bir şair vardı, öğretmen

17 Ekim 2014

Macit CÜNÜNOĞLU
17/10/2014 07:39

        Haydi görev başına!

A+
A-

Televizyona çıkan Baba diyor ki, “oğlumun cesedini ayağındaki benden tanıdım”...
Ne fecii bir durum, ayrıca yaşanan vahşetin boyutlarını düşünebiliyor musunuz?
Neden, nasıl, niçin?
Velev ki bu gençler İŞİDCİ olsun, cezayı kesip anında linç mi etmeli?
Gözü dönmüş bir hâlde paramparça ederek!
İnsanın aklını yitirmesi lâzım...
Ki Diyarbakır’da gelinen nokta maalesef o...
Sahi, Kürtlerin partisinin adı neydi, hani başkanlığını Selahattin’in yaptığı...
Bazı aile bireylerim son seçimde (Cumhurbaşkanlığı) oy vermişlerdi de...
Ben de “iyi yapmışsınız” demiş ve ilâve etmiştim: “Adam gibi adam”...
Halkların Demokratik Partisi’ydi değil mi?
Sözlerimi geri alıp bundan böyle bu partiyi ismiyle değil Kürt Milliyetçilerinin
Partisi
(KMP) olarak anacağım...
Çünkü eylemleri bırakınız demokrasiyi, gayriinsanî...
Bir de Altan Tan gibi bir şeriatçıyı salmışlar ortaya...
Daha doğrusu “Doğrucu Davut” rolü biçerek;
“Özür dileriz, olaylar maksadını açtı!”
Hadi canım siz de, gidenler gitti, hem de gencecik insanlar...
Geride gözü yaşlı analar, babalar...
Bu mudur sizlerin siyaset anlayışınız?
Asimetrik savaş yürüten PKK’nın izinden gitmek...
Ondan sonra da halkların kardeşliğinden, barıştan söz etmek...
Kendi adıma ben yokum, ve başta Selo olmak üzere olayın sorumlularını
kınıyor ve lânetliyorum!

Gelelim “şiddet” meselesine...
Öncelikle “tarih tekerrürden ibarettir” safsatasını bırakalım...
Çünkü külliyen yalan!
Tarih asla kendini tekrar etmez, olsa olsa yaşananlardan ders çıkartılır...
Ki işte bir iki örnek, üstelik yakın tarihimizden, bizatihi kendi yaşamımızdan.
Çok değil, bundan kırk üç yıl önce...
Tarih: 27 Mart 1971...
Yer: Ünye, NATO üssü...
Bizimkiler (Mahirler) üç teknisyeni kaçırırlar...
Ne adına?
Elbette solculuk, devrimci mücadele adına...
Sonrası malûm...
Kızıldere, çıkan çatışma, sivil teknisyenler (2 İngiliz, 1 Kanadalı) alınan
karar gereği başlarına kurşun sıkılarak öldürülürler...*
Aynen İstanbul’da kaçırdıkları İsrail Başkonsolosu Elrom’u katlettikleri gibi...
Olmaz, olamaz...
Ancak oldu işte, hem de devrimci kavgayı kanla kirletme pahasına...
Hâlbuki Deniz, askere kurşun sıkamayan Deniz...
Kimseyi öldürmemekle, masumiyetiyle anılır...
İşte devrimcilik, işte gerçek solculuk, işte 68 ruhu...
Asıl kavgamız insanı yaşatmak üzerinedir...
İnsanca, kula kulluk etmeden, barış içinde, kardeşçe...
Gerisi hikâye...
Zaten IŞİD içimizde...
En tepede, iktidarda...
Memleketin her köşesinde...
Öyleyse “analar ağlamasın” diye haykırabiliyorsak...
Sağlam yürek, gülümseyen yüz, ışıldayan göz ve samimiyet gerek...
Daha ötesi de yok!

Evet, zaman özeleştiri zamanı...
Dürüstçe, namusluca, cesaretle...
Eğer evlâtlarımıza, torunlarımıza umut dolu bir dünya bırakmak istiyorsak...
Barış rüzgârlarının estiği, doya doya sevginin yaşandığı bir dünya...
Haydi görev başına!

*Çıkmaz Sokak, yazarı: Uğur Mumcu
  Tekin Yayınevi

Hiç yorum yok: