bir şair vardı, öğretmen

31 Ekim 2014

İstanbul



Seni seviyorum İstanbul...
En az kendimi sevdiğim kadar.
Sen varsan ben varım, ben varsam sevdam var...
O da aziz İstanbul kadar!


Torunumdan mektup var!














Başımın örtülmesini istemiyorum
Duygularım, düşüncelerim boğulmasın karanlıkta.
Annem, babam, babaannem ve dedem
M. Kemal’i çok seviyorlar.
Kimdir, necidir?
Henüz tanımıyorum...
Ama fotoğraflarını gördüm...
Nedendir bilmem, bakışları içimi ısıtıyor.
Ayrıca aydınlığı, güneşi çok seviyorum...
Karanlık ürkütücü...
Yalnız doğduğum ülkeyi değil, yaşadığım gezegeni de merak ediyorum.
En çok da insanları...
Çünkü az insan gördüm, sadece ailem, komşularım, bir de yuvadaki arkadaşlarım.
Hâlbuki siyah derililer de var, derileri kemiklerine yapışmış...
Belli ki çok yoksullar...
Çok acıyor ve ağlıyorum.
Ya sabah akşam televizyonda gördüğüm kibirli adam...
O’na ne demeli...
Elimde değil, O’nu gördüğüm zaman asabım bozulup tansiyonum çıkıyor...
Ve başlıyorum abur cubur yemeye.
Dedeme sordum, dedi ki “baş çalan baş yalan”...
Ne kadar ayıp...
İnsan çocukların geleceğini çalar mı?
Neyse, siyaset benim işim değil...
Zaten birazdan parka gideceğim...
Orada bir çiçeğim var, adını ben koydum: Nazlıcan...
Beyaz papatya, gelin gibi...
Bana bakıp gülümsüyor...
Fal açacağım yapraklarıyla...
Kopartarak değil, şakacıktan...
Soracağım:
Televizyonda gördüğüm domuz gidici mi, kalıcı mı?
Gidiciyse mesele yok...
Kalıcıysa hiç büyümeyeceğim...
Çocuk olarak yaşayacağım...
Daima beş yaşında!
Bu arada benim adım Su...
Tanıştığımıza memnun oldum efendim...
Saygıyla, sevgiyle ellerinizden öperim.
Macit CÜNÜNOĞLU
31/10/2014 07:33
   

Çıkmaz yol!

A+
A-
“Emek en yüce değer”...
Yaratanların, işçi sınıfının sloganıdır...
Bir zamanlar dağa taşa yazardık.
Sendikal örgütlerin peşinden koştuğu ülkü...
Uğruna nice canlar toprağa düştü...
Ülkemiz öylesine alt üst oldu ki...
Ne emeğin değeri kaldı ne de insanın!

Geçer akçe iktidarın gözü kapalı uşağı olmak...
O zaman sınıf atlamak kolay...
Hiç bir şey yapamazsan köşe yazarı olursun veya televizyonlarda yorumcu...
Gerçeği tersyüz ederek verirsin fetvayı...
Nasıl olsa bu ülkede herkese yetecek kadar bahane var...
Yeter ki insanın ar damarı çatlamaya görsün...
İktidarın bir numaralı savunucusu, hatta lâfazan bakanı Ertuğrul’un yerine de terfii edersiniz...
Veya II. Cumhuriyet numarasıyla Altan biraderlerin pozisyonuna geçersiniz...
Gün gelir şu veya bu nedenle silkelenirsiniz...
Sırtınızda yumurta küfesi yok ya...
Düşersiniz muhalefete, “dün dündür” ilkesinden hareketle topluma akıl verirsiniz:
“Bu iktidar yaramaz, çok fena!”.

Bu ülke, bu toplum nelere şahit oldu...
Gördüklerimiz, işittiklerimiz tek kelimeyle insanlık onuruna ihanet...
Öylesine ki sendikaların en tepesinde oturan zat-ı muhteremler...
Bırakınız emeği savunmayı...
Hepsi birer soytarı, işadamlığına soyunmuş madrabaz takımı...
Bu iddiam anlı şanlı DİSK yöneticileri için de geçerli...
İşte ispatı...
Malûm 12 Eylül faşizmi anılan konfederasyonun banka hesapları dâhil
tüm varlığına el koydu...
Yıllar çabuk ve acılı geçti...
1992 yılında hepsi iade edildi...
O günkü hesapla tamı tamamına 3,5 milyar dolar...
Yanlış okumadınız: Üç buçuk milyar dolar...
Peki, n’oldu?
Arkasında onlarca yılın mücadelesi, kan ve gözyaşı olan birikimlere...
Yüzde doksanı satıldı...
Ki taze sendikacılara para yetişsin!

O nedenledir ki EMEK ülkemizde yerlerde sürünmeye mahkûm...
Mademki işçi sınıfının biricik temsilcileri sömürgen ve de arsız...
İşleri güçleri zenginliklerinin yanı sıra milletvekili olmak aşkıyla yanıp tutuşmak...
Örnek mi, birebir tanıdığım Süleyman Çelebi ile Rıdvan Budak...
Yetmez mi?
Üstelik bunlar sosyal demokrat, sosyalist...
Emeğin yüceliğine inanmış gözüken toplumsal önderler...
Varın gerisini siz düşünün!

Son sözüm de Somalı seçmene...
301 şehidinizin ardından oylarınızı döşediniz yine iktidara...
Ermenek derseniz ha keza...
Öyleyse bu işte bir yanlışlık var...
Sendikacı sömürgen, iktidar mezar kazıcı, işveren soysuz...
Bu kafayla nah çıkar karanlıklar aydınlığa...
Nokta!

30 Ekim 2014

Macit CÜNÜNOĞLU
30/10/2014 08:23

     Ah bir birleşebilsek!

A+
A-
Yetmişli yıllar...
Türkiye 12 Mart faşizminden çıkmış, demokrasi yolunda hızla ilerliyor.
Başta CHP, dinamik bir parti, gençlik örgütü fıkır fıkır...
Devrimci, kitleleri kucaklamış, karar verdiği anda on binleri harekete geçirebiliyor.
Aynı şekilde DİSK, beş yüz bine ulaşan potansiyeliyle solun çekim merkezi...
Üreten, yaratan sınıflar onda birleşmiş...
Yürüdü mü karşısında duracak ne MESS var ne DGM...
Ezip geçiyor.
Denizlerin, Mahirlerin mirasçıları bin parçaya bölünse de, onlarda aktif...
Eylemse eylem, mitingse miting, en az yüz binler...
TÖB-DER, TÜS-DER ve onlarca sivil toplum kuruluşu...
Halk, milyonlarca çalışan örgütlü...
Yükselen devrimci dalga karşısında Türk-İş bile duramıyor...
Özetle soldan esiyor rüzgâr soldan.

Bir 12 eylül, bir faşist darbe...
Her şey alt üst oldu...
Ne sol kaldı, ne parti, ne sendika ne sivil toplum kuruluşu.
Aslında çürüyen Cumhuriyet’in aziz ruhu...
Yok olan idealler, yerlerde sürünen felsefe...
Yükselen değer bireycilik...
İnsanın kendini yeniden keşfedip tüketim manyağına dönüşmesi...
Konformist yaşamlar, AVM’ye tapmalar, lüks gösterişli dünyalar...
Artık her yol sermayenin zaferine çıkıyor...
Sağın solun önderleri de piyasaya çıkıp sesleniyor:
“Yok artık birbirimizden farkımız, çünkü biz kapitalizmin uşağıyız!”

Bir Cumhuriyet Bayramı daha gelip geçti...
Toprağında altında on sekiz can...
Meydanlar, caddeler boş...
CHP kronik şikâyet merkezi, umudu tükenmişlerin son umudu...
Sendikalar beş yıldızlı otel odalarında yitirdikleri ruhlarını arıyorlar!
Halk deyimidir: “Böcüğü ölmüş”
Evet, ölen solun böcüğü, cazibesidir...
Yıldızı sönmüştür...
Yoksa vazgeçelim Taksim’den, inatlaşmayalım çirkefle...
Bir milyon insanımızı toplayamaz mıydık Kazlıçeşme’de?

Sakın kim gelecek, hayâl demeyin...
Bu halk ki bir inansın, bir ışık görsün...
Düşer umudun peşine...
Yeter ki toplumsal önderler samimi olsun, karşılığı olan projeleri doğru anlatsın...
Ne de olsa insanız, hem de namuslu türünden...
Tez zamanda hırsızı, soysuzu kovarız iktidardan...
Çünkü bizlerin vicdanı ayakkabı kutularına saklanmadı...
M. Kemal’in ruhu, felsefesi, aydınlığı hâlâ yaşıyor küçücük dünyalarımızda...
Ah bir birleşebilsek!

29 Ekim 2014

Macit CÜNÜNOĞLU
29/10/2014 07:47

   Direnişin Bayrağı

A+
A-
Çivisi çıkmış bir düzende yaşıyoruz...
Mesele “Taşeronlar” değil, asıl mesele kanun, nizam, yönetmelik...
Her neyse, koyulan kurallar kişiye göre değişiyorsa...
Yani dinine, mezhebine, siyasî görüşüne göre esniyorsa...
O zaman bu düzenin adını koymalıyız...
Cumhuriyet yaftalı sultanlık...
Neden olmasın?
Bir nevi Osmanlı’nın yeniden dirilişi...
Padişahımız, sadrazamımız, şeyhülislâmımız var...
Cumhur derseniz ağzı var dili yok, aynen kuzu...
En azından yüzde elli ikisi...
Geriye kalan da çaresiz, umutsuz...
Muhalefet edecek örgütü, çatısı yok...
Kurbanlık koyun misali ılıman şeriatın yükselişini izlemekte.

Hâlbuki bugün 29 Ekim, Cumhuriyet Bayramı...
En değerli, en kutsal gün...
Altı yüz yirmi iki yıllık saltanatın yıkıldığı gün...
M. Kemal önderliğinde halkın zaferi...
Direnmenin, isyan bayrağının güneşle aydınlıkla buluştuğu gün.

Boş verin baloları, resepsiyonları, resmî geçit törenlerini...
Başkaldırının ayak sesleri duyulmalı bugün...
Cumhuriyet, demokrasi, laiklik, insanlık onuru adına...
Toprağın altında yoldaşlarımız can çekişirken...
Gür bir ses yükselmeli vatandan...
Samsun’da, Amasya’da, Erzurum’da, Sivas’ta olduğu gibi...
Haykırmalıyız dünyaya...
Tarihin çarkı geri döndürülemez...
Şahidimiz olsun bulutlar, yıldızlar...
Doksan bir yıldır parlayan Cumhuriyet...
Yobazın, softanın egemenliğine boyun eğmez.

Çünkü bizler Kuvvacıyız, M. Kemaliz...
Karakterimiz bağımsızlıkla yoğrulmuş...
Mayamız özgürlük...
Işık için, eşitlik için ölümü göze almışız...
Ah niyetlerimizi, ideallerimizi canım halkımıza da bir anlatabilsek...
Karanlıklar aydınlığa çıkacak ama...
Aması var işte!

Ey vatan...
Ey vatandaş...
Kalk ayağa, Cumhuriyet bayram değil direnmektir...
Bir kez olsun düşün; dünü bugünü yarını...
17-25 Aralık’ı...
Hırsızın, soysuzun kuyruğunun kıstırıldığı günleri...
İşte onlar, hâlâ iktidarlar...
Üstelik günahlarından cami yaptırarak kurtulacaklarını sanmaktalar...
Evet, yıkmak lâzım bu düzeni, hem de tez zamanda...
Çok değil, sekiz ay sonra sandıkla buluşacağız...
Sandık ne demokrasi, ne cumhuriyet...
Cumhur olmak dört yılda bir oy vermek değil...
Karanlığa ülkeyi teslim etmemektir...
Bilmem, derdimi anlatabildim mi?

