bir şair vardı, öğretmen

30 Aralık 2011

"Babalar ve Oğullar!"

.

On dokuzuncu yüzyıl Rus edebiyatı ülkemiz gençliğini derinden etkilemiştir.
Özellikle Ivan Turgenyev’in 1862’de yazdığı “Babalar ve Çocuklar” romanı
en çok okunanlar arasında yer alıyordu.

Her ne kadar roman –hangi akla hizmet- “Babalar ve Oğullar” olarak dilimize
çevrilmişse de yüz elli yıl önceki Çarlık Rusya’sının entelektüel düzeyini anlamak
bakımından ipuçları veriyordu.


Roman kahramanı “Bazarov”un nihilist (hiççilik) görüşleri düzen karşıtlığını ifade
etmesinin yanısıra ilk Bolşevik düşünceyi temsil ediyordu. Ayrıca Dostoyoveski,
Tolstoy gibi dünyaca ünlü Rus edebiyatçıları da kaleme aldığı eserlerinde yaptıkları
derin psikanalizlerle Turgenyev’in izinden gidiyorlardı.


Dün toprağa verilen “Son Menderes” sözünü ettiğim romanı hatırlamama vesile oldu.
Ve daha nice babalar ve oğullarını! Herhalde en trajik olanı Mendereslerin yaşadıklarıdır.
Ya 1 Mart 1972’de evinde intihar eden büyük evlat Yüksel Menderes’in hüzün dolu
veda mektubuna ne demeli…


“Hayatta kaderin bütün cilveleri beni buldu. Kötü hadiseler karşısında daha fazla
tahammül gösteremeyeceğim. Artık yaşama gücümü kaybettim.”…


Babası Adnan Menderes’in idamından bir gün önce denediği intihar girişimini
sanki o gecikerek tamamlıyordu! Altı yıl sonra Mutlu Menderes’in geçirdiği
trafik kazası sonucu ölümü ve Aydın Menderes’in bilinen çileli serüveni…
Altmış birden iki bin on bire geçen yarım yüzyıllık zaman diliminde
üç oğlun sıra dışı hayatlarıyla sarsıcı finalleri!


Dokuz buçuk yaşımda babamı yitirdiğimde ne çok üzülmüştüm…
İlk söylendiğinde elimdeki simidi düşürmüş gözyaşlarım yanaklarımdan süzülmeye başlamıştı…
O günden beri yaşadığım tüm acıları sessizce göğüslemeye çalışırım…
Ne de olsa göz pınarlarından dökülen damlaların sesi çıkmaz, ıslaklık acının izleridir.


Ancak altmışlı yıllarda taşımaya başladığım siyasal bilinç 27 Mayıs darbesini
“devrim” olarak selâmlıyor ve kuşağımın önemli bir bölümünü kamplaşmaya sürüklüyordu.
İşte o tarihlerde asılan üç devlet adamını vatan haini olarak görmekten geri durmuyor
keşke daha fazla cana kıyılsaydı diye sapkınca düşüncelerin esiri olabiliyorduk!


Soğuk savaşın en sert yılları… Toplumun sağ-sol olarak ikiye bölündüğü
radikal akımların gündelik hayatı etkilemeye başladığı devirler.
Emeksiz elde edilen 61 Anayasası her yönüyle bol geliyor sisteme…

Sol acemi-çaylak-toy, Baasçı darbe yetmez diyerek düşüyor sosyalist devrim telaşına!
Yer mi bu numaraları kurulu düzen?
“İti ite kırdırma” mantığı çerçevesinde otomatiğe bağlanıyor askerî darbeler…
Maksat yükselen değer solun kökünü kazımak!

Sonuç itibariyle demokrasinin emeklemeye başladığı süreçte yitip giden bir kuşak…
Bugünden baktığımda babaları idam edilmiş üç evladın kederine ne kadar uzakmışız…
Dünyadaki her bir şeyi öğrenmişiz, Sovyetler’den Çin’e, Küba’dan Angola’ya…
Lâkin “Empati” denilen kavramı tanımıyoruz, çünkü henüz icat edilmemiş(!)


Halbuki oğul Mendereslerden bir yıl önce yitirmiştim babamı…
Sosyalist devrimi özlediğim kadar o’nu da özlüyordum…
Ve hasretim içsel dünyamda sürdü yıllarca…

Ta ki “Empati” denilen gavur icadıyla tanışana kadar…
Aynen babama ağlar gibi ağladım “Demirkırat” belgeselini izlerken…
Hele baba Menderes’in o boynu bükük çaresiz hâli yok mu?
Tutamadım kendimi, alışkanlıklarımı çiğneme pahasına yüksek sesle ağladım.


Not: Sevgili Patronum, ister kız ister kov…
Bu akşam RAKI içeceğim, hem babam hem de Mendereslerin anısına!


www.gazetemen.com

.

Hiç yorum yok: