bir şair vardı, öğretmen

31 Aralık 2011

Mutlu Yıllar

.

Değerli okurlarımın "Yeni Yıl"ını kutlarım...
Sevgi, barış her daim yaşamımızda olsun...
Gülümsemeler eksik olmasın, gözyaşları uzak dursun...
Daha güzel bir dünya için çalışalım...
Hayâllerimiz yıkılmasın.

Sevgiyle, saygıyla.

Macit Cününoğlu

.

Yüzleş(me)!

.

André Gide Fransa’nın dünyaca ünlü yazarıdır.
Sosyalisttir ve Stalin’in davetlisi olarak Sovyetler’i ziyaret eder.

Yıl: 1936.
Ve “SSCB Dönüşü” adlı kitabında izlenimlerini okurlarıyla paylaşır.
İyi niyetlidir, yapıcı eleştiriler getirir sosyalist uygulamalara.

Ancak başta Avrupa olmak üzere sol entelijansiyanın hışmına uğrar.
Hatta iş öyle bir noktaya gelir ki; ünlü yazar kurulan engizisyonlarda
yargılanıp adeta aforoz edilir. Aynen bizde olduğu gibi!


Orhan Pamuk’un başına gelenler hafızalarımızda tazeliğini korur.
Doğru veya yanlış, iki lâf etti diye dar ettik ülkeyi…
Soluğu aldı Amerika’da, zafer resmî ideolojinin ve saldırgan savunucularınındı!


Dolayısıyla zor iştir eleştirmek, sürüden ayrılmak, sonuçlarına katlanmak…
Bir de hassasiyet derecesi yüksek mevzulara yönelmişseniz mücadele sertleşir…
Kıran kırana kavgaya dönüşür, hoş görmez affetmez sizi kurulu düzen…
Canınızı kurtarırsanız eğer mahpus bavulunu hazırlamak gerek!


Bu konuda ülkemizin tarihi bereketlidir.
Nazım’ın kuşağı başı çeker, Sabahattin Ali’yle vahşetin doruklarına ulaşır…
Hiçbir farklı düşünce yaptırımsız kalmaz, ama az ama çok kesilir ceza anında!


İşte yüzleşmek böyle bir şey...
Herkesin kendince kırmızı çizgileri, değerleri, kutsalı vardır.
Sağ-sol fark etmez, yeter ki dokunulmazlık alanları delinmesin!


Özellikle devlet-î âlimizin salkım saçak duran hastalıklı sinir uçlarına basmak
her baba yiğidin harcı değildir. Gözü kara, yüreğin sağlam olması lâzımdır.
Yoksa Marmara çırası gibi yanar arkanızda kimseyi bulamazsınız!


Peki, nedir bu özenle korunan hassasiyetler…
Bir: Devletin dayandığı temel payandalar Türklük ve Sünni İslâmcılık…
İki: Bu iki paradigmadan yola çıkarak inşa edilen bir yığın aksesuar!

Sıkıysa bu yapılardan herhangi birine dokunun…
Karşınıza ya TMK çıkar ya TCK! Ya da Yasin, Ogün gibi tetikçi kahramanlar(!)


Böyle gelmiş böyle gidecektir uzun yıllar…
Çünkü malzemeden çalınmış imalatlarla yaşamak hiç de kolay değildir.
Bazen altı ok olur gözünü oyar, bazen dinsel farz veya şart olur yüreğini dağlar!


Dokuz yılı aşkın süredir ampulün demokrasisi altında yaşıyoruz…
Günâhları sevaplarıyla birlikte yirmi birinci yüzyılda ilerliyoruz…
Bay RTE’nin kendine Müslüman anlayışına da alıştık…

Yani ne kadar kötülük ve melânet varsa CHP’den, İnönü’den Kemal’den…
Ne kadar güzellik letafet varsa emin olun ki AKP’den, yakası güllü Recep’ten!

“Kısa vadede iktidardan ne bekliyorsun?” derseniz…
Elbette çok şey!

Öncelikle hazırlıkları tamamlanan “Yeni Demokrasi Paketi” yürürlüğe konulmalı...
“İleri Demokrasi”de olduğu gibi nimetlerinden tüm halkımız yararlanmalıdır.

Hapishane üretimleri hızlandırılmalı, mümkünse TOKİ marifetiyle özgür düşünceli
vatandaşlara uzun vadeli mortgage kredileri kullandırılıp pazarlanmalıdır.


M.Kemal’le, CHP’yle, İnönü’yle yüzleşen yazar-çizer takımı taltif edilip
Henkel madalyasıyla onurlandırılmalı…
Maraş, Çorum, Sivas, 1 Mayıs gibi ahlâka mügâyir konulardan bahsedenler
vatan haini ilân edilip adaletin şefkatli kollarına teslim edilmelidir!

Şimdilik bu kadar değerli okurlar…
Devamı yeni yıla!

www.gazetemen.com

.

30 Aralık 2011

"Babalar ve Oğullar!"

.

On dokuzuncu yüzyıl Rus edebiyatı ülkemiz gençliğini derinden etkilemiştir.
Özellikle Ivan Turgenyev’in 1862’de yazdığı “Babalar ve Çocuklar” romanı
en çok okunanlar arasında yer alıyordu.

Her ne kadar roman –hangi akla hizmet- “Babalar ve Oğullar” olarak dilimize
çevrilmişse de yüz elli yıl önceki Çarlık Rusya’sının entelektüel düzeyini anlamak
bakımından ipuçları veriyordu.


Roman kahramanı “Bazarov”un nihilist (hiççilik) görüşleri düzen karşıtlığını ifade
etmesinin yanısıra ilk Bolşevik düşünceyi temsil ediyordu. Ayrıca Dostoyoveski,
Tolstoy gibi dünyaca ünlü Rus edebiyatçıları da kaleme aldığı eserlerinde yaptıkları
derin psikanalizlerle Turgenyev’in izinden gidiyorlardı.


Dün toprağa verilen “Son Menderes” sözünü ettiğim romanı hatırlamama vesile oldu.
Ve daha nice babalar ve oğullarını! Herhalde en trajik olanı Mendereslerin yaşadıklarıdır.
Ya 1 Mart 1972’de evinde intihar eden büyük evlat Yüksel Menderes’in hüzün dolu
veda mektubuna ne demeli…


“Hayatta kaderin bütün cilveleri beni buldu. Kötü hadiseler karşısında daha fazla
tahammül gösteremeyeceğim. Artık yaşama gücümü kaybettim.”…


Babası Adnan Menderes’in idamından bir gün önce denediği intihar girişimini
sanki o gecikerek tamamlıyordu! Altı yıl sonra Mutlu Menderes’in geçirdiği
trafik kazası sonucu ölümü ve Aydın Menderes’in bilinen çileli serüveni…
Altmış birden iki bin on bire geçen yarım yüzyıllık zaman diliminde
üç oğlun sıra dışı hayatlarıyla sarsıcı finalleri!


Dokuz buçuk yaşımda babamı yitirdiğimde ne çok üzülmüştüm…
İlk söylendiğinde elimdeki simidi düşürmüş gözyaşlarım yanaklarımdan süzülmeye başlamıştı…
O günden beri yaşadığım tüm acıları sessizce göğüslemeye çalışırım…
Ne de olsa göz pınarlarından dökülen damlaların sesi çıkmaz, ıslaklık acının izleridir.


Ancak altmışlı yıllarda taşımaya başladığım siyasal bilinç 27 Mayıs darbesini
“devrim” olarak selâmlıyor ve kuşağımın önemli bir bölümünü kamplaşmaya sürüklüyordu.
İşte o tarihlerde asılan üç devlet adamını vatan haini olarak görmekten geri durmuyor
keşke daha fazla cana kıyılsaydı diye sapkınca düşüncelerin esiri olabiliyorduk!


Soğuk savaşın en sert yılları… Toplumun sağ-sol olarak ikiye bölündüğü
radikal akımların gündelik hayatı etkilemeye başladığı devirler.
Emeksiz elde edilen 61 Anayasası her yönüyle bol geliyor sisteme…

Sol acemi-çaylak-toy, Baasçı darbe yetmez diyerek düşüyor sosyalist devrim telaşına!
Yer mi bu numaraları kurulu düzen?
“İti ite kırdırma” mantığı çerçevesinde otomatiğe bağlanıyor askerî darbeler…
Maksat yükselen değer solun kökünü kazımak!

Sonuç itibariyle demokrasinin emeklemeye başladığı süreçte yitip giden bir kuşak…
Bugünden baktığımda babaları idam edilmiş üç evladın kederine ne kadar uzakmışız…
Dünyadaki her bir şeyi öğrenmişiz, Sovyetler’den Çin’e, Küba’dan Angola’ya…
Lâkin “Empati” denilen kavramı tanımıyoruz, çünkü henüz icat edilmemiş(!)


Halbuki oğul Mendereslerden bir yıl önce yitirmiştim babamı…
Sosyalist devrimi özlediğim kadar o’nu da özlüyordum…
Ve hasretim içsel dünyamda sürdü yıllarca…

Ta ki “Empati” denilen gavur icadıyla tanışana kadar…
Aynen babama ağlar gibi ağladım “Demirkırat” belgeselini izlerken…
Hele baba Menderes’in o boynu bükük çaresiz hâli yok mu?
Tutamadım kendimi, alışkanlıklarımı çiğneme pahasına yüksek sesle ağladım.


Not: Sevgili Patronum, ister kız ister kov…
Bu akşam RAKI içeceğim, hem babam hem de Mendereslerin anısına!


www.gazetemen.com

.

25 Aralık 2011

Solun Yalellisi!

.

Yanılmıyorsam yetmişli yılların ortasıydı.
Eski bir dostumla Süleyman Abi’yi (Ege) ziyaret etmiştik.
Kızılay-Ataç sokaktaki evi aynı zamanda işyeriydi.
Dönemin ünlü “Bilim ve Sosyalizm Yayınları”.
Solun öcü olarak kabul edildiği soğuk savaş yıllarında
“Komünist Manifesto”yu ilk kez dilimize çevirmiş ve yayımlamıştı.


Tahmin edileceği gibi başına gelmedik kalmadı.
Yüz binin üzerinde kitabı gasp edildi, yayınevi defalarca basıldı darmaduman oldu.
Bir de otuz yıllık mahkûmiyet, hastane koğuşlarında prangaya vurulmalar…
Neymiş efendim; “sen nasıl K.Marx ile F.Engels’in eserini yayımlarsın?”.


Bu anıların aklıma gelmesinin nedeni “SOL”un yeniden tartışılmaya başlanması…
“Solculuk bitti mi, bitmedi mi?”… Bak şu işe?..
Her şey Taraf gazetesi yazarı eski Maocu Halil Berktay’ın başının altından çıktı.
Peşinden tarihî TKP’nin lideri Nabi Yağcı (Haydar Kutlu) topa girdi.
Keskin sosyalist Roni Margulies durur mu, o da mevzunun kahramanı…
Sonuç itibariyle Taraf’ın bu üç yazarı kendi aralarında muhabbeti sürdüre dursunlar…
Hürriyet’in Marksist orijinli liberal kalemşörü Hadi Uluengin de bodoslama dalmaz mı?
Tamam, kadro şimdi oturdu derken T24’den Oya Baydar da boy gösterdi…


Bir süredir de yazılanları saçılanları, günâh çıkarmaları stratejik hataları izliyoruz derken…
Taha Akyol efendinin ağır abi ayaklarıyla sahaya girmesi maçın tuzu biberi oldu!
Sanki üstüne vazife, üstelik yıllarca milliyetçi hareketin kurmaylarından ol…
Ondan sonra solun içsel ve de teorik meselelerine hariçten gazel oku.
Olacak iş değil ama oluyor işte, ne de olsa burası Türkiye!


Bir de serbest piyasa düzeni üzerine ahkâm kesmez mi?
Yok, endüstriyel sistem yirmi dört milyon çeşit mal üretip arz ediyormuş…
Sosyalizm bunlarla baş edemezmiş falan filân, özetle kapitalizme methiyeler…
Ne de olsa tuzu kuru, attı kapağı Hürriyet’e…
Müslüman mahallesinde salyangoz satacak değil ya!


Her neyse, nasıl olsa polemik gazete köşelerinde devam ediyor…
Bakalım sonuç ne yönde tecelli edecek, barış zor ama belki kerhen konsensus sağlanabilir…
Veya olay kanlı-bıçaklı bir merhaleye ulaşıp karakolda biter!


Ancak benim asıl üzerinde durmak istediğim mesele Süleyman Abi’nin kitabı…
Yani “Komünist Manifesto”. İlk baskısı 1848 yılında İngiltere’de çıkmış.
Bendeki 1976 tarihli. Lâf aramızda darbelerde o kadar kitabım gitti…
Nasıl olmuşsa bu canını kurtarmış, belki –önsözleri saymazsak- kırk sayfalık olduğu içindir!
Şöyle bir göz attım, Dedelerimin bilinen masalları…
Yalnız final bölümünü değerli okurlarla paylaşayım istedim…
Ne de olsa serde solculuk var, “can çıkar huy çıkmaz” derler!


Evet, konuyu dağıtmadan büyük ustalarımız son söz olarak diyor ki;

“Komünistler, görüşlerini ve amaçlarını gizlemeyi küçüklük sayarlar.
Onlar, hedeflerine ancak, mevcut sosyal koşulları zorla devirerek ulaşmanın
mümkün olduğunu açıkça ilân ederler. Varsın egemen sınıflar bir komünist
devrimi korkusuyla titresinler. Proleterlerin zincirlerinden başka kaybedecek
bir şeyleri yoktur. Kazanacakları koca bir dünya var.
BÜTÜN ÜLKELERİN İŞÇİLERİ, BİRLEŞİNİZ!”.


Gel de bu saatten sonra breh breh deme, yorum yapma!
Hadi onlar yüz elli yıl önce bu görüşleri icat edip teorileştirmişler…
Eh, geçtiğimiz yüzyıl doğru-yanlış uygulayıcıları da olmuş…
Hatta Kuzey Kore’yle Küba sosyalist kimliğiyle bu yüzyıla sarkmış!

Ne yapacağız şimdi, sil baştan deyip Marxsizmin kutsal kitabına
dört elle sarılıp devirecek egemen güç peşine mi düşeceğiz…
Yoksa insan yüreğini merkeze alıp özgürlük-eşitlik-adalet-kardeşlik-barış
ve demokrasi için sevdalanıp mücadelemizi mi yükselteceğiz?
Veya çağımızın yükselen değeri kabul edilen Çin modelini
insanlığa kurtuluş reçetesi olarak mı sunacağız?


Sorular çok, cevapları zor mu zor…
En iyisi mi hazır duvarlar yıkılmış, globalizm gezegeni teslim almışken…
Ülker gurubunun yeni satın aldığı “Godiva” çikolataları eşliğinde…
Halis İskoç malı Jack Daniel’s markalı viskiden şifa niyetine
kalp damarları için bir yudum almak… (İlk defa rakı demiyorum, Patron yasakladı.)


Sol mu? Ne solu kardeşim… Hele bir tartışma sonuçlansın…
Ayrıca bu gün Pazar, dükkân kapalı…
Okumuyor musun yukarıda yazdıklarımı?


www.gazetemen.com

.

23 Aralık 2011

Madımaklı Mıhlama!

.

Geçenlerde Beyoğlu’nda yürüyordum Artin’le karşılaştım…
İlkokul, ortaokul, futbol arkadaşım, karşılaşmayalı yarım yüzyıl olmuş.
Maşallah Artin hiç değişmemiş, saçlarını boyamıyorsa aslanlar gibi.


Babası Mardiros Amca, doğduğum küçük kentin en ünlü eczacı kalfasıydı…
İki yıl yanında çırak olarak çalıştım…
Doktorlardan çok müşterisi vardı, hastaları muayene olmak için
eczanenin bir köşesinde sıraya girerdi!


Kardeşçesine yıllar geçirmemize karşın Artin soğuktu, mesafeliydi…
Sevgili Hırand’ın son yazısında değindiği ürkek güvercin gibiydi!
Halbuki ağabeyimin devresi rahmetli Levon Abi öyle miydi?
Ağabeyi Garbis ne kadar suratsız nobransa, Levon Abi’nin gözlerinin içi gülerdi!
Belki de müzisyenliğin getirdiği ince ruh hâlidir, mükemmel akordeon çalardı.
Asıl mesleği terzilik olmasına rağmen boğazın ilk piyanist-şantörlerinden olduğu söylenirdi.


Bir de kuyumcu Dikran Abi vardı, iki-üç ay önce Hürriyet’te ölüm ilânını gördüm…
Uzun boyu, asık yüzü usta sinemacı Cevat Kurtuluş’u hatırlatırdı…
Çınarcık sahilinde karşılaşmış uzun uzun dertleşmiştik.


Yalnız baba dostu Ohannes Amca ile dünyalar tatlısı terzi Kevork’u unutamam…
Hele zahire tüccarı Ohannes Amca’nın beyefendi yardımcısı Şeref Abi…
Günümüzün değme genel müdürlerine zarafetiyle on basardı.
Kevork ustanın terzihanesi ise aynen bir güzel sanatlar akademisiydi!
Başta İstanbul rüzgârlarının hâkim olduğu atmosferde yetişen çıraklar-kalfalar
dönemin loncalık sistemi içinde hepsi birer “Altınmakas” olarak mezun olurdu.


Mahalle komşumuz iri-kıyım tornacı Yervant Usta’dan çekinirdik…
Terzi Mari’nin üzerine gazyağı döküp intihar etmesine ne üzülmüştük…
Cenazesinin nerden kalktığını hatırlamıyorum…
Sahi doğduğum gençliğe adım attığım kentte hiç kilise yok muydu?


Ören yeri olarak bir tanesini hatırlıyorum, Savadiye mahallesinde…
Dayımlar otururdu, yıkık duvarlarının arasında aşık-kındak oynardık…
Sonradan enkazın tam üstüne kapalı spor salonu yapıldı!


Demek ki Ermeni hemşerilerimin dinsel ayin yapacağı bir mekân yoktu…
Aslında nüfusları da az değildi, belki kent nüfusunun yüzde yirmisi!
Sözünü ettiğim yıllar elliler, zaten babam altmışın şubat ayında ölmüştü…


Lâkin Ermenilere yapılan zulümden sık sık söz ederdi…
Kendisi bin dokuz yüz bir doğumlu olduğu için meşhur 1915’i iyi hatırlardı…
Talat-Enver paşaların Alman hayranlığı sonucu ülkeyi sürüklediği felâketler…
Ve doğduğumuz kentte Ermenilerin derdest edilip Helvacı köyü yanından
geçen nehir boyunda katledilmeleri...


Kesilen başlar akan kanlar… Kırmızıyla harmanlanan nehrin yeşil suları…
Kurbanların çoğunun adını sayar, elinde baltalar görev yapan dağ köylüsünü bilirdi.


Ben tarihten anlamam, baktım 1915 üzerine tarihçilerden gayrı herkes konuşuyor
yazıyor çiziyor, belki tarihçilerde konuşuyordur ama onlarınki yeteri kadar duyulmuyor!
Baba yadigârı birkaç sohbet gözlem ile anılarımı paylaşayım istedim…
Maksat popüler konuya Fransız kalmayalım!


Çünkü bu yazımın içinde siyaset, mütekabiliyet, Rus işgali, Oktober devrimi, Tehcir yasası, Kürtler,
“Alman-İngiliz-Fransız” manevraları, Perinçek, Bay RTE, muhalefet, Gladio, Ergenekon, Sarkozy,
hamaset, popülizm numaraları yok…
Sadece bire bir tanıdığım, okullarda aynı sıraları paylaştığım, sokak aralarında çaput top peşinde koştuğum arkadaşlarım ve onların atalarından söz ettim…


Evet, nerede şimdi bu insanlar?
Dilerseniz tapu kayıtlarına bakalım, “gözler yalan söyler tapu senetleri asla. M.C.”…
Veya bir şiir patlatalım Nazım’dan, seslendiren Ruhi Baba olsun…
“Dört nala gelip uzak Asya’dan/ Akdeniz’e bir kısrak başı gibi uzanan/ Bu memleket bizim…”.


Ulusalcılık (Milliyetçilik) solcuya da yakışır, sağcıya da, liboşa da, demokrata da,
şaire de, sanatçıya da…
Yeter ki Ulus-Devlet sağ olsun, mevzubahis vatansa öptüm seni Artin, Kevork, Nişan…
Siz hâlâ İstanbul’da, Feriköy’de misiniz?


Bu necip millet Bay RTE’nin öncülüğünde size de çekerse bir “One minute”…
Pardon elli beş model 6-7 Eylül veya madımaklı mıhlama... Sakın şaşırma!


www.gazetemen.com

.

11 Aralık 2011

"Pazar"lık!



Torunum Su Özarca
“Güneşin altında söylenmedik söz kalmamıştır” derler…
Ne kadar doğru bir tespit.
Bu gerçeği ne zaman mı fark ettim…
Rahmetli Uğur Mumcu’ya mal edilen “Bilgi sahibi olmadan fikir sahibi olunmaz”
özdeyişinin M.Ö. beşinci yüzyılda yaşamış Konfüçyus’a ait olduğunu öğrendiğim zaman!
Belki öncesi de vardır ama en azından ben bilmiyorum.

Aynı şekilde değerli M.Kemal’in sarf ettiği iddia edilen bir yığın vecizenin de
çok daha önceleri başka liderlerce söylendiğini okuduklarımdan sonra keşfettim.
Demek ki “kopyala/yapıştır” tekniği yalnız çağımıza özgü değil,
asırlardır başvurulan bir yöntemmiş.

Aslında bugünkü konumuz  –ukalaca hafiyelik değil- gençler.
Cumhuriyetimizin emanet edildiği damarlarında asîl kan dolaşan yılmaz bekçiler.
Bu tatil günü kendi kendime; hem RTE’siz yazı olsun hem de bir nebze
aktüel siyasetten uzak kalıp kafayı dinleriz dedim…

Yoksa gidişat iyi değil, sakın iktidarın icraatlarından söz ettiğimi sanmayın,
bizatihi kendimden söz ediyorum.
Erinde geçinde olacağı buydu, sabah/akşam hükümete çatıp bu işi de
marifetmiş gibi yazarsak obsesif teşhisli klinik vaka olup çıkarsınız…
Bazı dostlarımızın “New-Ankara” veya “Komşu” projesi gibi!

Neyse, gelelim sevgili gençlerimize…
Eskiden ne çok kızar eleştirirdim, gerekçesi de; “niçin politikayı sevmiyorsunuz?”…
Bak şu işe? İllâ ki siyaset denizinde herkes boğulmak zorunda!
Ayrıca suçlu arar “12 Eylül”ü bacaklarından asar, bin bir bahaneye sığınıp
sorumun cevabını bulmaya çalışırdım.

Şükürler olsun şimdi rahatladım ve gençleri her zamankinden daha fazla önemsiyorum.
Birincisi; yeni nesiller kesinlikle realistler, nerdeee bizim saf hâllerimiz?
Başta da belirttiğim gibi her okuduğumuza her söylenene kolaylıkla inanırdık…
Ya günümüzde?.. Başta Google Efendi peşinden “Ay-Fon”…
Her türlü bilgi belgeli, yok öyle işkembe-î kûbradan atmak!

İkinci nedene gelince; Allah için çocuklar yaşamayı seviyorlar…
Olanı da olmayanı da! Hani reklâmda “Babam sağ olsun” ayağı var ya…
Aynen öyle, büyük çoğunluk ebeveyn parasıyla yaşıyor huzur içinde!
Bu saatten sonra kim takar işin emek boyutunu, mühim olan çağı kavramak!

Yine de onlarla sanat üzerine konuşmak fevkalâde keyifli…
Bilhassa müzik edebiyat ve dans.
Son zamanlarda bakıyorum, o kadar çok tangocu gencimiz var ki!
Ne mutlu bizlere, aydınlık geleceğimize…
Arjantin rüzgârları esecek yarınlarımızda, sanatın dalları yayılacak…
Resimden tiyatroya, edebiyattan baleye ve de heykele diyeceğim ama…
Son sözümü geri alıyorum, malûm Pazar, dokundurmayacaktık “x”e ve ucube heykele!


Herhalde yeryüzündeki enteresan ülkelerin ilk sıralarında yer alıyoruzdur...
Müthiş yenilikçi, devrimciliğe varacak boyutta radikal değişimci.
Sakın siyasetten söz ettiğim sanılmasın, derdim tüketim.
Daha dün yetkililer açıkladı; kredi kartı harcamaları 200 Milyar TL’ye ulaşmış…
Bu rakam kaç ülkenin yıllık bütçesinden fazladır dersiniz?

Gördünüz mü, çaktırmadan lâfı yine siyasete getiriyoruz diyecektim ki…
Torunum yetişti imdada, hasbam bir yaşını geçenlerde doldurdu…
Dedesinden (bendenizden) tablet istiyormuş!
O ne ki demeye kalmadan AVM’lerin broşürünü koydu önüme…
Ve işaret etti en pahalısını, “Tablet PC”ymiş meramı!

İyi pazarlar değerli okurlar…
Umarım canınızı sıkmadım?  


10 Aralık 2011

Hopa'dan Sonra...



Doksanlı yıllarda dört ay hapis yatan Erdoğan’a ne çok üzülmüştüm…
Aklımdan hiçbir zaman; “Oh olsun” demek geçmedi.
Ayrıca rahmetli Menderes’in hüzünlü sonunu saymazsak…
İki başbakanımız misafir edilmişti mahpusta; biri Ecevit diğeri de Erbakan!

Diyeceksiniz ki; ya Demirel ya Zincirbozan?
Boş verin canım, orası Diyarbakır’ın yanında beş yıldızlı tatil köyü!

Gelelim mi Hopa’ya, Hopa davasına?
Bu güzide ilçemizi, sınırın son noktasını ziyaret etmiş RTE Bey …
Ne var bunda?

Ancak ziyaretini seçim zamanı lûtfetmiş ve olanlar olmuş…
İtiş kakış joplu okşama biber gazı ikrâmı derken hakkın rahmetine
kavuşmuş Metin Hoca!

Ankaralı gençler bozulmuşlar bu işe…
İleri demokrasinin güzelliklerinden istifade edelim diyerek olayı protesto etmişler…
Vay sen misin sesini yükselten, yirmi ikisi karga tulumba kodese!

Uzunca bir süre içerde zorunlu ikametgâha tabi tutulan gençlerimiz
neyse ki dün serbest bırakılmışlar.
Doğal olarak aileler sevinçten ağlamış sarılmışlar yavrularına.

Netice olarak amacımız bilinenleri tekrarlamak değil…
Asıl mesele, sabah/akşam komşumuz Başer Esad’a demokrasi dersi verenlerin
ülkemize lâyık gördüğü dayattığı adalet anlayışı…
Nasıl bir zihniyet dünyasıdır ki sıfır toleranslı uygulamalar yurdun dört bir tarafında!

Bu mudur çağdaş demokrasi, bu mudur yirmi birinci yüzyılın koşulları?
Tutuklu ve mahkûm sayısı yüz yirmi bine ulaşmış…
Ha bire hapishane yapmak hizmete sokmak korku imparatorluğunun
payandaları mıdır yoksa canım ülkemin kara lekeleri midir?

Ayrıca nasıl bir nefret intikam duygusudur ki, dokuz yılda azalacağına
giderek artıyor bileniyor daha fazla kin kusmaya başlıyor.

Aklımıza kuzey komşumuzun çarı demir yumruklu Putin geliyor…
KGB’den edindiği zengin deneyimleri siyasî arenada bir bir sergiliyor!
Değerli komşum sayın Nakay’ın konuyla ilgili son yazısı önemli…
İnsanlığın baş belâsı ırkçı milliyetçiliğin vardığı boyutları paylaşmış okurlarıyla.

Son yıllarda zaten pek bir sıkı fıkı dost olduk yoldaş Putin’le.
Doğal gaz, nükleer santral anlaşmalarıyla adeta aşk hayatı yaşanıyor komşuyla!

Ne dersiniz; kır atın yanında duranın rengi değişmeyeceğine göre…
Topraklarımızda yaşananlar ileri demokrasi destekli, milliyetçi-dinci parfümlü
otoriter başkanlık sisteminin ayak sesleri mi?

Üstelik bizimki daha avantajlı…
Çünkü karşısında üç parçalı muhalefet, hepsi şaşkın ayrı ayrı havada!
Şike yasasında görüldüğü gibi istenildiği anda geliyorlar tuzağa…

Hele sosyal demokrat görünümlü olanlar düşmüşler kendi dertlerine…
“Nereye gidiyor ülke?” sorusunu çoktan unutup…
Birbirlerinin boğazını sıkmakla meşguller!

Tüm bu manzara karşısında RTE Bey’in oyu yine yükselmekte yine yükselmekte…
Rusya’da atletik ve antisempatik Putin’in oyları yüzde kırklara düşmüş…
Ya bizim ki? Yüzde altmışları çakmazsa gel yanıma!

www.gazetemen.com

09 Aralık 2011

Bir Musibet...

.

“Ağacı bırak ormana bak!”…
Yıllardır en çok duyduğum tavsiye bu.
Diyemiyorsun; “orman nerde, vardı da biz mi kestik?”.
Anlaşılıyor ki ağız alışmış, lâf ola beri gele!


O kadar çok dillenip tartışıldı bir o kadar da yazıldı, mevzunun cılkı çıktı!
Neden mi söz ediyorum, ülkemizin yegâne sorunu şike yasasından.
Mübârek neymiş, zaten çivisi çıkmış toplumun, gel de ahkâm kesme.

Şike ileri demokrasinin müthiş ürünü müstâkbel anayasanın da önüne geçti!
Yahu, sağır sultan bile biliyor şikenin arkasında mafya kuyruğunda “İddia” var…
Milyonlarca dolar havada uçuşuyor, rant-voli-nema hepsi bol kepçe!
Daha ne söylenebilir ki?

Dört parti –nasıl olmuşsa- ofsayta düşme pahasına bir güzel birleşip…
Doksandan takmışlar golü kendi kalesine.

Ne diyelim, hayırlara vesile futbolumuza afiyet olsun!
Sağ olsun Gül hazretleri, milletimizin hislerine tercüman olup çaktı mı vetoyu!
Aman da aman! “Arı kovanına çomak sokmak” ne demek…
Ne senaryolar sürüldü sahneye?
AKP yandı bitti kül oldu, partinin anahtarı teslim edildi arınçlı çiçeğe!

Kemal Abiye de gün doğdu, hak adalet yerini buldu, tez zamanda geliyor iktidara!
Ayıptır söylemesi, “şike” denilen melânet daha önce nerelerdeydiniz?

Keşke Ergenekon’dan, balyozdan, eldivenden, ay ışığından, yakamozdan
önce devreye girseydiniz!
Bak, nasıl da çatır çatır yıkılıyor iktidar…
Kayan eksen yörüngeye oturup düze çıkıyor vatan!


Valla –şaka maka bir yana- kim ne derse desin hükümetimiz doğru yolda.
Demokrasi o’nda, ha keza çok seslilik…
Bülent Abi destekli tayyar Şamil; günlerce “bu iş yamuk” deyip yırtındı durdu…
Parti gurubu da; “hadi oradan, hünkârımız evvel ezel sarı lacivertli ,
zaten sever her türlü feneri, git işine, ya biat et ya terk et” diye el’an cevap verdi!


Gördünüz mü talihsiz ülkemin başına gelenleri?
Aslında bu tür numaralar muhakkak Siyonistlerin işidir.
Okyanusları denizleri muhalefeti geç, gel bir kaşık suda boğul, olacak iş mi?
Sakın “One minute”ın rövanşı olmasın?


Lâkin tüm olup bitenler demokrasimiz için tecrübedir kazançtır vitamindir.
Ayrıca uzun zamandır –CHP’den alışık olmamıza rağmen- iktidar partisinde
görülen orta şiddetindeki depremi ne yalan söyleyeyim özlemiştik!


Belki de rahmetli Erbakan hocanın ahı tutuyordur…
Nasıl ki tam orta yerinden yarıldı partisi, hem de öğrencileri tarafından…
Bu işler parayla değil sırayla, madem refah günleri tarih oldu…
Ak günlerin ampulü sönmeli ilk fırsatta!


Bu arada dün akşam televizyonda izledim…
Güzel kızımız Nagehan hanımefendi almış eline spatulayı;
AKP’nin çatlaklarını kekeçliyor –çok pardon- macunluyor!

Bak gördünüz mü sosyal demokratlar, ders olsun size, dostluk kara günde belli olur.
Halbuki siz olsaydınız eski genel başkanınıza reva gördüğünüz gibi
çökerdiniz liderinizin tepesine, dosta düşmana rezil olma pahasına zil çalıp oynardınız!


Son söz olarak, bakarsınız tartışılan ve de sallanan şike yasası bir musibet olup…
Bin nasihate ikâme eder de, ağır yaralı demokrasimize bol köpüklü oksijen olur!


www.gazetemen.com

.

08 Aralık 2011

"Yaşasın İç Siyaset!"

.

Yirminci Yüzyıldan
    Savaştan başka ne kaldı?
Yerleşik düzene geçeli on bin yıl olmuş…
İlk yazılı belgeler Sümerlerden çıkmış...
Kısaca insanlığın bilinen kısa tarihinde yaklaşık elli adet  

yüzyıl bulunmakta.
Yirmi biri İsa’nın doğumuyla
ilişkilendirilmiş,  
olmuş “Milâd”dan sonra!

Demem o ki; yaşı beş milyarı bulan gezegenimizde türümüzün macerası çok eski değil.
Homosapienın homoeraktusun izinden gidiyoruz…
Atalarımız homoların tarihi de üç yüz bin civarında.


Sonuç itibariyle geliyoruz yirmi birinci yüzyıla, yani bilgi çağına.
İşte geçip giden bunca zaman içinde en çok on dokuzuncu yüzyılı sevmişimdir.
İnsanlık artezyen misâli biriktirmiş tarihler boyunca…
Ama her alanda, çok değil iki yüz yıl önce fışkırmaya başlamış…
Bilimde, sanatta, üretim araçlarında ve düşüncede.

İnsana ait ne varsa devrim yaşanmış…
Klasik çağlara by by diyerek yirminci yüzyıla adım atılmış.


Ya geride bıraktığımız yüzyıl?
Aman tanrım, neydi yaşanılanlar?
İki dünya savaşı, milyonlarca ölüm, soykırım, göçler ve acılar!

Yıkılan imparatorluklar, bağımsızlık savaşları, antiemperyalist direnişler…
Yeniden çizilen haritalar, ulus-devlet modelinin yükselişe geçtiği…
İhtilâllerin ardı arkasının kesilmediği liderlerin egemen olduğu dünya!


Lenin’den M.Kemal’e, Hitler’den Stalin’e, Gandi’den Mao’ya…
Nasır’dan Castro’ya, Franko’dan Salazar’a, De Gaulle’den Churchill’e…
Ve onlarcası… Tarih sahnesinde görülen, iz bırakan şahsiyetler.


Geriye dönüp baktığımızda giden yüzyıldan günümüze ne kaldı dersiniz?
Kuzey Kore’nin belâsı Kim hanedanını katmazsak hesaba, sahi kim kaldı?
Demokrasi özgürlükler gelişti mi, refah arttı mı?
Barış dalga dalga yayılıyor mu, silahlanma azaldı mı?
Nükleer savaş tehdidi yok mu, velhasılıkelâm insanlık âlemi daha mutlu mu?


Tekrar dönersek on dokuzuncu yüzyıla…
İdeolojilerin üretildiği, sanayi devriminin yaşandığı, sanatın doruklarda gezindiği…
Yüzyılların mirâsının alt-üst olup yepyeni dünyanın yaratıldığı çağa.

Ne kolay harcadı yirminci yüzyıl bir önceki yüzyıldan devraldığı mirâsı.

Gökdelenler AVM’ler modernitenin simgesi, C.Bukowski edebiyatın yıldızı…
Rahmetli Maykıl Ceksın harikâ çocuk, Cüppeli Hoca İslâm âlimi…
Haydar Dümen tıpçımız, Yaşar Nuri tek geçilen felsefecimiz...
Alçılı dilberle Kütahyalımız televizyon starı oldu!


Düşünüyorum bazen, yaşadığımız hayatın tadı tuzu iyice kaçıp yavanlaştı.
Elbette bireysel kurtuluştan söz etmiyorum, topyekûn selâmettir meramımız.
Ancak ne mümkün? Yüzde 50’lik liderimiz hasta, bugün dokunmayalım o'na.
Hem patron memnun olur hem de ahlâken doğru olmaz.


Fakat gidişat hiç de iyi değil, optimistler-hayâlperestler-dalkavuklar istediği kadar
iddia etsin; “aydınlıktır gelecek!”… Yemezler!

Halep Esad’ınsa Ankara Arınç’ın…
Bir şike yasasını dahi hâl yoluna koyamayıp yüzlerine gözlerine bulaştırdılar…
Üstelik Tayyar’ı kahraman ilân edip güllerle uçurdular…


O nedenle neyimize bizim tarihin derinliklerinde seyahat etmek?
Evet, nerde kalmıştık efendim? Tamam, şimdi buldum…


“Yaşasın iç siyaset!”.

www.gazetemen.com

.

07 Aralık 2011

Yüzüncü Yıla Doğru...

.

Tartışan ülkeyiz, bir konuda değil her konuda…
Maksat tartışma olsun ortalık şenlensin!
Tartışmaların odağında “Cumhuriyet” var…
Cumhuriyet M.Kemal’le özdeşleştiği için konu gelip dayanıyor
eşsiz öndere ve kurucusu olduğu CHP’ye.


Seksen sekiz yıllık kin ve öfke birikiminin vardığı boyutlar düşünülürse
sistematik saldırıların ardı arkası kesileceğe benzemiyor.

Bugün Dersim, yarın bakalım hangi olay gündeme gelecek?
Nasıl olsa maden zengin, yakalanan damardan elde edilen cevher
iç piyasada karşılık buluyor, üstelik temellerinden sarsılıyor cumhuriyet.


Siyasî kumandanın “atış serbest” komutuyla başlatılan savaş dalga dalga yayılıyor.
Müthiş bir organizasyon sonucu harekât plânı eksiksiz uygulanıyor.
Taraf korosundan yükselen ses Sabah ve Star’da yankılanıp Yeni Şafak’la yoluna devam ediyor…
Ve düşman cephesine ustaca yerleştirilmiş işbirlikçiler kervana katılmakta gecikmiyor.


Yalnız savaşın kuralları yok, tamamen asimetrik metodlar üzerinden yürüyor.
Yeri geliyor tarihçilerden yararlanılıyor, yeri geliyor HBB’lerden! (Her B.k Bilirler).
Televizyon ekranlarını yorumcu güzeller kaplamış, hepsi birer Lord Kinross!

Dersim’i kaşı eşele, çıkan malzemeyi ister Kürt seçmen üzerinde kullan istersen Alevî.
Nasıl olsa ikisi de işe yarar, kesin sonuç.

CHP’nin Kürtlerle arası zaten uzun yıllardır limoni, bir de Alevî seçmenle
bağını koparttın mı geriye kalır Beyaz Türkler, onların da sınırları belli…
Ateş olsalar cirmi kadar yer yakarlar, bu kadarı da CHP’ye çok, yeter de artar!


Ondan sonra gün doğar II.Cumhuriyetçilere, zafer kazanılmıştır, inşa edilecektir gelecek.
İlk iş ateşkes ilânıyla birlikte nokta operasyonlarına başlanılacaktır.
Önce İskilipli Atıf amcamdan, dondurmacı Memed’in oğlu Nurettin abimden (siz tanımazsınız, hemşerimdir), bilâhare gözü yaşlı milletvekili torununun acısını dindirmek için Kubilay’ın katillerinden özür dilenecektir…
Mümkünse iade-î itibar muamelesi Menemen vakasının (23 Aralık 1930)
seksen birinci sene-î devriyesine yetiştirilmelidir!


Bu arada tarihe kayıt adına balkon nutku ihmale gelmez…
İyi hazırlanmış metin üzerinden (meselâ edebiyatçı M.Metiner’in kaleme alacağı)
bol hicranlı sesleniş necip milletimizin gönül tellerini derinden titretecektir!


Evet, hızla ilerliyoruz cumhuriyetimizin yüzüncü yılına…
Ne demişti M.Kemal; “ilelebet payidâr kalacak”…
Ne dersiniz; 29 Ekim 2023’e orijinalinin nefesi yetip ömrü vefa eder mi?