28 Ekim 2014

Macit CÜNÜNOĞLU
28/10/2014 21:40

         Umudun peşinden...

A+
A-
Doymadın mı toprak emekçi canı yutmaya..
Dün Soma’da...
Bugün Ermenek’te...
Biliyorum, sen utanmazsın, açgözlüsün ve de duygusuzsun...
Ya sana sahip çıkanlar, seni yönetenler, besleyip cevherine el koyanlar...
Onlarda mı utanmaz, vicdansız...
N’olur yalan söyleme...
Tanrıya, Muhammed’e, fıtrata sığınma...
Sen insanlığın görüp göreceği en büyük vefasızsın!

Ne istedin on sekiz yürekten...
301 kurbanı daha dün yuttun...
Bugün sularında çırpınan yoldaşlarım...
Onlar ağaç mı, çiçek mi...
Üç yüz elli metre derinliğinde...
Zalimce boğmaya çalıştığın!

Dayanamıyorum artık...
Yeraltı, yerüstünde yitirdiklerimize...
Tersanede, asansörde, madende...
Buluştuğumuz tek adres toprak, mezar...
Biliyorum, asıl suçlu ülkeyi yöneten...
Lâfazan, partizan iktidar!

Ancak kime ne anlatacaksınız...
Hancı sarhoş, seçmen kurnaz...
Takılmış yobazın softanın peşine...
Gününü gün etmekte, sefil hayatın içinde sürünmekte...
Ve de cami önlerinde dilenmekte...
Elinde Yeşil Kart...
Sayıları on altı milyon...
Ülkenin makûs talihini belirlemekte!

Yetti artık...
Çık ortaya muhalefet...
Sana seslenmiyorum CHP...
Senden umudu keseli çok oldu...
Halkımıza sesleniyorum, çevik zeki olanına...
Aziz Usta’nın yüzde kırkına...
Yani altmışın dışında kalanına...
Yalvarırım diren...
Sömürüye, haksızlıklara, ölümlere...
Doldur meydanları...
Tekrar uyan, ayağa kalk...
Gezi’de olduğu gibi...
Bas sarayları, parlamentoyu...
Yarın Cumhuriyet Bayramı...
İzin verme canım ülkemizin emekçi kanıyla sulanmasına...
Cumhurun sesi yükselsin insanlık onuruyla...
Ben varım, ya sen...
Canlarım, yoldaşlarım, dostlarım...
Yıkalım karanlığın egemenliğini...
Emin olun, zafer yarından da yakın.
Macit CÜNÜNOĞLU
28/10/2014 07:57

        Hanri Benazus

A+
A-
Kozyatağı Carrefour’da eniştem Timuçin Alpay’la dolaşıyoruz...
Üst katta bir sergi dikkatimizi çekiyor...
Cumhuriyet Bayramı etkinliklerinden zannediyoruz...
Baştan sona M. Kemal fotoğraflarıyla dolu...
Hâlbuki özel koleksiyonmuş, 84 yaşındaki bir delikanlının...
Adı: Hanri Benazus, İspanyol Yahudi’si...
520 yıl önce engizisyondan kaçıp Anadolu’ya yerleşenlerden.
On parmağında on marifet; İş adamı, sporsever, Altay Kulübü başkanı,
hepsinden önemlisi yazar, ellinin üzerinde kitaba imza atmış ve
Atatürk fotoğraflarından oluşan koleksiyonu (5000 adet) ile de bir numara.

Fakat işin ilginç yanı, kahramanımızı eniştem görür görmez tanıdı...
Çünkü en yakın dostlarından lise arkadaşı Alber Dalva’nın dayısıymış...
Zaten dayı yeğen birbirlerine çok benziyorlar...
Serginin hemen yanı başında yazdığı kitapları imzalıyordu.
Tanıştık, sohbet ettik, fotoğraf çektirdik, kitap imzalatıp aldık...
Fakat indirim yapmadı, ne de olsa Yahudi, parayı da sever, ticareti de...
Biz olsak “dükkân sizin” deyip çırak çıkarız...
İşte farkımız!

Şaka bir yana, gençliğinin sırrını sordum...
Dedi ki “çalışmak, çalışmaktan yaşlanmaya fırsatım olmadı”...
1930 doğumlu, hâlâ üretiyor ve Türkiye başta olmak üzere dünyanın
dört bir tarafında konferanslar veriyor...
Ayrıca M. Kemal’in rakı masasında bulunma onuruna erişmiş üstadı muhterem...
Hem de yedi yaşında, Atamızın leblebilerini yürütmüş ama varsın olsun...
Yakışır Cumhuriyet sevdalısına...
Bir de Atatürk Fotoğrafları Koleksiyonu...
Saygı duymamak elde değil.

Hatırlarsınız, birkaç gün önce Süleyman Demirel adına kurulan müzeyi açtı...
Ve tören sonunda dedi ki, “Atatürk’e sahip çıkalım, O’nu kaybedersek
her şeyimizi kaybederiz!”

Kendi adıma bendeniz bu tespiti samimi bulmadım...
Çünkü Demirel Atatürk aşkıyla yanıp tutuşan biri değil...
Ayrıca yeğenleri Yahya’yı, Murat’ı sevdiği kadar bu ülkenin gençliğini de sevmedi...
Hele Denizlerin idamı sırasında, meclisteki oylamada utanmasa yalnız
ellerini değil ayaklarını bile kaldıracaktı...
O nedenledir ki benim kuşağım asla unutmadı Demirel’in yaptığı fenalıkları...
Hayali ihracatları, baskıyı zulmü, militaristlerle işbirliğini...
“Bana sağcılar adam öldürüyor dedirtemezsiniz” söylemini...

Aynı şekilde Kenan Evren de Atatürkçüydü...
Faşistin allahı, bugünlerin hazırlayıcısı...
Bir elinde Kur’an, bir elinde Nutuk...
Ülkemizin aydınlık yarınlarının anasını belledi...
Ayrıca Nadir Nadi ustamız boş yere mi “Onlar Atatürkçüyse ben değilim”
dedi...

Evet, Hanri Benazus bir Yahudi...
Önünde M. Kemal’i özümsemiş elli kitap...
Sevgili karısıyla birlikte üretiyorlar...
Emeğine, mücadelesine şapka çıkarttım...
Ya piyasada dolaşan ve sesleri çok çıkan milliyetçi Kemalistler...
Vakit ayırabilirseniz gidin Carrefour’a...
Tanışın Yazar Hanri Benazus’la...
Bir kez olsun düşünün...
Ve gerçek vatanseverliğin ne olduğunu görün...
Eğer vicdanınız varsa!

27 Ekim 2014

Macit CÜNÜNOĞLU
27/10/2014 08:15

        Yaşasın Sanat

A+
A-
Doksan yıllık bir ömür, hiç de fena sayılmaz...
Neredeyse yüzyıl, tabii sağlık ve huzur içinde yaşandıysa!
Dün Emirgan’daydım, Sabancı Müzesi’nde...
Dünyaca ünlü İspanyol ressam Joan Miró Ferra oradaydı...
Serginin adı: “Kadınlar, kuşlar, yıldızlar”...
Ve doksan yıllık ömrüne sığan şaheserler...
Miro üretmiş, Pablo Picasso’nun can dostu...
Sabancı Amca’mın sayesinde kalkmış Türkiye’ye gelmiş...
Gitmemek olmaz, ayrıca o mekânlar Tayyip’siz hava sahası...
Yalansız, dolansız...
Sadece sanat var, üstelik enternasyonal olanından!

Hep aklıma takılmıştır...
Sakıp Ağa yaşasaydı bugünkü iktidarla arası nasıl olurdu?
Sermayenin dini imanı olmaz ilkesinden hareketle iyi mi geçinirdi...
Yoksa tatlı üslubuyla arıza çıkarır mıydı?
Ne de olsa rahmetli televizyonların gülüydü...
Hele uzatılan mikrofon görmeye görsün, illâki konuşurdu...
Neyse, bu müzeyi halkımıza hediye etti ya...
Allah gani gani rahmet eylesin...
Bu dünyadan hoş bir seda bırakarak Sakıp Sabancı da gelip geçti.

Başta da belirttiğim gibi yalan dolanla yaşamak yorucu...
Bir de necip halkımız yalancıların en kralını baş tacı yapmışsa...
Ve malum şahıs sürekli konuşuyorsa...
Katlanmak kabir azabı gibi bir şey...
Tek çare sabah akşam yüce rabbimize dua edip sabır dilenmek...
Yoksa kalpten mi olur, yüksek tansiyondan mı?
Göçüp gideceğiz sonsuzluğa!

Yine de iyi ki sanat var...
Hani derler ya “Müzik ruhun gıdasıdır”...
Yalnız müzik değil, sanatın bütün dalları beynimizi besliyor...
Resim&heykel, tiyatro, opera&bale...
Hepsi birer gıda, yeter ki tanışıp bünyenize alın...
Asla pişman olmazsınız...
Sağolsun Sakıp Ağam, dünyanın incisi Boğaz’ın yanı başında bir müze
hediye etti insanlığa...
Bahçesi heykellerle dolu...
Şahlanan atlar resitali...
Yemyeşil bir ortam, panoramik manzaralı miradorlar...
Ve dün Picasso, Dali, Monet...
Bugün Miro...
Sanatseverlerle kucaklaşmayı bekler...
Perşembe günleri beleş, altmış yaş üstü tümden Kızılay...
Benden söylemesi...
Ne yapıp ne edip uzanın Emirgan’a...
Bir bardak demli çay eşliğinde dalın müzeye...
“Kadınlar, kuşlar, yıldızlar” sizi bekler...
Ruhunuzda bir kadın olsun, atlayın kuşların kanadına...
İstikâmetiniz yıldızlar...
Söz dinleyen tüm dostlarıma şimdiden hayırlı yolculuklar...
Çaylar benden, harcamalarınızı belgeleyip e-mail adresime gönderin...
Ödemeler aynı yolla gerçekleşecektir...
Haydi bir kez daha tekrarlayalım...
Yaşasın SANAT, yalancı dünyaya inat!

25 Ekim 2014

Macit CÜNÜNOĞLU
25/10/2014 18:21

       Freud'un izinden...

A+
A-
Antalya’da yaşayan dostum Gürol Belen diyordu ki,
“İnsan yaşlanınca hobisi de lobisi de olacak”...
Ne kadar da doğru bir söz!
Evet, yalnız yaşlılıkta değil, hayatın tüm aşamalarında hobi de lobi de önemli...
Yoksa sevgisizlikten, yalnızlıktan insan çürür...
Çok yaşasa bile çeşmesinden su akmayan pınara dönüşür...
Tek başına kalmak, hiçbir şeyden tat almamak...
Aman tanrım, ne kadar fecii...
Hani derler ya “Yalnızlık Allah’a mahsus”...
Yürekten katılıyorum...
Herhalde dünyanın en zevkli uğraşı sevdiği işi yapmak...
Bir de dostlarınızla, arkadaşlarınızla kalabalıksanız...
Değmeyin keyfine...
Kalan ömrünüzde geçirdiğiniz her gün bal olur, şeker olur...
Yudum yudum içersiniz, koklarsınız...
Ayrıca sevgi gibisi, aşk gibisi var mı?
Gezdiğiniz her köşe, fotoğrafladığınız her kare, dokunduğunuz her yürek...
Gönüllerde heyecanla taşınan hayatın nazar boncuklarıdır...

Ne dersiniz, tespitlerim fazla mı romantik?
Varsın olsun, zaten duygusal bir kuşağın son temsilcileriyiz...
Biraz da biz döktürelim, yazalım çizelim...
İsteyen beğenir, istemeyen arkasını döner...
Yeter ki kalpler huzurla dolsun...
Yaşasın hobiler, lobiler...
Yalnızlık tanrının, renkli hayatlar bizlerin olsun!

