüyorum, keşke dün de kalmayıp bugünü yaşasa. Ben çoktan nedamet getirdim, bu saatten sonra da evlatlarım uğruna her türlü fedakârlığı yaparım, yeter ki mutlu olsunlar.
Belki de haklılar, çok evlilik yaptım. Önce anneleri, sonrası klas bir hanımefendiyle, uzun sürmedi, topu topu yedi buçuk ay. Sonuncusu Nilüferim, yakında on yedi yılı tamamlayacağız. Torunlarımın Cici’si, aşkı. Ufak tefek teknik krizler olsa da bugünlere geldik. Fevkâlâde mutluyum, genç, hizmette kusur yok. Tek derdi temizlik, çok titiz.. Ortalığa sigarımın külü dökülmesin diye kül tablası ile peşim sıra dolanıyor. Ayrıca her gün duş almamı istiyor. Olacak iş mi?
Ben çocukluğumdan beri Musta Bey hamamına alışmışım, on beş günde, bilemedin haftada bir giderdim. Ayrıca ördek miyim ki, her gün yıkanayım. 


Şaka bir yana, yaşlılık dönemim iyi gidiyor. Sanatın tüm dallarını çok seviyorum. Özellikle müzik hayat pınarım. Sabahları ilk işim radyo açmak. İnternet imkânları harika. Her türlü müzik var. Güne Vivaldi’nin Dört Mevsim’i ile başlamak keyifli. İyi kötü günde elli yüz sayfa kitap okuyabiliyorum. Önemli olan merak duygusunu canlı tutmak. Yoksa çöker gidersiniz. Bazen torunlarımla düet yapıyorum, aman tanrım, ne eğlenceli geçiyor zaman. Ömrüme ömür katan neşe kaynaklarım benim. Bir de kadim dostlarım var. Elli yılı aşkın. Öğretmen okulundan başlayıp bugünlere kadar süren. İlk sırada Bahattin Baha Tekman. Gazi mezunu Beden Eğitimi öğretmeni. Aynı zamanda büfe işletmecisi. Aslen Turhallı ama uzun yıllardır Antalya’da yaşıyor. Dostluğumuzun temellerini öylesine sağlam atmışız ki, bırakınız yıpranmayı her geçen gün daha da yükseliyor. Aynı zamanda gerçek bir kara gün dostu. Yeri geldi mi kardeşlerimden yakın. Âdeta et ve tırnak gibiyiz. Biz ayrılamayız. İstanbul’da ise can arkadaşım sevgili İbrahim Teymur, Gümüşhacıköylü. Emekli öğretmen, yayıncı ve müteahhit. Güzel işlere imza atıyor. Kazandığı serveti başının üstünde taşımayan ender iş adamlarından biri. Yoksul öğrencileri destekler, fevkâlâde yardımseverdir. Müstesna bir kişilik, gerçek gönül dostudur. Bu arada Türkiye’nin dört bir tarafından arkadaşlarım oldu. Çoğu ile hâlâ görüşürüm. Sonuç itibariyle geldim gidiyorum. Gözlerimin açık gideceği kesin. O kadar mücadele ettim, ailemi hiçe saydım, asla da pişman değilim.

Lâkin 
barış ve huzur içinde yaşayan bir toplumun vatandaşı olma hayâlim maalesef çok yakın değil. Bu toplumun ne sağcısı ne de solcusu evrensel değil. Uluslararası terminolojide liberalizm gibi, sosyal demokrasi gibi kavramların karşılığı var. Ya bizde; varsa yoksa popülizm ile hamaset kültürü. Ülkemizin geldiği nokta ortada, dincilik egemen ideoloji, milliyetçilik payandası, yıllardır çırpınıp duruyoruz. Hemen hemen her kurum çöktü, âdeta iktidarın oyuncağı haline geldi. Örneğin TSK’a, Fetö belası yüzünden kimliğini yitirdi, siyasetin oyuncağına dönüştü. Yine yıllardır kanayan yaramız Kürt meselesi, iki taraf için de kan içici canavar, toprak kınalı kuzulara doydu, ırkçı siyasetler asla. Yetti artık, yan anlaşın ya barışın. Ayrılık dahil her türlü çözüm yoluna razıyım. Yeter ki akan kan dursun. Ayrıca bu dünyada Kürtler yalnız değil, çok sayıda yabancı desteği var. Başta Batı dünyası ve Rusya. Her şeyden önemlisi de dilleri var. Ana dilleri. Kültürün en değerli ögesi, kesinlikle hayat bulması lâzım. Benden bu kadar dostlar, bu kitabı yazarak sonsuzluğa el salladım, belki gören olur. Lütfedip satırlarımı okuyan olursa onlara da yürekten teşekkür etmeyi borç bilirim. Saygılarımla, sevgilerimle. 

Kadıköy-Feneryolu- 19 Ağustos 2019

M.C.















3 yorum:

mehtap.erdalli dedi ki...

70. Yaşınız kutlu olsun. Çağdaş ve Sıla'yı ne zorluklarla büyüttüğünüzü biliyorum, mum ışığında sofralar hazırlayarak. Bunları rahmetli kayınvalideniz Rukiye Teyze aracılığıyla öğrenmiştik kendisi babamın kuzeni olurdu. Bir iki satırcık kendisinden bahsetseydiniz ruhu şad olurdu üzmek istemem sizi, ama o da hayatını sizin gibi genç yaşta kaybettiği güzeller güzeli melek kızından yadigar kalan torunlarına adamıştı. Neyse, üzmeyin kendinizi, çoğu kimsenin olamayacağı kadar iyi bşr baba oldunuz. Huzurlu olun, sağlıkla yaşayın. Saygılar. Mehtap Erdallı

sonsuzluğa yazılar dedi ki...

Değerli Mehtap Hanım, öncelikle merhaba. Lütfedip yazımı okuduğunuz için çok mutlu oldum, teşekkür ederim.Kızım Sıla yıllar sonra gerçekleşen iletişimi çözdü. Saniye teyze dedi, Mehtap abla dedi... Tabii ki çok sevindim.
Rukiye annemiz konusuna gelince, çok haklısınız, farkında olmadan vefasızlık örneği sergilemişim. Ancak O her zaman yüreğimizde yaşıyor ve yaşamaya da devam edecek. Umarım görüşmemiz derinleşerek gelişir. Videonuzu izledim, harikasınız. Saygılar ve sevgiler ile sizleri selamlıyorum.
M.C.

Adsız dedi ki...

Çok ilginç bir hayatınız olmuş Allah sağlıklı ömürler versin