Gidişata bakılırsa hiç sanmam…
Bambaşka diyarlara savruluyor “Cumhuriyet”.
Kendi halkını mutlu edemeyen zihniyet Neo-Osmanlıcılık rolüyle bölge liderliğine
soyunuyor, demokrasi ihraç ediyor sağa sola komşulara!


Bugün okudum basından, ülkemiz ciddî anlamda füze savaşlarının eşiğinde…
Rusya, İran, Suriye arasında füze trafiği sürüyor uzunca bir süre…
Tamam, ABD patentli kalkanımız var ama…
Ya “barış”ın tadı?
Ya sıfır sorun?..


Ne oldu taşeron, evdeki hesap Ortadoğu’ya uymadı mı?
Haydi hayırlısı, “yaşa yaşa gör temaşa” der büyüklerimiz…
Bakalım ülkemizin, yoksul halkımızın neler gelecek başına?
Tüm dünyadan özür dilemeyelim de!


www.gazetemen.com

.

06 Aralık 2011

"Klerikalizm!"



Marx Öldü
Yaşasın Klerikalizm!
İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra teknolojik açıdan kat edilen mesafeyi
insanlığın geride bıraktığı tüm yüzyıllardan üstün görürler.
Herhalde dünyaya sığamayan insan soyunun uzaya açılması ve bilgi
çağına geçmiş olması nedeniyle böyle bir yargıya varılmıştır…
Kim bilir, belki haklıdırlar!

Ancak tarihsel perspektiften bakıldığında “ateş-tekerlek-barut-buhar enerjisi ve elektrik” birer kilometre taşıdır dersem yanılmış olur muyum?
Düşünsenize enerjisiz hayatı, işte o zaman insanoğlu Sümer kentlerini
özlemezse gel yanıma! Zaten günümüzde –bilhassa İstanbul’da- modern
hayat mı yaşanıyor, ortaçağ mı o da belli değil!

Her neyse, benim üzerinde durduğum asıl mesele yakın tarihimiz…
Daha açıkçası 61 Anayasası’yla başlayan aydınlanma devri.
Halkımız özellikle gençlik kitapla tanışmış, yayımcılık nerdeyse
bulvar sinemacılığının popülerliğine ulaşmış.

Pıtrak gibi kurulan onlarca yayınevi, basılan on binlerce kitap…
Bir o kadar da kitapçı, hatta minik AVM’ler türünden pasajlar oluşmuş!
Aman tanrım, herkes Politzer’in “Felsefenin Temel İlkeleri”ni okuyor…
Ağır abilerin elinde Marx’ın başyapıtı “Das Kapital”…
Harıl harıl “artı değer” formülü üzerine çalışıp kapitalizmin somut şartlarının
somut analizini yapıyorlar! Ne güzel, yüz yıl gecikmeyle de olsa
dünya yeniden keşfediliyor, “yaşasın sosyalizm” yaşasın aydınlık gelecek!

İşte böylesi koşullarda Nietzsche, Hegel, Engels, Russell okumayanı dövüyorlar.
Dikkâtinizi çekerim, anlamaktan değil okumaktan söz ediyorum!
Sanırsınız antik Yunan çağındayız, gençliğin tamamı Sokrates-Platon-Aristoteles’in öğrencisi! Okulların yatakhanelerinde bulunan çelik dolaplardan taşıyor dergiler, kitaplar.

Bu arada imdada yetişiyor ûstâd Orhan Baba! Arabeskin kralı değil canım,
felsefeci Orhan Hançerlioğlu… Yetmiş yılında “Remzi”den piyasaya çıkıyor
aydınlatıcı, öğretici eseri, adı: “Felsefe sözlüğü”. O zamanlar öz Türkçecilik moda…
Hocamız da uymuş kervana, diyalektiğin adı olmuş eytişim, materyalizm de özdekçilik…
TDK fabrikasyon sözcük üretiyor, bırakın yabancı dil bilmeyi divan edebiyatıyla,
Şinasi’yle, T.Fikret’le yetişmiş nesiller olduğumuz için ne işe yaradığını
bilmesek de “ampirizm”i, “determinizm”i zor telaffuz ediyoruz!

İşte, bu duygular içinde tarihçi Halil İnalcık hocamızın makalelerinin toplandığı
“Doğu Batı” kitabını okuyorum (baskı:2005 yılı) ve satırlar arasında kullandığı bir kavram
dikkâtimi çekiyor; “Klerikalizm”… Hayret! Nasıl olmuşsa ilk kez duyuyorum!
Halbuki dedemin adını bilmem Marx Amcamın yedi ceddini bir çırpıda sayarım(!)
Fakat otoriteler tarafından tarihin kutup yıldızı kabul edilen İnalcık Hoca
bu kavramı öyle bir yerde kullanmış ki; nereye çekersen çek.

Kitaplığımın en değerli eseri sözlüğe baktım şaşırmadım tabii…
Elbette kapitalizmin icadı, yani Hıristiyan işi…
Lâkin enteresan olan –felsefe sözlüğüne göre- kapitalizmin pazarlanmasında,
yerleşmesinde dinden yararlanıp iktidarın ele geçirilmesi ve kök salınmasıymış.

Gördünüz mü “Klerikalizm” denilen kâfirin yaptığı işi?
Bir taraftan kapitalizme hizmet ediyor, diğer taraftan inancı istismar edip
siyasete alet ediyor. Fransız devriminden sonra ortaya çıkmış mendebur…
Ve dalga dalga yayılmış kapitalizmin metastaz yaptığı ülkelere.
İhtiyaç duyulduğunda sıkça başvurulan bir metodmuş!

Doğal olarak aklıma ülkem geldi, peşinden Arap Baharı, Tahrir meydanı…
Fas’taki seçimler, Mısır’da iktidara yürüyen “Müslüman Kardeşler”…

“Bana bir harf öğretenin kırk yıl kölesi olurum” diyen Hz.Âli’ye
mübârek Aşure ayında dualar gönderdim…
Rahmetli Hançerlioğlu’nu da saygıyla anarak İnalcık Hocamıza uzun ömürler diledim.

Not: Bugünden itibaren başını ezmek için “Klerikalizm”in peşine düşüyorum…
Yerini gören bilen olursa insaniyet namına lütfen beni feysbuktan tıklasın! 

www.gazetemen.com

.

04 Aralık 2011

Anılarda Gezinti...

.

Gençlik yıllarımdan beri kitapçı olmayı çok arzulamıştım…
Eski yeni fark etmez, yeter ki kitap olsun.
Sakın ticaretini yapıp köşe dönmeden söz ettiğimi zannetmeyin…
Maksat gönül eğlensin adres sabitlensin, işyeri kirasıyla birlikte çorba parası çıksın…
Hele hele de elde edilen kazanç bir çilingir sofrası kuruyorsa…
Of ki of, değmeyin keyfime yemede yanında yat!


Ama gel gör ki yaşanılanlar (…)
Ne yapalım sağlık olsun. İnsanın her dediği olacak değil ya!
Ayrıca sıkça duyarız alın yazısını, demek kader böyleymiş.
Biz de kalktık siyasetle uğraştık, eskilerin deyimiyle iştigâl!
O işi de beceremedik, yüzümüze gözümüze bulaştırdık.

Çünkü yanlış ata oynamakla baştan kaybetmiştik.
Bizim neyimize muhalefet, cep delik cepken delik, elde yok avuçta yok…


Halbuki siyaset ciddî iş, özellikle ülkemizde profesyonel meslek.
Öyle her aklına esenin tadına bakacağı nane değil…
İllâ ki ensen kalın sırtın pek…
Düştün mü dara arkandan ağlayacak, koltuk çıkacak biri olacak.

Yoksa ayvayı yer çektiğinle kalır boyunun ölçüsünü alırsın.
Hani çırak çıkma durumu, aynen öyle.
Ne yapalım, bütün bunları bile bile, şan olsun diye soyunduk boyumuzdan büyük işlere.


Altmışlı yıllarda devrim yapalım dedik, rakip sağlam, yemedi ezdi geçti.
Uslanmadık ders almadık, inadımız inat…
Soluklandık ve ilk fırsatta ileri demokrasinin peşine düştük…
Cuntanın kallavî yumruğu yine gecikmedi, dibine kadar indi ense kökümüze.