İşte bu duygular içinde dün akşam dostlarımla birlikteydim...
Orhan’la, İbrahim’le, Yakup’la, Öner’le, Nazmi’yle, Ali’yle...
Ve iki gün önce Antalya Film Festivali’nde en iyi yönetmen ödülünü alan
Ömer’le...
Ki bu kişiler hepsi kendi alanlarında değerler...
Öylesine ki, yazar, yönetici, yayıncı, oyuncu, editör...
Hepsi bir arada...
Anlayacağınız sağlam kadro!

Adres: Moda’da bir teras katı...
Aziz İstanbul dört bir köşesiyle ziyafet çekiyor...
Boş verelim yenileni, içileni...
Kadim dostlar arasında sohbet önemli...
Ne mi konuştuk?
Merak etmeyin, memleket meseleleri, ülkeyi kurtarmak geçmişte kalmış...
İnanmayacaksınız ama yalnızca kadın...
Evet evet, yalnızca kadın konuştuk...
Aşklarımız, sevdalarımız dillendi...
Gönül tellerimiz titredi...
Herkes sermayesi kadar eteğindeki taşı döktü...
Yine de ve inatla kadın denen kutsal varlığın peşine takıldık...
Aman da aman, ne hikâyeler...
Müstehceninden namuslusuna...
Sohbetimizde yalnızca ve yalnızca kadın vardı!

Denilebilir ki, “açlar, görgüsüzler”...
Evet, itiraf ediyorum; açız ve görgüsüz...
Lâkin insanız, sevgiye muhtaç aşka hasret...
Ortak paydamız Freud akrabalığı...
Anlayışlıyız; özeleştiri yeteneğimiz gelişip empati sınırlarını aşmış...
Güzel insanlığı kovalayan dürüst canlarız...
Yetmez mi?
Ayrıca hakkımız değil mi?
Ne dersiniz?

24 Ekim 2014

Macit CÜNÜNOĞLU
24/10/2014 09:27

       Hereke'den tanrıçalara...

A+
A-
Ohannes, Bogos Dadyan adlı iki Ermeni vatandaşımız tarafından
kurulan Hereke Halı Fabrikası’nı ziyaret ettim...
On dokuzuncu yüzyılın ortalarında faaliyete geçmiş ve tezgâhlarında başta
Dolmabahçe olmak üzere saraylara eşi benzeri olamayan dünyaca meşhur
halılar üretilmiş...
Hele bir tanesi var ki, santimetre karesinde 1024 ilmek olup beş yılda dokunmuş.
Tek kelimeyle harika ürünler, el emeği göz nuru sanat eserleri...
Gel gör ki her şeyde olduğu gibi günümüzde popülerliğini yitirmiş...
Ne anlayan, ne değer veren ne de yüzüne bakan kalmış.
Biz böyleyiz işte, takıldık tüketimin peşine...
Hayatımızda sanat da kalmadı, kalite de...
AVM gezmeyi, Star Bok’da kahve içmeyi marifet sayıyoruz...
Geçmişe ait ne kadar değer varsa, ya reddediyoruz ya farkında değiliz...
İnsanın tarihinden kopması ne kadar acınası bir durum...
Topraksızlık, köksüzlük, yalnızlık...
Yabancı kültürlerin esiri olup fabrikasyonla yaşamak...
Hereke’nin Bünyan’ın halısına, Eşme’nin Kayseri’nin kilimine dokunmadan
hayat kurmak...
Ve bir avuç gerici dincinin örgütlediği organizasyona ülkeyi teslim etmek...
Ne kadar hazin...
Ben dayanamıyorum, ya siz?

İnsanın ağırına gidiyor emeğin, en yüce değerin yarattıklarının yerlerde sürünmesi...
Çin, Uzak Doğu taklitlerini yapıyormuş...
Bana ne, ayrıca ben Anadolu’yum...
Ermeni’yim, Rum’um, Yahudi’yim, Kürt’üm, Türk’üm...
Her neyse...
Benim bayrağım ışık; içimi ısıtan, yüreğimi aydınlatan...
Güneşin doğduğu topraklarda yaşadığım için mutluyum, sevinçliyim...
Ya tanrılarım, öyle bir taneyle yetinecek değilim...
Ne de olsa erkeğim, açgözlüyüm!
Tanrılarım kadın, tanrıça...
En çok koca memeli Kıbele’yi severim...
Sonra sırasıyla:
Güzellik ve aşkın tanrıçası Afrodit...
Ay ve doğa tanrıçası Artemis...
Zeka ve sanat tanrıçası Athena...
Tarım ve bereket tanrıçası Demeter...
Ay tanrıçası Selene’ye taparım...
Canlarım, aşklarım benim, iyi ki varsınız, sayenizde güzellikler peşinde
koşan insanım...
Bu arada dün kızımdan mesaj aldım...
Diyor ki “Baba coştun yine!”...
Evet, arada sırada coşar, martıların kanatlarına takılır havalarda uçarım...
Ne zaman sanat eseriyle karşılaşırsam tanrıçalarıma sığınır dua ederim...
Yok olmaya yüz tutmuş Hereke’nin halısına, Uşak’ın kilimine, Avanos’un çömleğine...
Çok yaşasınlar diye, arkalarında insan emeği var diye.

Not: Bugünlerde Şarap Tanrısı ile aram bozuk...
O nedenle listeye almadım, malûm kalbi çizdirdik...
Sakın alınmasın, ilk fırsatta şarapla olmasa bile kutsal rakıyla buluşacağım!

23 Ekim 2014

Macit CÜNÜNOĞLU
23/10/2014 09:29

         Yaşlılar Evi

A+
A-
Anadolu’dan ister trenle gelin, ister otobüsle; İstanbul Harem’den başlar...
Binersiniz arabalı vapura, ver elini Sirkeci, tarihî yarımada...
Biz de öyle yaptık, yanımda eniştem Timuçin Alpay, İstanbul Üniversitesi
hocası, sigorta sektörünün duayenlerinden, ayrıca hukuk alanında uzman bilirkişi,
Yüksek Hakem Kurulu’nun yıldız değerlerinden...
Diğer bir kişi de ağabeyim Adnan Cününoğlu, musikişinas, öyle az buz değil...
Kendisi udî, yarım yüzyıldan fazla süredir dernek, cemiyet hayatında...
Türk müziğinin seçkin eserleri O’nun enstrümanında başka bir boyuta taşınır...
Kısaca gerçek bir ustadır, televizyonlarda resital verecek kadar.
Kadro sağlam, İstanbul boğazını fotoğraflayarak ulaştık Suriçi’ne...
Çay molası Topkapı Sarayı’nın önündeki muhteşem manzaralı bahçede...
Arkamızda Roma sütunu ve kalıntılar, bir de zarif çeşme...
Osmanlı’dan yadigâr, mermerin en zarif işçiliği...
Kim bilir, belki Balyan ailesinin eseridir...
Önümüzde lebiderya, ta Kardeniz’e uzanan dünyanın biricik incisi Boğaz...
Sağdan el sallıyor Selimiye Kışlası, bir zamanlar zindanlarında hapis yattığım...
Solda köprü...
Hey gidi gençlik günleri, ya aşkın şairi Ümit Yaşar’ın oğluna ne demeli...
Galata kulesinden atmıştı kendini, kesin sonuç...
Ne kadar acı!

Kısa yolculuğumuzun amacı eniştemin eski dostu, mesai arkadaşı
Argiri Kukulamati’yi ziyaret etmek...
Kaldığı adres, Zeytinburnu’nda bulunan Balıklı Rum Hastanesi Yaşlılar Evi...
Geriye kalan 2025 Rum’dan biri ve en yoksunu, düşkünü...
Öncelikle yalnız, insana hasret...
Büyük bir bahçeden geçip yeşillikler içindeki huzurevine vardık...
İlk karşılaştığımız yaşlı beyefendiye Argiri’yi sorduk...
Sustu, mahzunlaştı, belli ki canı sıkıldı...
“Cevap yok” dercesine asansörü gösterip ikinci kata çıkmamızı istedi...
Çıktık, mimari müthiş, etkileyici...
II. Mahmud’un fermanıyla on dokuzuncu yüzyılda yapılmış...
Geniş koridorlar, yüksek tavanlar...
Ve bembeyaz yüzlü yaşlılar, nurlu bakışlar...
Bizleri ilgiyle izliyorlar...
Kapısını açık gördüğümüz ilk odaya daldık, büyükçe bir salon...
Özenle döşenmiş, duvarlarında boydan boya kitaplıklar...
Ve koltuklar üzerinde sohbet eden iki zarif hanımefendi...
Tanıştık, anne kız, adları Rita ile Romina...
Romina (Özipekçi) oyuncu-yazar, olağanüstü güzel, yemyeşil gözler...
Anneyi üretiminden dolayı kutlarken, Rita kaynağını göstereyim demez mi...
İki ay öncesine kadar şıkır şıkır oynayan anneanne komaya girmiş...
Yaş 92, hemen odasına gidip pamuk ellerinden öptüm...
İsa’ya dua edip acil şifalar dilemeyi de ihmal etmedim.
Ne de olsa anası Meryem’i çok severim.

İnsan sıcaklığı işte, bir sohbet bir sohbet...
Sarıldık birbirimize, fotoğraflar çektirdik, bir nebze de memleketi kurtardık...
Bu arada çaktırmadan yıldırım aşkımı ifade edip yedekten listeye kaydımı yaptırdım...
Çünkü Romina’nın gözleri unutulacak gibi değil...
İnsanı büyüleyen derinlik, belki de okyanus...
Daha fazla yazmayayım, hanım duyacak...
Neme lâzım, evdeki sultanımı da çok severim, beşinci eşim olsa da ufkumu
hiç köreltmemiştir...
Allah razı olsun, tuttuğunu altın etsin, ben hariç!

Bu arada yazımın baş öznesi Algiri’yi unuttuğumu zannetmeyin...
Maalesef hakkın rahmetine kavuşmuş...
Haziran ayında, çok üzüldük, ziyaretimizi geciktirdiğimiz için bin pişman olduk...
Bilhassa eniştem, “cenaze törenine katılmayı çok isterdim” dedi...
Ama nafile, ayrıca bilirsiniz; sessiz olur yoksulun ölümü...
Tanrı toprağını bol eyleyip taksiratını affetsin...
Âmen!

22 Ekim 2014

Macit CÜNÜNOĞLU
22/10/2014 09:26

Rastgele!

A+
A-
1965 yılının Ekim ayında Parlamento seçimleri yapılıyor...
Ve Türkiye İşçi Partisi aldığı 276.101 oyla 14 milletvekilini
meclise sokmayı başarıyor...
Aldığı yüzde 2.96 oy oranı ile de sosyalistlerin görüp göreceği en büyük zafer!
Sonrası malûm, 12 Mart ve 12 Eylül darbeleri...
Solun büyük kıyımı, işkenceler, yargısız infazlar, zindanlar, sürgünler,
kurulan idam sehpaları...
Güya sistem kendini koruyor ve adına da “demokrasi”, “Atatürkçülük” diyor...
Yoksa 1982 Anayasası yüzde 92 destekle kabul edilir miydi?
Muhafazakâr halkımızın sandığa yansıyan iradesi...
Zaten seçmen kitlesi solu hiçbir zaman bağrına basıp sevmedi...
Daha doğrusu sosyalistlerin projelerini umut olarak görmedi...
Tek bir farkla, o da 1973 seçimleri...
“Ak günlere” şemsiyesi altında “Su kullananın, toprak işleyenin” sloganını
benimsedi ve bunun neticesinde de yüzdesi yüksek bir oy desteğiyle CHP’yi iktidara taşıdı...
Hükümet de kalma süresi ise 10 ay...
Bilâhare parti yüzde 42’yi de gördü ama, nafile...
Başarı oranı sıfır, icraatlar hüsran!

Bir daha da toparlanmadı...
SODEP’in, SHP’nin göreceli başarıları da dertlere deva olamadı...
Giderek kısırlaşan sosyal demokrat hareket düşe kalka bugünlere geldi...
Ve asırlık çınar CHP’nin çatısı altında çırpınışlarını hâlâ sürdürüyor...
İç çekişmeleri tavan yapmış, siyasal kamplaşmaların girdabında ve
çaresiz Kılıçdaroğlu’nun önderliğinde takılmış popüler kültürün peşine...
Ha babam, de babam doğru yolu bulmaya çalışıyor...
Ta ki sandıkta gömüleceği tarihe kadar...
Ki o günler yakın, ancak programsız ilkesiz parti yöneticileri yaklaşan
sonun farkında değil...
İşleri güçleri Sultana ve sadrazamına lâf yetiştirmek...
Dönmüşler sırtlarını halka, Beyaz Türklerin oylarıyla geminin yürüyeceğini
zannetmekteler... Ki bakalım nereye kadar sürecek bu saltanat bu gaflet?

İşte bu koşullarda ülkemizde sol unsurlar, alternatif sunmak adına en geniş tabanlı birliğe ulaştı...
Adına da: Birleşik Haziran Hareketi dedi...
Bünyesine Gezi ruhunu yerleştiren, 15-16 Haziran direnişinden esinlenen
emperyalizme, gericiliğe, faşizme karşı mücadeleyi yükseltecek girişim...
Destekçileri arasında yok yok...
Sosyalist partilerden demokratik kitle örgütlerine kadar...
Yeni bir umut, yeni bir heyecan...
İlerleme, aydınlanma, çağdaşlık adına elbette sevindirici...
Yalnız geçmiş tecrübelere dayanan ah o endişelerimiz, ah o korkularımız yok mu?
“Solcu solun kurdudur” hastalığı...
Ya nüksederse?
Neyse, şimdi kötümserliğin sırası değil...
Umutla bakalım yarınlara, omuz verelim Haziran Hareketi’ne...
İlk fırsatta “Birleşik” takısını söküp atalım...
Bir olalım, tek can tek nefes olalım...
Dikilelim karanlığın karşısına...
Türkiye Haziran Hareketi olarak ilerleyelim...
Bahtımız açık şansımız bol olsun...
Haydi rastgele...
Emeğin zaferi yakınlaşması dileğiyle binlerce selâm olsun ayaklanan insalık onuruna!

21 Ekim 2014

Macit CÜNÜNOĞLU
21/10/2014 09:06

   Vadesiz Hayatlar!

A+
A-
1881 doğumlu Stefan Zweig İkinci Dünya Savaşı’nın yarattığı ağır bunalıma
dayanamayıp 1942 yılında karısıyla birlikte Brezilya’da intihar etmişti...
Van Gogh da öldüğünde 47 yaşındaydı, göğsüne iki kurşun sıkarak intiharı seçmişti...
İki yıldız, nurlar içinde yatsınlar...
Yeryüzünden ne kadar da genç ayrılmışlar...
Keşke çok uzun süreler yaşasalardı diyeceğim ama “intihar vakası” işte...
Azrail’in mesleğine göz dikip özgür iradeleriyle canlarına kıymışlar...
Çok acı, çağın gerçek yıldızları...
Ve tarihe altın harflerle geçen, insanlık var oldukça unutulmayacak değerler...
Eserleriyle hafızalarımızda yaşıyor.

Hayatın akışı, doğduk büyüdük yaşlandık...
Geldik gidiyoruz...
Ne çok cenaze törenine katıldık...
Hele bazıları var ki, yürek parçalayan türden...
Genç ölümleri, dost çocukları, sebebi intihar...
Teselli çabalarımızda sözün bittiği yer!
Belki de dünyadaki en dayanılmaz tanıklık...
Geride kalanların hâlleri, sel olup akan gözyaşları bir şey ifade etmez...
Çünkü dağlanan yürekler mezara kadar kanayıp ağlayacak.

Evet, bugünlerde ülkemiz sosyal medya üzerinden bir intiharı konuşuyor...
Adı: Mehmet Pişkin...
Donanımlı bir genç, düzgün mü düzgün...
Yalnız intihar kararı almış ve başlamış hazırlıklara...
Mutlu huzurlu, son kez bakıyor hayata...
Ve konuşuyor, beyinsel kıvrımlarındaki açmazları dili döndüğü kadar anlatıyor...
Sonuç; şarap, sigara, müzik eşliğinde uzanıyor ipe...
Tam bir trajedi...
Belki de bir ilk...
Kayıt sosyal medyada...
Kendi koymuş sayfasına...
Sonra da by by!

Ruhuna Fatiha okumaktan başka yapacak bir şey yok...
Hatta sayfasını ziyaret edip açizane düşüncelerimi yazdım...
Aslında videoyu izlemedim, izleyemezdim...
Bizde o denli sağlam yürek nerdeee?
Ve dedim ki, “acelen neydi evlât, bak bizler çile çeke çeke dayanıyoruz memlekete, yine de ruhun şad olsun yıldızlar arasında” gibisinden...
Fırlamanın biri anında adresime mesaj göndermiş:
“Macit Amca, nerden biliyorsun yıldızlara gittiğini, O cehennemde, sende mi
oraya gitmek istiyorsun?”

Demek ki öbür dünyayla iletişim hâlinde, belki de yer gösterme memuru...
Kimin nerede olduğunu ve nereye gideceğini de biliyor...
Altına imzasını atıp adını, soyadını da yazmış...
Araştırdım, veled Cüppeli’nin öğrencisi...
İşte o zaman ikna oldum, o takım her şeyi bilir...
Yukarıda Allah, yeryüzünde Müslüman yobaz...
Koalisyon hâlinde kainatın efendisidir...
Noter tasdikli, belgeli!

Son söz, Mehmet’in intiharına karışmam, yorum yapmam...
Tecrübe edip fikir beyan etmem...
Herkesin ölüm stratejisi kendine...
Yalnız kendi adıma Azrail efendiye kayıt yaptırıp sıra numarası aldım...
Ne zaman, hangi tarihe mi?
Efendim, konjonktüre bağlı...
Bir de Çankaya efesinin varlığına...
Nasıl yani?
O’nun iktidarı ne kadar uzarsa, aksi orantı, benim ömrüm tükeniyor...
Ya da tersi...

Bakalım nereye varacak tanrıyla randevumuz...
Lâkin Mehmet evladımızın naklen yayın yapmasını doğru bulmadım...
Tamam, ölüm her canlının hakkı, eyvallah...
Fakat böyle de miras bırakılmaz ki...
Hele hele de Ella Fitzgerald dinliyorsan!
Bütün mesele ruh sağlığımızı koruyup aklımıza mukayyet olmak...
Ve sabırla, metanetle kutsal emrin tebliğini beklemek...
Ayrıca ne demiş Hollandalı düşünür Erasmus:
“Ölümle ilgilenmiyorum, çünkü yaşarken düşünmüyor, geldiğinde ben yokum!”
Değerli dostlarıma sağlıklı uzun ömürler...
“17 Aralık” kaçkınlarına sefaletler, alçak sürünmeler, zindanlar, cüzzamlar...
Âmin...
Güle güle Mehmedim, kızımın da arkadaşıymışsın...
Bekle beni, geliyorum, elbette tarifeli seferle!

20 Ekim 2014

Macit CÜNÜNOĞLU
20/10/2014 09:27

      Bakırköy'den...

A+
A-
Yirmi altı yıl önce bugün (20 Ekim 1988) İngiltere IRA mensuplarıyla
yapılan röportajları yasakladı!
Bak şu işe, demokrasinin beşiğine yakışıyor mu?
Yakışsa da yakışmasa da elin hükümeti yasaklıyor işte!
İngilizler konulan “yasak” karşısında ayaklanmışlar mıdır, hiç sanmam...
Herkes güle oynaya yoluna devam etmiştir...
Ne de olsa medeniyet diyarı, üzerinde güneş batmayan imparatorluğun
son mirası, adı: İngiltere, krallığı var, ilerisinden olmasa bile orta karar
demokrasisi var...
Keyifli iştir AB vatandaşı olmak ve her şeye rağmen Türkiye’yi özlemek...
Emin olun; testten geçmiştir, Hyde Park’ı gezerken özgürlüğün yüceliği teneffüs edilmiş...
Ve inadına özlenmiştir Gülhane Parkı, Ceviz ağacı, dibinde Nazım.
Az ilerde deniz ve martılar...
Aşka sevdaya dair ne varsa, İstanbul sizi cömertçe kucaklar...
Yahya Kemal’in, Orhan Veli’nin kenti...
Boğazın kuzeyden esen serin rüzgârları eşliğinde.
Yelkovan kuşlarının kanadıyla selâmlar.

Dün Sırrı Süreyya ve arkadaşlarını Kandil yollarında gördüm...
Mutluydular, gülümseyerek dağa tırmanıyorlardı...
Karayılan’ın, Karabıyık’ın huzuruna...
Barış umudu, bir süreç...
Elbette gereği yapılacak...
Organizatörü MİT Müsteşarı Hakan Fidan...
Proje sahibi hükümetin özelinde devlet...
Kısaca T.C. diye anılır...
Amaç ateşkesin devamı, akan kanın durması...
Anadil de eğitim tartışmalarından yola çıkarak özerklik, otonomi, federasyon...
Ve yüksek huzurlarınızda Misak-ı Millî’den vazgeçen Türkiye...
Nihayetinde herkes kendi yoluna...
Hayırlı işler Türkler, kolay gelsin Kürtler!
Hoş geldin İmralı güzeli...
Anadolu halkları hasretle seni bekler...
Barışın, kardeşliğin mimarı(!)
Yer beğen; Çankaya’da mı, Ak Saray’da mı oturmak istersin?
Yoksa ada da mı?
Bilirsin deniz havası iyi gelir çürümüş beyinlere...
Bir villa, enternasyonal bir sekretarya...
Neden olmasın...
Burası garabetler ülkesi...
Apo’ya “sayın” diyen beş yıl hapis yatar...
Demeyen on yıl!..

Offf be, ne matrak...
İlk fırsatta İRA olaylarını incelemeliyim...
Bu konuda epeyce film izledim, ama yetmez...
MI6 (İngiliz Gizli Sevisi) müsteşarı ile görüşmeliyim...
Bir de Elizabeth’le...
Gerisi kolay, nasıl olsa bu yazıyı Bakırköy’den yazıyorum...
Değerli Erol Çevikçe’nin son yazısında belirttiği adresten...
Ve ağlanacak hâlimize sürekli gülüyorum...
Başımda huni, yüreğimde memleketim!

19 Ekim 2014

Macit CÜNÜNOĞLU
19/10/2014 08:00

      "Şerefinize .. ? .."

A+
A-
Amasya’dan naklen...
Yer: Selağzı...
Meydan tıklım tıklım...
Kürsüde imam kılıklı sadrazam...
Halka sesleniyor:
- Helâl edin...
- Helâl olsun...
- Razı mısınız?
- Razıyız...
- Öyleyse Allah’a emanet olun...

Alkışlar ve âmin!

Gelen gideni aratırmış...
Hiç olmazsa seçilmiş sultanımız halka şarkı-türkü öğretiyordu...
Örneğin “Beraber yürüdük biz bu yollarda...”
İstiklâl Marşı’ndan sonra koro hâlinde en çok seslendirilen parça...
Bir de “Yaylalar, yaylalar...” var, ama o kışlada, ayrıca modası da geçti...
Asker artık aslî görevinin başında talim yapıyor...
Arada sırada da iktidarın talimatıyla sınır boylarında Kürt avına çıkıyor...
Uludere’de olduğu gibi!