Nedir lan çektiğimiz yetti artık, CHP’liyiz dedik ve sığındık “Altı ok”un gölgesine…
Ve olanlar oldu, müebbet mahkûmiyetimiz başladı sandıkta!
İşte o gün bu gündür düştük Kerbelâ yollarına, çekilen eziyet işkenceden beter!


Daha dün düşük başkan göründü Uludağ eteklerinde…
Maksat antrenman olsun başlamış ısınma turlarına!
Peşinden toplandı Ankara’da ağır toplar…
Sav’ları; “Nereye gidiyor CHP?”…
Bundan sonrasını sen düşün Kemal Abi, geliyorlar cümbür cemaat!


Yeri değil ama moda deyimle; “tırnak içinde”…
Eski dostum yazmış İsrail’den;“Savarona dönmüş kerhaneye!”…
Üstelik bir şehirlerinde düzenledikleri parkın tam orta yerine M.Kemal heykeli dikmişler…
Aktardığı haberler böyle.


Diyemedim ki; “Yahu arkadaş tüm bunların sırası mı?”…
Dost mu düşman mısın?
Memlekette doruk yapmış antisemitizm, sen kalkmış Atatürk’ten bahsediyorsun…
Hadi Nihat Doğan olsa neyse, uluslararası ilişkileri o çözmekte.


Ayrıca niye karıştırıyorsun benim adımı, halis vatan evladıymışım ayaklarıyla(!)
Ya başıma bir şey gelip suçlanırsam Mossad ajanlığıyla?
O nedenle boş ver övgülerine, eskisi gibi meleklerin kanadıyla haberleşelim…
Tamam mı dedim aziz dostuma.


Evet, nerde kalmıştık…
Çilehane ile CHP’de mi?
Bilindiği gibi asırlık partide sular durulmaz…
Genlerinde madem “İttihat Terakki”cilik var… (Ben demiyorum komşunun görüşü)…
Bu hasta ne yerse yesin ölür! (Bunu da o diyor)…


İşte durum bu merkezde…
Sıradan bir Pazar günü kitapçılık hayâlimle başlayan sohbeti nereden nereye getirdik…
Hepinize iyi pazarlar değerli okurlar…
Saygıyla sevgiyle.


www.gazetemen.com

.

03 Aralık 2011

Sırada kim var?

.

Rize Üniversitesi’nin adı Recep Tayyip Erdoğan olarak değiştirilmiş…
Aksi mümkün olmasa da YÖK anında onaylamış!
Bu arada teselli ikramiyesi kabilinden Çayeli Eğitim Fakültesi’ne
Mesut Yılmaz’ın adının verilmesi düşünülüyormuş.


Buna da şükür, iyi ki tarihi İstanbul Üniversitesi’nin ismine dokunmamışlar.
Ne diyebiliriz, devir onların devri, değişimler vatana millete hayırlı olsun.
Umarım Şevki Yılmaz’ı unutmazlar, inşallah sıra bana da gelir(!)


Toplam üniversite, yüksek okul, fakülte sayısı kaça ulaştı?
İnanın bilemiyorum, daha açıkçası açılanların hızına yetişemiyorum.
Sanki prefabrik ev yapıyorlar, hoca derseniz gani, yeter ki necip halkımızın gönlü olsun!
Yurtdışında bu işler nasıldır yolu yordamı nedir, çadır kurar gibi üniversite kurulur mu?
O konuda fikir sahibi değilim lâkin bizdekine benzemediği kesindir.


Hadi eğitim-öğretim konusuna yabancıyız, boş yere ahkâm kesmeyelim…
Ancak isim koyma meselesi?
Cumhuriyet tarihimizde on bir cumhurbaşkanı görev aldı, yirmi sekiz başbakan…
Etti mi otuz dokuz, kurulan altmış bir hükümetin yüzlerce bakanını da sayarsak…
Bunlar içerisinde değerlisi var önemlisi var…
Mühim olan hangi kriterler esas alınacakta eğitim kurumlarına verilen
isimler ölümsüzleşecek?
Üstelik söz konusu kurum öğretimin tepesi, diploması Çankaya’nın pasaportu!


Madem mevzuyu isimlerden açtık…
TEM otoyolunda yer alan “Mustafa İnan” viyadükü üzerinden geçerken
hep aklıma takılıp durur, tabelada yazan kimdir, necidir?
Sordum soruşturdum ekselans Google hazretlerini yokladım…
O da ne?
Uygulamalı mekanik dalında zamanın en önde gelen bilim adamı…
Ayrıca Süleyman Demirel ile Oğuz Atay’ın hocasıymış.

Oldu mu şimdi?

Varsayalım ki uluslararası üne sahip Prof. Behçet Uz’u, Prof. Cahit Arf’ı unuttuk…
Yakışır mı sıradan bir otoyol köprüsüne İnan hocamızın adını vermek?
Üstelik İTÜ’nün rektörü, yaşamını bilime adamış.
Ayrıca hiç düşündünüz mü; üniversiteden alınan diploma ile viyadükten geçen aracın önemini?

Birinde söz konusu insan, diğeri metal yığını!

Geldik mi başa, dönemin rüzgârlarına uygun olarak verilen isimlere…
Sabah gazetesinin ardıç kuşu yıllardır yırtınıp durur;
“Banknottaki Atatürk'ün yerine nasıl kondu İnönü?” …
Ne var bunda? Para dediğin nedir? Bugün var yarın yok, yoksulun cebinde hiç yok!
Bre gafil, İnönü gider Menderes gelir, Özal-Ecevit-Erbakan hakkın rahmetine kavuşur…
Demirel kâlû belâdan beri, Recep Usta son padişah…
Gün olur devran döner!


Ulufe dağıtır gibi isim koyarken aklınıza hiç mi gelmedi;
Nazım, Necip Fazıl, Sabahattin Ali, Orhan Veli?
Tamam… İkisi vatan haini, biri uyuşturucu müptelâsı kumarbaz, biri sarhoş…
Hepsine eyvallah!
Ya yedi yaşında sürgüne gönderilen Dersimli Cemal SÜREYA…
İsminin bir ilköğretim okuluna verilmesini hak etmedi mi?


Ah! Sizi gidi siyaset simsarları sizi… Sizinle kimse baş edemez…
Boş yere mi “Yetiş sarıgülüm bahtı kara halkımın imdadına” diye haykırıyoruz?


Arzu ederseniz sayın devlet büyüklerim, yüz Türk büyüğü içinde addedilen
İ.Melih Gökçek’in adını da Ankara Siyasal Bilgiler Fakültesi’ne verin derim…
Elbette kıskananlar çıkacaktır ama bence çok yakışır…

Evet, yola devam, üniversite açmaya devam, isim-şehir oynamaya devam…
Hayırlı yolculuklar canım ülkem, yaşasın millî irade, başımızdan eksik olmasın RTE!


.

02 Aralık 2011

Bir Tutam Acı!

.

Yahya Kemal “İnsan hayâl ettiği müddetçe yaşar” diyor…
Ne kadar doğru bir tespit, hele umutsuz olmak?
Aman tanrım, ne fena!
Düşünsenize; hayâl yok, umutlar tükenmiş…
Çölleşmiş duygular, serap görmeye çaresizlikten mecaliniz kalmamış…
Pandoranın kutusu masalına inanmıyorsunuz artık!


Diğer taraftan Nazım, sol memesinin altındaki cevahirin kararması sonucu
“Güneşli günler göreceğiz…” diyerek terk etmiş dünyayı…
Keşke umutlar şiirlerde yaşasaydı, keşke Server Tanilli hocanın
cenaze törenine katılmasaydım…
Belki biraz daha sürerdi avunmalarım, yarınlar için taşıdığım iyimserlik.


Lâkin heyhat! Cami avlularında onlarca kez gördüğüm fotoğraf tekrar çıktı karşıma…
Sen ben bizim oğlan, toplasan beş yüz kişiyi zor bulan kalabalık.
Abartmak istemem ama çelenk sayısı cemaatten fazla.
Özet olarak gördüğüm tablo marjinalliğin zirvelerinde dolaşmak!