Evet, atanmış sadrazamımız dün Amasya’daydı...
Sıkıcı olmasına rağmen yaptığı konuşmayı baştan sona dinledim...
Ne de olsa memleketim; toprağın kokusu, Yeşilırmak’ın büyüsü çekiyor...
İyi de oldu, kameraların izin verdiği ölçüde hasret giderdim...
Dağ taş yerinde duruyor...
Tankut Öktem hocamın şaheserlerinden Atatürk Anıtı da yerli yerinde...
Özgürlüğün, ülke onurunun değerini anlatıyor...
Üzerinde “22 Haziran Amasya Genelgesi”...
Dünyaya sesleniyor: “Bağımsızlık bizim karakterimizdir”...
İmza: Mustafa Kemal...
Yalnız ne dibinde toplanan yığınlar farkında, ne de kürsüdeki vatandaş!

Anlatıyor, coşkulu heyecanlı...
Osmanlı’dan, medreselerden, şehzadelerden, Ferhat ile Şirin’den bahsediyor...
Ve on iki yılın başarılı hamleleri...
İhracat rekorları kırıyormuş memleketim...
Bak şu işe!
Fabrika yok, üretim yok...
Bağ bahçe derseniz betonlaştı...
İki bin on altıya çevre yolu bitecekmiş...
Merzifon’a havaalanı açılmış(mış)...
Kısaca vıcık vıcık hamaset, popülizm...
Ancak necip halkımız memnun, mutlu...
Her cümlenin sonunda konuşmacıyı alkışlıyorlar...
Kutsal değerler, Kur’an, Ezan, tarih hepsi birbirine karışmış...
Mitingde olmayan tek şey Mustafa Kemal ile 22 Haziran Genelgesi...
Hâlbuki meydanın tam ortasında duruyor önder, yanında silâh arkadaşları...
Ve “Bağımsızlık Bildirgesi” kazınmış anıtın kalbine...
Gerçek millî iradenin ruhunda yükselecek Kurtuluş Savaşı’nın müjdecisi.

Evet, peygamber masallarıyla uyutulan bir toplum olduk...
Neo-Halife Çankaya’da, sıfatı: İmparator...
Ortadoğu Fatihi, Tanrının lütfu, kefenliler sürüsünün mağrur komutanı...
Bir alt makamda, emir komuta zinciri içinde hareket eden bir şahsiyet...
İşi gücü masal anlatmak...
Eğer bu halk baş yalancının dublörünü sevip yine bağrına basarsa...
Mesele yok...
O zaman bir kadeh daha meyhaneci...
Koy bir şarkı da...
Şen şakrak olsun, neşemizi bulalım bu hayatta!

18 Ekim 2014

Macit CÜNÜNOĞLU
18/10/2014 07:43

        Akillerin gölgesinde siyaset!

A+
A-
“Kürtlerin daha fazla oyalanmasına alet olamam” demiş Baskın Oran...
Ve akil insanlar toplantısına katılmayacağını ifade etmiş.
Demek ki Baskın hocaya göre Kürtler iktidar tarafından aldatılıyor...
Yürekten katılıyorum, zaten bu zihniyetten kalıcı barış çıkmaz...
Olsa olsa geçici ateşkes sağlanır ki gözükende o...
Aslında o bile meçhul, çünkü silahları şimdilik kaydıyla bırakan Kandil...
Bakalım nereye varacak işin sonu?

Fakat üzerinde asıl durulması gereken mesele akillerin tekrar piyasaya sürülmesi...
Yani Sultanımızın sadrazamı da aynı rotayı izliyor...
Hâlbuki onca danışman, koskoca parlamento var...
Takmıyorlar...
Varsa yoksa medyatik akiller...
İnsan düşünmeden edemiyor, sahi bunlar uzaydan mı geldi veya akıl küpü
oldukları kesin de, gerçekten üstün varlıklar mı?
Ayrıca pek çoğunu da tanıyoruz...
“Kelin merhemi olsa” türünden insanlar...
Al birini vur öbürüne!

Yine de iş yapıyorlar, göz boyuyorlar...
Vıcık vıcık ilişkileri (dansözlükleri) sayesinde iktidarın değirmenine su taşıyorlar...
Kürtler de inanıyor, umutla taleplerinin hayata geçeceğini sanıyor...
Örneğin anadilde eğitim hakkı...
Türban gibi bir kararnameye bakar...
Ama olmuyor, kapı arkasında verilen sözler bir türlü yerine getirilmiyor...
Yalan dolan, Tek Bayrak Tek Millet masalı...
Ülke çoktan bölünmüş, parçalanmış...
Bir tarafta umudunu muhalefet partilerine bağlayanlar...
Ki üç parçalı...
Diğer tarafta iktidar yanlıları, son gelinen nokta yüzde elli iki...
Küçümsenecek, yabana atılacak bir oran değil...
Bir de sürekli yatırımlar; Kur’an kursları, İmam-Hatipler...
Velhasılı kelâm boka sarmış güzelim memleketin hâli...
Eğer umut akillerse; batsın popüler siyaset...
Zaten uluslararası itibarımız sefalet...
En son 59 oy çıktı Birleşmiş Milletler’de...
Yerimize seçilen ülke Yeni Zelenda ile İspanya...
Hadi İspanya neyse de...
Yeni Zelenda’nın haritadaki yerini kaç kişi bilir dersiniz?
Böbürlensin bizimki içte ve Ortadoğu’da...
Gidişat IŞİD’in bataklığı, Kaddafi’nin ahı tutacak...
NATO’nun kulu kölesi olan hükümet kan gölünde boğulacak...
Kıs kıs gülecek Esad...
“Ben burdayım, ya sen Tayyip?” diyecek...
Allah mı konuşturuyor beni, bu ne hayâl bu ne rüya...
Yoksa benim de bilmediğim bir bildiğim mi var...
Kim bilir, umut işte...
Bir eksikle akiller çıktı ya piyasaya...
İçimde bir his...
Bu iktidar ilk seçimde tepetaklak gidecek...
Bakın, görürsünüz...
Düşerlerken el sallayacak Hamas, İhvan, Hizbullah ve IŞİD...
Hazreti Davut olmadı, başkası gelsin!

17 Ekim 2014

Macit CÜNÜNOĞLU
17/10/2014 07:39

        Haydi görev başına!

A+
A-

Televizyona çıkan Baba diyor ki, “oğlumun cesedini ayağındaki benden tanıdım”...
Ne fecii bir durum, ayrıca yaşanan vahşetin boyutlarını düşünebiliyor musunuz?
Neden, nasıl, niçin?
Velev ki bu gençler İŞİDCİ olsun, cezayı kesip anında linç mi etmeli?
Gözü dönmüş bir hâlde paramparça ederek!
İnsanın aklını yitirmesi lâzım...
Ki Diyarbakır’da gelinen nokta maalesef o...
Sahi, Kürtlerin partisinin adı neydi, hani başkanlığını Selahattin’in yaptığı...
Bazı aile bireylerim son seçimde (Cumhurbaşkanlığı) oy vermişlerdi de...
Ben de “iyi yapmışsınız” demiş ve ilâve etmiştim: “Adam gibi adam”...
Halkların Demokratik Partisi’ydi değil mi?
Sözlerimi geri alıp bundan böyle bu partiyi ismiyle değil Kürt Milliyetçilerinin
Partisi
(KMP) olarak anacağım...
Çünkü eylemleri bırakınız demokrasiyi, gayriinsanî...
Bir de Altan Tan gibi bir şeriatçıyı salmışlar ortaya...
Daha doğrusu “Doğrucu Davut” rolü biçerek;
“Özür dileriz, olaylar maksadını açtı!”
Hadi canım siz de, gidenler gitti, hem de gencecik insanlar...
Geride gözü yaşlı analar, babalar...
Bu mudur sizlerin siyaset anlayışınız?
Asimetrik savaş yürüten PKK’nın izinden gitmek...
Ondan sonra da halkların kardeşliğinden, barıştan söz etmek...
Kendi adıma ben yokum, ve başta Selo olmak üzere olayın sorumlularını
kınıyor ve lânetliyorum!

Gelelim “şiddet” meselesine...
Öncelikle “tarih tekerrürden ibarettir” safsatasını bırakalım...
Çünkü külliyen yalan!
Tarih asla kendini tekrar etmez, olsa olsa yaşananlardan ders çıkartılır...
Ki işte bir iki örnek, üstelik yakın tarihimizden, bizatihi kendi yaşamımızdan.
Çok değil, bundan kırk üç yıl önce...
Tarih: 27 Mart 1971...
Yer: Ünye, NATO üssü...
Bizimkiler (Mahirler) üç teknisyeni kaçırırlar...
Ne adına?
Elbette solculuk, devrimci mücadele adına...
Sonrası malûm...
Kızıldere, çıkan çatışma, sivil teknisyenler (2 İngiliz, 1 Kanadalı) alınan
karar gereği başlarına kurşun sıkılarak öldürülürler...*
Aynen İstanbul’da kaçırdıkları İsrail Başkonsolosu Elrom’u katlettikleri gibi...
Olmaz, olamaz...
Ancak oldu işte, hem de devrimci kavgayı kanla kirletme pahasına...
Hâlbuki Deniz, askere kurşun sıkamayan Deniz...
Kimseyi öldürmemekle, masumiyetiyle anılır...
İşte devrimcilik, işte gerçek solculuk, işte 68 ruhu...
Asıl kavgamız insanı yaşatmak üzerinedir...
İnsanca, kula kulluk etmeden, barış içinde, kardeşçe...
Gerisi hikâye...
Zaten IŞİD içimizde...
En tepede, iktidarda...
Memleketin her köşesinde...
Öyleyse “analar ağlamasın” diye haykırabiliyorsak...
Sağlam yürek, gülümseyen yüz, ışıldayan göz ve samimiyet gerek...
Daha ötesi de yok!

Evet, zaman özeleştiri zamanı...
Dürüstçe, namusluca, cesaretle...
Eğer evlâtlarımıza, torunlarımıza umut dolu bir dünya bırakmak istiyorsak...
Barış rüzgârlarının estiği, doya doya sevginin yaşandığı bir dünya...
Haydi görev başına!

*Çıkmaz Sokak, yazarı: Uğur Mumcu
  Tekin Yayınevi

16 Ekim 2014

Macit CÜNÜNOĞLU
16/10/2014 07:56

     "Tanrı Türkiye'yi korusun!"

A+
A-
Amerikan filmlerinin ortak bir özelliği de Hristiyanlık propagandası yapması…
Hemen hemen her filmde illâki kilise olacak ve bu bağlamda da İsa, Papaz,
Rahibe sürekli fonda yer alacak…
Zaten dolarlarının üzerinde de 1955’ten beri “Tanrıya güveniyoruz” yazıyor…
Ve genellikle film kahramanları “Tanrı Amerika’yı korusun” diyerek kutsal
mesajlarını satır arası sokuşturuyorlar!
Sokuştursunlar bakalım, almışlar tanrıyı arkalarına; sicili bozuk kanlı bir tarih yaratmışlar…
Nasıl mı?
Fazla lâfın lüzumu var mı, işte Kızılderililer, genç kıtadan kökünü kazımışlar…
Öyle az buz değil, 50-60 milyon insandan söz ediyoruz…
Neredeyse II. Dünya Savaşı’nda yitirilenlerin sayısı kadar.
Ya kölelik düzenleri…
Afrika’nın anasını bellemişler, siyah insanın emeğini dibine kadar sömürerek
bugünkü Amerika’yı ortaya çıkartmışlar…
Cicili bicili pırıltılı, göz kamaştıran!