Elbette insan derin düşüncelere gark oluyor…

Halbuki hayâl etmiştim; yüzlerce seveni katılır trafik tıkanır,
erkenden gidip yerimi almıştım
Binlerce öğrencisi nerde, on binlerce baskı yapan kitaplarının okurları…
Ya yazarı olduğu “Cumhuriyet” camiası?
Hakikâten inanılması güç ama alayı bu kadar mı?
Şaka değil, Silivri kampındakiler katılsa bizden fazla olur!


Vazgeçtim genç kuşaklardan, altmış kûsurluk yaşımla en genci bendim…
Demek ki Karacaahmet Şakirin camiinin bahçesi bir avuç dinazorun istilasına uğramış!
Olabilir, seksen yıllık ömrü sona eren sevgili Hocamız ne yazık ki
zamanın ruhunu yakalayamamış!


Halbuki ne güzel anlatırdı yüzyılların gerçeğini Fransız devrimini…
Dogmalara kafa yorardı, demokrasi-laiklik vazgeçilmez tutkusuydu…
Kısacası gerçek anlamda çağımızın efsanevî aydınlanmacısıydı.


Gel gör ki bu saatten sonra ne yazsak boş, işte ülkemin çıplak gerçeği!
Merak etmeyiniz, lâfı dönüp dolaştırıp getirmeyeceğim Tayyip’e…
Lâkin memleket nereye gidiyor sorusunun cevabını da düşünmeden edemeyeceğim!
Sahi, ne oldu bize, nerelere savrulduk, dip mi yaptı duygular, tümden teslim mi olduk?


Eğer öyleyse kalan ömrümüzde boş verelim tasayı gamı endişeyi…
Rakı içmesini de biliriz, çiftetelli oynamasını da, namaz kılmasını da…
Yalnız sahip olduğumuz emekli maaşıyla dansöze para yapıştıramayız…
Olsun, tek eksiğimiz bu olsun!
Nasıl olsa o işi bu ülkede layıkı veçhile yapan binlerce artiz var!


Ayrıca onlar sürsün sefayı biz çekelim cefayı devirleri kapanalı çoook oldu…
Yarından tezi yok A-Ke-Pe’nin ampulünü takıyorum yakama…
Bir de üyelik formunu doldurup verdim mi ilçe teşkilatına…
Meslek olarak eşsiz yazarlığımı da ilâve edersem…

Kim tutar beni, ruhum kalemim hizmetindedir tanrının lûtfu Recep Usta…
Yeter ki emret, damardan yazarız CHP’ye çakarız, açılım yapar kırk takla atarız…
Maharetlerimiz yalnız bunlarla sınırlı değil, kanatlarının altında hele bir işbaşı yapalım…
Cebimiz de neşelensin, ünlü dönekolog Özkök Abime fark atmazsam Esad olayım!


Nasıl olsa en utanacağımız kişi Tanilli hocamızı gömdük…
Geriye de kim kaldı derseniz, çoğu gitti azı kaldı…
Mutlu yaşamın adresi çoğunluğa karışmak, ilgimi çekmiyor artık marjinal olmak!
Son söz olarak; hoşçakal Kemal Abi, Sarıgül’e emanet ol, hayırlı işler muhalefet!


.

01 Aralık 2011

Tanilli Hocam



Hocası Ümit Doğanay'a ithaf ettiği kitabı
"Fransız Devrimi'nden Portreler"
31 Ekim 2002
Bugün değerli Profesör Server Tanilli’yi uğurluyoruz…
Otuz üç yıl tekerlekli sandalyeye mahkûm olmak!
Ne acı?
Omuriliğine isabet etmiş kahpe kurşun.
Yıl: Bin dokuz yüz yetmiş sekiz.

Hocamız yılmadı üretti yazmaya devam etti, öğretmenliği gibi.
Dokuz yıl önce kitap fuarında yaptığım sohbeti hatırlıyorum…
Okurlarına saygısından sanki ayağa kalkacaktı, içim kabarıp gözlerim nemlenmişti.

Yetmişli yılların terörü yalnız gençleri değil toplumun tüm kesimlerini hedef aldı...
Amaç şok etkisi yaratıp halkın yüreğine korku salmak!
Oldukça başarılı sahnelenen senaryo 12 Eylül sürecinin değirmenine su taşıyordu.
Silahla, bombayla, pusuyla, kanla, gözyaşıyla, binlerce cana kıyarak!

Abdi İpekçi, Ümit Doğanay, Cavit Orhan Tütengil, Kemal Türkler…
On binlerin katıldığı hazin cenaze törenleri…
Hep bir ağızdan haykırıyorduk; “Faşizme karşı omuz omuza!”…
Aslında duy da inanma!
Çünkü bildiğimiz en iyi iş; siyasetin mitoz bölünmesiydi…
Terminolojinin yanlış yerde kullanılmasına tahammül edemiyor,
guruplaşmanın sebebi sayıyorduk.

Halkımız da ayrılmıştı fifti fifti, yarısı sağcı yarısı solcu!
Kendimiz gibi düşünmeyenin düşman ilân edildiği devirler.
İktidar kavgası Demirel ile Ecevit arasında…
Arada figüranlar var ama katma değeri henüz düşük oranda!

Hiç birinin umurunda değil emekleyen demokrasi, yaşanan iki darbe…
Göstere göstere geliyor 12 Eylül, ancak liderlerin derdi koltuk, daha değerlisi yok!
Sonuç malûm, Cuntacılar öncelikle çiçeği burnunda demokrasinin...
Partilerin, düşünen sorgulayan mücadeleci gençliğin,
emekçilerin, aydınların icabına bakıyor!


Çekilen onca acılardan sonra hızla akıp gidiyor yıllar…
Solun hastalığı nüksedip kariyerizm bataklığında debelenmesi sürüyor…
Devletin kurdurduğu Halkçı Parti, ardından SODEP, SHP, DSP ve finalde CHP!
Devrimcilik adına hareket eden diğer zerzevatı sıralamaya kalkarsak...
Ne bu sütunlar yeter ne sayılarına hafızamız!

Bu arada -Özalizmi pas geçersek- üç anahtar numaraları, işporta siyasetiyle malı götüren
Millî Baba tekrar tarih sahnesinde, önce Başbakan sonra Cumhurbaşkanı payesiyle!
Ancak darbeyi en az hasarla atlatıp dipten gelen dalgayla tırmanışa geçen Erbakan Hoca'yı
28 Şubat operasyonunun önlemesi ne mümkün, payandası oluyor her yönüyle.

Lâkin ılıman iklim gereği gidişata son veren Anayasa Mahkemesi       
öldürücü darbeyi indirmekte gecikmiyor!
Köşeye sıkışan Hoca devir teslim töreninde gaflet ve delalet içinde...
Müstâkbel Başbakan RTE’ye kendi elleriyle ikrâm ediyor iktidarın altın anahtarını…
Asistanları ünlü trio;  aldıkları erken seçim kararıyla Ecevit-Yılmaz-Bahçeli           
AKP’nin kıyakçısı pozisyonunda!

Gerisini anlatmaya lüzum var mı?
Son dokuz yıldır Erbakan Hoca’nın öğrencisiyle yuvarlanıp gidiyoruz…
Toplum yetmişli yıllardaki gibi ikiye bölünmüş…
Ancak bu kez rakamlar kesin ve net; yüzde ellisi Tayyipçi, kalan yüzde elli çok parçalı bulutlu...
CHP'de denizler oynak dalgalı, güneydoğudan esen BDP rüzgârları sert ve dondurucu,

MHP'de kayda değer bir değişiklik yok, bilindiği gibi muhayyer...
Yalnız AKP'nin durumu sürpriz, kıbleden tesir eden Arabik alçak ve yüksek basınçların etkisi altında!
Terör yine gündelik hayatımızda, yitirilen can sayısı on binlerle ifade edilmekte!

Ya demokrasi?
Model yükseldi çağa uydu, adı oldu “İleri demokrasi!”…
İşte bu duygular içinde Tanilli Hocamın cenaze törenine katılacağım…
Bakalım Silivri’den kıçı kurtaran kaç kişi toplanacak cami avlusunda?
Kusura bakmayın, O'nu da namaz sonrası paylaşırım!

Nurlar içinde yat sevgili Server TANİLLİ…
İnanır mısın; “Uygarlık Tarihi” kitabını okumaya devam ediyorum…
Birazcık daha uygarlaşmak için.

Saygıyla değerli HOCAM.

.