Yine de günahlarıyla sevaplarıyla geçmişleriyle yüzleşmekten geri durmazlar…
Cüretkâr, sağlam filmler üretirler.
Örneğin “Kurtlarla dans” bir başyapıttır…
Beyaz adamın Kızılderili son kabileyle kavgasını sergiler…
Ve malum sonuç, söker atar anayurtlarından, topraklarından…
Hüzünlüdür finali, ayrılış sahnesi insanın derinliklerine işler…
Ve nemlenir gözler…
Çünkü anlatılanlar çaresiz insanın hikâyesidir…
Her kıtada rastlanan!

Evet, sinemayı severim, ayrıca Amerikan filmlerine düşkünlüğüm var…
Bir Orson Welles’i, bir Kayserili Elia Kazan’ı nasıl unuturum…
Usta yönetmenlerdir, sabun köpüğü filmlere imza atmazlar…
Çektikleri filmler toplumsal sorunları işler, emeğin dünyası vardır…
Kısaca kendimi bulurum, üreten yaratan sınıfın kavgasında…
Bazen Guguk Kuşu olurum, zır deli, kurulu düzene isyan eden…
Ne de güzel oynamıştı Jack Nicholson
Bıkmadan usanmadan yılda bir kez muhakkak seyrederim…
Her seferinde ayrı bir tat, ayrı bir lezzet…
Hayâl dünyası işte, yaşasın sinema, iyi ki var…

Derken Doğan Güreş gelir aklıma…
Dün ölen Paşa, bir döneme damgasını vuran…
Artık “Şakşakçı” mı dersiniz, “etekli” mi…
Faili meçhul binlerce cinayetle anılan…
Hakkın rahmetine kavuşmuş, eğer varsa ilâhi adalet…
Bu dünyada hesap soramadık, dilerim sırat köprüsünden düşer de…
Cehennem ateşlerinde kavrulur, âmin!

Evet, eli kanlı Paşa’nın bir filmi çekilemez mi?
Madem mevzu sinema, neden olmasın?
Hazır ileri demokrasi koşullarında da yaşıyoruz, fırsat bu fırsat…
Senaryoyu ben yazarım…
Tesadüf bu ya, haftaya Cuma, değerli yönetmen Ömer Uğur’la
mangal partisinde buluşacağım…
Okuldaşım, bir teklif götüreyim, bakarsınız kabul eder…
Genç kuşaklara hediyemiz olur yakın tarihimizin arka plânı…
Daha şimdiden heyecanlandım...
Bekle beyaz perde, geliyorum…
Ya danışmanımız kim olacak?
Biliyorsunuz bu işler moda...
Tahminimce bizleri kırmaz Tansu Abla (Çiller)...
Uzanıveririm Yeniköye, çalarım köşkün kapısını...
Nasılsa Eniştemiz Uçuran Özer, komşusu Mehmet Barlas...
Hep beraber otururuz pazarlığa...
Bu kadro parayı da vatanı da milleti de aynı derece sever...
Parça başı anlaştık mı eteklerindeki taşları birer birer döker...
Filmimizde de karanlıklar çıkar aydınlığa...
Öyleyse bir kez daha yaşasın sinema...
Söz, senaryoda “Tanrı Türkiye’yi korusun” repliğine de sık sık yer vereceğim...
Kimden mi?
Kimden olacak canım, giden paşadan değil elbet...
İzini sürenlerden, bir de en tepedekinden!

15 Ekim 2014

Macit CÜNÜNOĞLU
15/10/2014 08:17

      Şadan Hocam

A+
A-
Gençler için “aklı bir karış havada” derler…
İşte o yıllar, öğretmen okulunda öğrenciyiz…
Tokat’ta, solculukla idealizm birbirine karışmış…
Ve bir öğretmen atanmış okulumuza…
Bizden üç beş yaş büyük…
Adı: Şadan...
Yıl: 1965…
Tek kelimeyle bir içim su!
Beden eğitim öğretmeni…
Taytlı, ilâh, platonik aşkların adı konmamış kahramanı…
Bir de ses, O söyleyince bülbüller susuyor…
“Ağla gitar, çal gitar”...
Nihaventten…
Gizli gizli şiirler yazılıyor, hiç yayınlanmamış…
“Aşk” denilen sihirli duygu onunla vücut buluyor…
Offf be!..
Ben de âşığım, anlasanıza…
Ama gençlik hülyaları, ama çılgınlık…
İşte öyle bir şey!

Aradan yıllar geçti, Şadan Hoca’yı kaptırdık Tokat eşrafına…
Şanslı kişi Ömer Dedeoğlu, avukat, sonra milletvekili…
Uzun boylu, yakışıklı…
Onlar erdi muradına biz çıkalım kerevetine derken…
Eniştemiz ölmez mi!
Ne büyük acı, mesajlar telefonlar…
Büyük hüznü paylaşımlar…
Peşinden...
Hayır, bu kadarı da olamaz…
Sevgili hocamın annesi…
O da sizlere ömür!
Kayınvalideye “Acelen neydi, takıldın damadın peşine” denmez mi?
Hayat işte, Şadan hocamın düştüğü ağaçtan yıllar önce düştüm…
Yaşım otuz iki, giden yirmi sekiz…
Göç kervanında başı çekti anam…
Geriye kalan koskoca bir yalnızlık!

Ah hayat ahhh!
Kime nasıl davranacağın hiç belli olmaz…
Bazen acımasız, bazen sevecen…
Yine de seni çok seviyorum zalim…
En az Şadan hocamı sevdiğim kadar…
Gidenlere rahmet, kalanlara yaşama sevinci nasip eyle tanrım…
Yalvarırım, bu kez söz dinle!

14 Ekim 2014

Macit CÜNÜNOĞLU
14/10/2014 09:15
      

İsyan zamanı!

A+
A-
“Danışmanını söyle bana, kim olduğunu söyleyeyim sana”
Atalarımız yıllar önce böyle bir tespitte bulunmuş, ne kadar da doğru…
Danışman dediğimiz kılavuzlar günümüzde turnusol kâğıdı gibiler…
Bak danışmana, lidere not ver, ne güzel iş…
Öyleyse birlikte göz atalım…
Örneğin Makedonyalı Büyük İskender, bilirsiniz cihan fatihi…
Danışmanı felsefeci Aritotateles…
Gelelim bizim fatihe, Ortadoğu maydanozuna…
Danışmanı Yiğit Bulut, mesleğini inanın bilmiyorum, galiba profesyonel yağcı…
Öyle diyorlar, benim paylaştıklarım sadece duyduklarım…
Yoksa elinde zeytinyağı tenekesi görmüşlüğüm yok, bilesiniz istedim.
Neyse, mevzuyu dağıtmadan geçelim ana muhalefetin başına…
Elbet onun da danışmanı var…
Adı: Mehmet Bekaroğlu, çiçeği burnunda CHP’li, uzmanlığı din, yani ilâhiyatçı.
Ya Bahçeli, yazmaya gerek var mı bilmem…
Onunkisi kurt, cinsiyeti dişi, adı Asena, Devlet Bey kuyruğunda sürekli seyahat eder…
Hayırlı yolculuklar!
Sonuncusu Demirtaş, “kambersiz düğün danışmansız siyaset olmaz” ilkesinden hareketle
uzanalım İmralı’ya, danışmanların en kralı orada ikamet eder.
Yön verir Kürt siyasi hareketine, heyetler ağırlar, kitap yazar, top oynar, miki filmi seyreder…
Özeldir, Mandela olmak ister ama eli kanlıdır…
Onun eylemleri neticesinde milyonlarca yürek yaralıdır…
T.C. ne kadar yanlış yaptıysa O da karşılık vermiş, misliyle yapmıştır…
Bilanço kırk elli bin ölü, sönen ocaklar, toprağa düşen fidanlar…
Sonuç itibariyle hazin bir sürecin başkahramanıdır…
Ne diyelim, Allah sonunu hayretsin!
Evet, kel âlâka ama Letonya’yı da yenemedik…
Canım sıkkın, yabancı dostlarımın yüzüne bakamıyorum, tavırlarıyla âdeta alay ediyorlar…
Ve diyorlar ki, “gidin kumda oynayın!”
Yeni öğrendim, orijinal Fatih’in (Terim) yıllık maliyeti 14 milyon Avroymuş…
Deli para, “nasıl çıkacak karanlıklar aydınlığa?”
Bu adamla olmaz, çünkü Kasımpaşalı familyasından, orijini Adana…
Mimikleriyle duygularını ifade edip daima kaş göz oynatıp dudak büker,
silah sever, racon keser…
Sanırsınız atıcılık millî takımının başında!
Kabadayıdır, ağzı bozuktur, yeri gelir televizyon ekranlarından küfür eder…
Asla rol model olamaz, O’ndan olsa olsa otobüs terminali kâhyası olur ki…
O bile zor, öncelikle müşterileri ikna edemez!
Öyleyse kim?
Joachim Löw diyeceğim ama O’nu da kovduk…
Aynen Hezârfen Ahmed Çelebi gibi.
Biliyorsunuz, yeryüzünde ilk uçan insan.
17. Yüzyılda yaşamış, IV. Murad devrinde…
Takmış kanatlarını koluna, çıkmış Galata kulesine, bırakmış bedenini boşluğa…
İstikâmet Üsküdar, şıp diye konmuş Doğancılar meydanına…
Müthiş, daha buhar enerjisi bulunmamış, sanayi devrimi çok uzaklarda…
Hezârfen uçuyor bir kıtadan bir kıtaya…
Ülke ayakta, dünya alkışlıyor…
Ah tanrım, böyle başarıları ne kadar da özledik, hasret kaldık toplumsal sevince!
Peki, sonra…
Padişah bir kese altın vermiş Ahmed Çelebi’ye, sonra sürgün, ta Cezayir’e…
Neden?
Osmanlı ürkmüş bilimden fenden…
Ve asırlar sonra yalancı pehlivanlar, sahte fatihler türemiş memlekette…
Biri en tepede, diğeri millî takımın başında…
Netice ortada…
Karar sizin, memnun mutluysanız “yola devam” deyin…
Yoksa “isyan” edin…
Evet, İSYAN…
Varsa aklınıza gelen başka çareler, lütfen aşağıdaki elektronik adresime mail çekin…
Ki kollektif düşünüp tez zamanda bu belâları defedelim!
macitcununoglu@gmail.com

13 Ekim 2014

Mandıra Filozofu

Macit CÜNÜNOĞLU
13/10/2014 09:23

    

A+
A-
Senaryosunu Ömer Güven’in yazdığı Mandıra Filozofu’nu izledim.
Başrollerde Rasim Öztekin ile Müfit Can Saçıntı oynuyor.
Müfit aynı zamanda filmin yönetmenliğini de yapmış.
Son yıllarda bu kadar lezzetli bir komedi izledim, aferin gençlere…
İstendin mi ne başarılı yapımlar ortaya çıkıyor…
Hele filmin mesajı; tek kelimeyle “insanlık dersi”…
Sanırsınız senarist Erich Fromm’un öğrencisi, tüm eserlerini yalayıp yutmuş.
İzleyenler için yazdıklarım anlamsız olacak ama bir kez daha filmin konusunu tekrarlayayım…
Elbette hoşgörülerine sığınarak.

Efendim, film Bodrum/Çökertmede çekilmiş…
Tahmin edeceğiniz üzere doğa harikası bir yer…
Lâf aramızda, ülkemizde rakı içmediğim ne koy kalmış ne köşe…
Ne diyelim, selâm olsun o günlere!
Bu arada Çökertmeyi, yanı başındaki Mazı Köyü de öyle bir severim ki…
İnsanın canına can katan koordinatlar…
Yalnız insan soyunun saldırıları olmasa…
Düşünüyorum da, ne çevreye saygımız kaldı ne güzelliğe…
Demek ki vahşilik ruhumuzda…
Bilhassa sahip olma duygusu, harekete geçmeye görsün; anında kararıyor gözler, yürekler!

İşte filmde bu mevzular oya gibi işlenmiş…
Hikâye şöyle:
Bir işadamı otel yapmak amacıyla o güzelim koyu gözüne kestiriyor…
Arazi sahiplerinden biri ise kahramanımız, inatçı bir muhalif…
Teslim olmuyor paraya pula…
Adam gerçek bir filozof, eğitimli, beyni nezaketle, incelikle dolu…
Yani nesli tükenen türden, hayvanla, ağaçla, börtü böcekle dost…
“Bir lokma bir hırka” felsefesini dibine kadar benimsemiş…
Aynı zamanda paylaşımcı…
Ah Marks Amca, kulakların çınlasın e mi!
Hayâl ettiğin insan ile gezegene hediye ettiğin teorin bu filmle hayata geçirilip, canlandırılmış…
Lâkin sonuç itibariyle senaryo işte, gönülleri okşayan beyaz perde şov…
Yoksa, “insan” dedi mi kırk kere düşünmek lâzım…
Asar da, keser de, yakar da…
Hepsinden önemlisi yalan üretim makinesine dönüşüp devlet başkanı bile olur…
Tarihte örneği çoktur, hele biz de…
Neyse, karar aldım; bugün siyaset yok, yalnızca sinema var!

Ne yapıp ne edip bu filmi muhakkak seyredin…
Ondan sonra aynaya bakın, filozof mu görüyorsunuz, işadamı mı?
Ben baktım, ne yalan söyleyeyim, ikisinden de birer kuple…
Filozofluk ile zenginlik hayâli dans ediyor bünyemde…
Hem fakir yaşamak istiyorum (zaten öyleyim)…
Hem de arabam, yatım olmasını arzuluyorum ve bu nedenle de sık sık
loto-toto-at yarışı oynuyorum…
Ama nafile, maalesef küçük ikramiyelerin dışında hiçbir şey çıkmıyor…
Bu uğurda iki rekat namaz bile kıldım…
Dua bölümünde de yukardakine sordum, tabii tırnak içinde…
Dedim ki “vereceksen ver artık, yaşım geldi altmış beşe, hâlâ sürünüyorum!”
Anında cevap geldi: “Ben senin filozof hâlini seviyorum, öyle kal, bir de insanlığa lütfumla
uğraşma, ricam olur”
demez mi…
O gün bugündür lotaryadan umudumu kestim, “Mandıra Filozofu”nu örnek alıp yollara düştüm…
Elimde fotoğraf makinesi, İstanbul’u resmediyorum…
Tek dostumu biricik aşkımı, beni anlayan sarıp sarmalayan…
Emin olun, ruhuma iyi geliyor…
Ve hâlâ arıyorum insanlığı…
Gören bilen varsa e-mail adresim aşağıda…
Kesinlikle boş gönderilmeyip mükâfatlandırılacaktır…
Mükâfatımız ise “Mandıra Filozofu” CD’si…
Üstelik orijinal; bandrolsüz, korsan…
Umarım hayra geçip işe yarar!

macitcununoglu@gmail.com

12 Ekim 2014

Macit CÜNÜNOĞLU
12/10/2014 08:43

      İnsan olmak!

A+
A-
Tartışmayı sosyal medyada yarım yüzyıllık arkadaşım başlattı.
İstanbul’da yaşayan, hâli vakti yerinde emekli öğretmen.
Taşova Belevi köyünden, altın işine girmiş, Kuyumkent’in saygın atölyelerinden
birinin sahibi; abdestli namazlı, Atatürkçü, yıllardır Cumhuriyet okur…
Tutum ve davranışları Beyaz Türk refleksi…
Son olarak market dâhil Kürtlerle alışverişi kestiğini ilân etmiş!
Bizim toplumda fakir insan ciddiye alınmaz, ama kişi zengin ise daima önemsenir…
Hatta ağzının içine bakılır, adam yellense olay olur, ilgi uyandırır!
Bizimki de öyle, kendinden menkul düşüncelerini formüle edip ortaya atar…
Aman bir hayran kitlesi, sormayın gitsin, onlarca, yüzlerce…
Beğenen beğenene…
Elbette memlekette özgürlük var, herkesin görüşü kendine diyelim de…
Yalnız çevreye zarar vermediği, toplumu tahrik edip yanlış kulvarlara
çekmediği sürece.

Hele bir destekçisi var ki, solcu familyadan…
Adamın soyadı “Bölücü”, bakın neler söylemiş:
İyi akşamlar ARKADAŞ... Türkiye Türklerindir. Türk Bayrağı altında yaşamak
istemeyen, kendine yeni bayrak bulan, kendine Türkiye dışında yurt bulsun...

Breh, breh!
“Bölücü” arkadaş “misak-ı millî” hissiyatı çerçevesinde resmen bölücülük yapıp
kendisi gibi düşünmeyenleri memleketten hiktirediyor…
Üstelik bu şahsiyet üniversite mezunu eğitimci…
Vay hâlimize, vay geleceğimize!
Ben her zaman iddia ederim…
Evet, bu ülkede “eğitim şart” ama işe öğretmenden başlamak lâzım…
Derdim gramer doğru yazıp çizmek değil…
Düşünen, sorgulayan, empati yeteneği gelişmiş…
Dincilikten, milliyetçilikten arınmış öğretmen kitlesini yaratmak…
İşte bütün mesele, yoksa gerisi hikâye!

Ayrıca Türkiye yeterince bölünmedi mi?
Başta laik anti-laik, baş böleni yüzde elli iki oyla en tepede!
Şimdi de Kürt-Türk diye mi bölünelim?
Üstelik ulusalcı geçinen aydınlar marifetiyle.
Sekiz ay sonra seçim var, CHP’nin Doğu’da, Güneydoğu’da oyu yok…
Hatta deniz görmeyen illerde tarihe karışmış…
Hâl böyleyken bu çaba niye?
Kobani’de vahşet yaşanıyor, IŞİD denilen belâ sınır boylarımızı katmış önüne süpürüyor…
Kürtler zorda, kırılıyor can veriyor…
Kına mı yakalım, oh mu çekelim?
Veya utanmadan ırkçılık mı yapalım; “Türkiye Türklerindir”
Hay senin ülkene, hay senin bayrağına, hay senin Hürriyet’ine…
Adam kefenliler ordusunu zor tutuyor…
Öyleyse sizler de katılın sürüye…
Dökülün meydanlara, haykırın dünyaya:
“Kürtlerin başı görüldüğü yerde ezilmelidir!”
İnsanlıktan umudunuzu da kestiyseniz…
Kapkara vicdanlarınızı pazara çıkarmaya karar verdiyseniz…
Mesele yok, sizleri bekliyor Çankaya güzeli…
Hep beraber yola devam edin…
El birliğiyle yıkın bu güzelim memleketi, parçalayın…
Unutun eğitimciliğinizi, bu kafayla zaten sizden ne köy olur ne kasaba…
Olsa olsa imam olursunuz, o da fazlasıyla var…
Hiç olmazsa arada sırada insan olmayı deneyin,  Homosapien…
Eğer düşünmeyi becerebiliyorsan…
Nokta!

10 Ekim 2014

Macit CÜNÜNOĞLU
10/10/2014 09:11

Usta'ya...

A+
A-
Daha bunlar başlangıç, bir hiç uğruna giden otuz beş can…
Al sana “çözüm süreci” al sana “barış”
Öyle bir bataklık yaratıldı ki, sanıldı Esad devrilecek, beyefendi Ortadoğu’nun fatihi olacak…
Kim havaya soktu, kim gaza getirdi, hepsi belli ama bu kadar da aymazlık olmaz ki!
“İktidar destekçisi kalemşörler utansınlar” diyeceğim ama nerdeee?
Ar damarları çatlamış bir kez, mamayla besleniyorlar…
Yapışmışlar iktidarın memesine, bir kısmı devlet televizyonlarında yorumcu olarak,
bir kısmı da “danışman” kadrosundan nemalanıyorlar!
İşleri güçleri gerçeği tersyüz edip halkı kandırmak ve başta Sultanı ve avenesini
yağlayıp yıkamak!
Çünkü beraber ıslanmışlar yağan yağmurlarda…
Hâlbuki yağan yağmur değil çamur, bataklıktan sıçrayan çamur…
Pis kokulu, ülkeyi kirleten, rüşvet yolsuzluk olup karşımıza çıkan hukuksuzluk ortamı…
Bir de “yola devam” demezler mi?
Devam edin Usta, ülkede kan akıyor kan…
Siz kim kriz yönetmek kim?
Gezi’de katlettiklerinizin henüz kurumayan kanları üzerinizde…
Farkında mısınız?

Aklınız sıra Esad’ı devirip Suriye’ye ayar verecektiniz…
İpsiz sapsız El-Kaide artığı canilerden ordular kurup silah ve para yardımında bulundunuz…
Kamyonlarınız yakalandı, foyanız ortalığa saçıldı…
“Darbe” dediniz, görevini yapanların üstüne saldırdınız…
Yetmedi; Hamas’lı, İhvan’lı, Hizbullah’lı cepheyi genişletmeye çalıştınız…
Ve nur topu gibi bir çocuğunuz dünyaya geldi…
Babası belli, anası terörden beslenen coğrafya…
Adı: IŞİD…
Ne güzel, içinde İslâm elinde pala…
Kes babam kes, kesilen insan kafası…
Seyreden dünya, kılı kıpırdamayan insanlık!

Kobene düştü düşecekmiş!
Umurunuzda mı?
Ayrıca düşen Süleyman Şah’ın türbesi değil ki!
Sahi kimdir bu zat-ı muhterem?
Sultanımız Esad’a daldıktan sonra öğrendim, Müslüman olduğu kesin de…
Osman Gazi’nin dedesiymiş…
Yani Osmanlı’yı kuranın atası…
Arsası Lozan’da tescillenmiş Türk yurduymuş…
Öyleyse çok mühim!
Ya Uludere, ya sınır boylarımız; Urfa Siverek Suruç…
Bombalar yağarken neredeydiniz?
Akan Kürt’ün kanı olunca eyvallah…
Süleyman Şah’ın toprağa karışmış kemiklerine halel gelirse, yakarım yıkarım…
Öperim seni Sultan…
Sen bizi Aziz Nesin’in sınıflandırdığı aptallardan mı sandın…
Veya sana oy veren Kürtlerden mi?
Ayrıca HDP’yi kafa kola alabilirsin, sen de yalan lolo gırla…
Yalnız bu ülkenin namuslu aydınları da var…
Halkını, vatanını gerçekten seven, canı pahasına mücadele eden…
Savcılarından, yargıçlarından, paralel kenarından, hapishanelerinden korkmayan…
Unutma Usta, madem ustalık dönemini yaşıyorsun…
Çankaya’da rahat yok, çünkü yarattığın kan gölünde boğulacaksın…
Partinle, emir erin Davut’la birlikte…
Demedi deme!
Ben kim miyim?
Sadece insan, en sıradanından…
İnsan olmaya çalışan insan…
Yetmez mi Usta…
Eğer analayabilirsen!

09 Ekim 2014

Macit CÜNÜNOĞLU
09/10/2014 09:05

   Ölen İnsanlık!

A+
A-

“Affedersiniz, bana Ermeni bile dediler” sözüyle insanlık tarihine kutsal harflerle geçen
Sultanımızın ülkesinde bakın neler oluyor?
İki gün önceki Cumhuriyet’te okudum, aslında takip ettiğim bir gazete değil, bin de bir…
O da yılların sadık okuru Eniştemleri ziyaret ettiğim zaman.
İç sayfada Amasya, Yeşilırmak süzüle süzüle kentin içinden akıyor…
Üzerinde Pontus’tan kalan bir köprü, ve bir vatandaşımız gülümseyerek objektife poz vermiş…
Adı: Faruk Altınoğlu, haberci fotoğrafın altına not düşmüş; “Amasya’da yaşayan son Ermeni!”
Vay anasını, demek ki köklerini tam kazıyamadık…
Hâlâ yaşayan var ve direniyor!..
Üstelik ne demiş; gazete de manşetten vermiş…
“Amasya’yı Amsterdam’a değişmem”
Bak şu kâfire, sanki orası babasının malı…
Hâlbuki şehzadeler şehrimiz Hazreti Nuh’tan beri Müslüman asil Türk yurdu!
Ayrıca Ermeni dediğin kim ki?

Haberin tamamını merakla okudum, ne de olsa Amasyalıyım, toprak çekiyor…
O da ne, Faruk Altınoğlu bizim Garbis’in kardeşi, çocukluk arkadaşım, mahalleden komşum.
Demek ki Ohannes amca ile Maryam teyzenin oğlu, anneleri iyi terzidir, bilhassa gömlek dikiminde birinci sınıf ustadır, Vakko ayarında üretir, özel müşterileri vardır…
Biri de Ankara’lardan gelip gömlek sipariş eden halamın oğludur…
Hey gidi günler hey, el zanaatlarını da hoyratça mezara gömdük!
Faruk anlatıyor, çektiklerini çilesini…
Asıl adı Rafael’miş, bakmış Ermeni kimliğiyle Müslüman mahallesinde yaşamak zor,
yalancıktan asimilasyona uğrayıp Türkleşmiş…
Ne kadar acı bir durum, vay benim halkım vay…
Hani “yaratılanı yaratandan ötürü severdin?”
En azından böyle diyor Sultan, ülkenin bir numarası…
Hepsi yalan değil mi?
Demek ki sahtekârlık, ikiyüzlülük içimize işlemiş!

Zaten bu ülkede azınlık olmak oldu bitti zordur…
Lozan’da alınan kararlar da hikâye…
Hayatın acı gerçekleri her an çıkar karşımıza…
Baksanıza son yaşananlara; onlarca Kürt genci öldürüldü sokak ortasında…
Neymiş efendim, gösteri yapıyorlarmış…
Hâlbuki daha dün; Gezi’de tek tek insan avlandı dünyanın gözleri önünde…
Hele “1 Mayıs”,  emekçinin enternasyonal bayramı iktidarlar tarafından daima belâ sayıldı…
Kaldı ki Ermeni, Rum, Yahudi kimliğiyle yaşamak…
Aman tanrım, ne eziyetlidir vatanı ortak paylaşmak…
Kadim dostlarımızmış, bu toprakların eski sahipleriymiş…
Kimseyi kandırmayalım, masal masal…
Ne demiş atalarımız; “Bir Türk dünyaya bedel!”
O kadar!

Garbis sosyalistti, 68’li…
Boğaziçi mezunu militan, ne çok mücadele etti, ne çok hapis yattı…
Haza anarşistti, devrimci şiddet adı altında terörü sever, benimserdi…
Bilhassa doğuda gençliği örgütlemeye çalıştı…
Sonuç, ağır bedeller ödedi, şimdilerde Fransa’daymış…
Öyle söylüyor kardeşi Rafael…
Keşke o zekâ fışkıran beyin halkına doğru dürüst hizmet etseydi…
Nice Hırant’lar yetiştirirdi memlekete…
Entelektüel, barışsever, Ermeni kültürünü yücelten yaşatan…
Olmadı işte, harcanan her değer gibi O da karıştı sıradan hayatlar arasına.

Son söz: Amasya’da yaşayan son Ermeni diyor ki, “bir mezarlığımız bile yok.”
Haklı, Ermeni mezarlığının yerine İmam Hatip’in temelleri atılırken oradaydım…
Gençtim, altmışlı yıllar…
Kilisenin yerine de kapalı spor salonu yapıldı.
Ah hemşerim, ah canım benim…
Ülkede öyle bir rüzgâr esiyor ki, geleceğimiz gençliğimiz teslim edildi yobaza, softaya…
Ayasofya potada, Haham Başı’nın torunu Kur’an’da…
Kısaca, “bir başkadır benim memleketim”
İnsanlık çoktan ömüş…
Buyrun cenaze namazına, bir de ruhuna Fatiha okuyabiliyorsan…
Ne mutlu sana!  

07 Ekim 2014

Macit CÜNÜNOĞLU
07/10/2014 08:04

   Pazarlanan Umut!..

A+
A-

Mübarek bayram günü Maliye Bakanı Mehmet Şimşek müjde mi veriyor, yoksa
batan geminin mallarını mı satıyor, anlamış değilim!
Adam gözüne kestirdiği her şeyi, ama her şeyi pazarlıyor, sanki babasının malı…
Tam bir İngiliz kırması, tüccar, iyi yetişmiş ticaret erbabı!
Aferin O’na, istikbâl göklerde değil, özelleştirmede!
Görmüşsünüzdür, satılacakların listesi yayınlandı…
Şeker gibi, içinde yok yok…
Seç beğen al…
Yeter ki arzulayıp hedefe kilitlenin…
Cebinizde paranızın olmaması da mühim değil…
Deyin ki açlıktan nefesi kokan baldırı çıplaksınız…
Kime ne?
İktidarın kıçını yalıyorsanız mesele yok…
Girersiniz ihaleye, zaten sizden başkasına izin verilmez…
Adres bellidir, anlarsınız ya, katakulli işleri…
Sonuç itibariyle Bilal oğlanın babası da onayladıysa işlem tamam…
Artık hayrını görün!

Yalnız bir konuda itirazım var…
Tamam, satsınlar şeker fabrikalarını olimpiyat tesislerini…
Zaten çayı şekersiz içerim, tatlıyı da sevmem…
Kış sporlarına düşkünlüğüm de yok, hele bu yaştan sonra…
Deli miyim, kafamı kolumu kıracağım…
Tek itirazım umudumun satılmasına…
Yani Millî Piyango’nun, Toto’nun ve At Yarışları’nın özelleştirilmesine…
Olmaz, kesinlikle olamaz…
Ki bizler genel olarak devletçiyiz…
Bilahare karmacı, İzmir İktisat Kongresi’ni takiben…
Son zamanlarda ise feleğimiz şaştı, ne olduğumuzu biz de tam bilmiyoruz…
Ah bu küresel kapitalizm yok mu?
Düşüncelerimizi, duygularımızı, ideallerimizi iğdiş etti!
İllâ tarif de gerekirse, herhâlde özel sektöre sıcak bakıyoruz…
Artık pozisyonumuza ne denirse?
Mesela altta tüketen halkımız, üstte viagra takviyeli sermaye ile iktidar…
Ohhh, keyfe bak!

Ne diyordum?
Evet evet, umudumun satışına şiddetle karşıyım…
Çünkü arada sırada (haftanın yedi günü, gece gündüz) at yarışı oynarım…
Aklıma estiği zaman toto…
Eh, ata yadigârı piyangoyu da ihmâl etmem…
Topu topu ayda üç sefer…
Seks skoru değil canım, kötü niyetli olmayın, çekilişten söz ediyorum…
İşte bu alışkanlıklar benim hayâlim, geleceğim, garantim…
Dolayısıyla sülalesini sevdiğim özel sektöre devrine derinden üzülürüm…
En iyisi mi yine devlette kalsın…
Ne de olsa devrimciyiz ve CHP’ye oy veren bahtı açık seçmeniz…
Bakarsınız bin yıl sonra iktidara geliriz de…
Islah ederiz memleketi, vatandaşın yaşam kalitesini…
Umuda gerek kalmaz, lav ederiz hayâl ticaretini…
Öyleyse bugünden tezi yok, haydi işbaşına…
Sloganımız da “Umut özelleşemez”
Var mısınız kavgaya, AYM önünde çadır kurmaya?
Nedenine gelince umut devlette kalsın ki, hayâlciliğimiz resmiyet kazansın…
Malı götürsün A Ke Pe!

06 Ekim 2014

Macit CÜNÜNOĞLU
06/10/2014 11:27

Bimen Şen

A+
A-
“Ebedî nâzımıdır sanat-ı feryâdımızın
Öperiz ağzını hep Bimen-i üstadımızın!"

                                                                  Süleyman Nafiz
 
 

Bimen Şen, faslın büyük ustası.
Asıl adı: Bimen Dergazaryan, soy sop açıklamasını “asıllı” takısıyla yapmayı sevmem,
ayrıca doğru da bulmam…
Neysen o, veya nasıl hissediyorsan, gerisi de hikâye!
Üstadımız Ermeni, 1873 Bursa doğumlu, babası Gaspar Dergazaryan din adamı.
Müsikişinas bir aileden geldiği için sesinin güzelliği dikkatleri çekip
çocukluğunda kilisede ilâhi okumaya başlamış…
Ve kazandığı başarı kısa sürede çevresine yayılmış.
Daha on bir yaşındayken Bursa’yı ziyaret eden Hacı Arif Bey’e takdim edilmiş…
Birkaç şarkı, meşk derken sesini çok beğenen üstat İstanbul’un yolunu tutmasını
tavsiye etmiş…
Ah İstanbul ah, sen nelere kadirsin!
Başlangıçta aile şiddetle karşı çıkmış…
Söz dinler mi Bimen, bir kış günü ver elini İstanbul, henüz on dört yaşında…
Kahramanımızın hayat macerası da asıl bundan sonra başlar.

Yanında getirdiği para kısa zamanda suyunu çeker, hoş geldin açlık sefalet!
Ne yapacak, yokluktan ölecek değil ya!..
Ayrıca “Aç sanatkâr kilise duvarını deler”
Ver elini kilise, bülbül sesiyle yine ilâhiler…
Şans işte, bir soydaşının dikkatini çeker, adam bankerdir.
Sahip çıkar, iş güç sarraflık, hayata dört elle sarılış, artık kıçı kurtarmıştır Bimen.
Ünlüdür, öyle ki…
Sık sık M. Kemal’in davetlisi olur, Dolmabahçe’de en güzel şarkılarını terennüm eder.
Sanatkârımız aslında herhangi bir enstrüman çalmaz, hatta nota dâhi bilmez…
O sadece besteler, dostları da notaya çeker…
Ama ne eserler, klasikçiler iyi bilir, bilhassa fasılcılar…
Derya deniz şaheserlerdir, Bimen Şen’siz fasıl olmaz.

Bilirsiniz, âdettir; Bayram günleri arifeden mezar ziyaretleri başlar…
Sonsuzluğa göç eden yakınların ruhları şad edilir.
Ben de Feriköy’deydim, Ermeni mezarlığında.
1943 yılında vefat eden üstadımızın mezarını arayıp buldum…
Süleyman Nafiz’in dediği gibi,
“Ebedî nâzımıdır sanat-ı feryâdımızın” muhteşem sesini, bestekârını…
“Fatiha” okuyamadım, zaten bilmem, aslında çocukken ezberimdeydi…
Ah yıllar, belki de yaşlılık!
Neyse, dua yoksa şarkıda mı yok?
Başladım ufaktan ufaktan “Cevrin beni öldürse de aşkından usanmam…”a…
Peşinden “Derdimi ummana döktüm…” adlı eserine…
Gülümseyerek Papaz Efendi yanaştı yanıma…
Dedi ki, “Muhterem yakınınız mıydı?”…
“Evet” dedim, “İnsandı, insan gibi insan, ince ruhlu, sanatkâr, üretken”…
“Şimdilerde nesli tükenen!”

Başladık derin sohbete…
O da keman çalarmış, ben de ud…
İlk fırsatta buluşmaya söz verdik, Bakırköy’de, Agop Çavuşyan’ın yerinde…
Yüreğimizde Bimen Şen, en güzel şarkılarıyla aziz ruhunu şad edeceğiz…
İki insan el ele, gönül gönüle.

Not: Üstadın beş yüz kadar bestesinden günümüze ancak iki yüz ellisi ulaşmıştır…
Buna da şükür, ya sevgili Hrant gibi tümden yok edilseydi?