bir şair vardı, öğretmen

28 Ağustos 2024

TATİL MACERALARI



Vali deyip geçmeyin, vizyoner olanı kenti uçurur,
siyasetin misyoneri olan da kenti batırmakla kalmaz,
dünyaya rezil eder.
Öyle ki kimi şort düşmanlığı yapar, kimi de alkole
savaş açar.
Daha doğrusu seküler hayata, vatandaşın yaşam tarzına
karışmayı şiar edinmişlerdir.
Tabii bu davranışları iktidar tarafından desteklenir,
ve de ödüllendirilir.
Hâl böyle olunca bilhassa küçük kentlerin kaderi
valilik makamının alacağı kararlara endekslidir.
Çağdaşı ili turizm destinasyonlarının gözdesi yapar,
takunyalısı da kervan geçmez, yolcu uğramaz
Arap çöllerine dönüştürür.

Bu arada yeri gelmişken bir hatıramı da sizlerle
paylaşmak isterim.
Yıl: 1990…
İstanbul’dan komşularım ve dostlarım olan bir aileyi
Amasya gezimize davet ettik.
Üç kardeş ve O’nlar dört araba düştük yollara.
Türban otelden rezervasyonumuzu önceden yaptırmıştım.
Aylardan Nisan, lakin Ramazan, bir hafta kalacağız ve
Bayram’ı kutlayıp dönüşe geçeceğiz.
Buraya kadar her şey yolunda...
Herhangi bir terslik yok.
Biz mutlu, misafirlerimiz bizden de mutlu.
Çünkü doğma büyüme İstanbullular ve Anadolu’ya ilk
kez açılıyorlar.
Tabii Erzurum Palandöken’e kayağa gitmişlikleri de var
ama Amasya’nın büyülü atmosferi bambaşka.

Eh, ilk gün, güneş batmak üzere, başladık mı kaşınmaya…
Çiçek’ten alkol kalkalı asırlar olmuş…
Vardık Ali Kaya ustanın Yüzevler’deki işyerine…
Kafilemiz çoluk çocuk 12 kişi.
Kebaplar söylendi ve ilaveten “Bir Büyük” istendi.
O da ne?
Ramazan münasebetiyle 70’liğin masamızı şereflendirmesi yasaklanmış.
Vay be!
Büyük düş kırıklığı.
“Yapma etme Usta” dediysem de nafile…
Artık mahalle baskısı mı, Valilik kararı mı dersiniz…
Netice de karnımızı doyurup sokrana sokrana çıktık.

Vardık otelimize, ufak bir yoklama…
Müdür: “Ne demek efendim, yasak falan olur mu?
“Dükkân sizin!”…
Ohhh!
Emelimize nail olmuştuk ama fiyatlar kalın mı kalın!
Neyse, ilk gecedir deyip sineye çektik, viski eşliğinde
bir güzel demlendik.
Ancak ikinci gün ve sonrasının plânlamasını anında yapmıştım.
Rakılar temin edilip zulaya yerleştirilecek, akşam oldu mu
bir daha aynı ızdırap çekmeyecekti.
Gel gör ki memlekette içki satan yer yok.
Varsa da Ramazan nedeniyle kepenkler kapanmış.
Vay anasını deyip Tahran’da içki arar gibi başladık mı
adres sormaya.
İmdadımıza Yukutiye mahallesinin caddeye bakan yüzündeki
tekel bayii yetişti.
Baktım işyeri sahibi çocukluk arkadaşım Coşkun,
laf aramızda çok da sevmezdim, belalı bir kişilikti.
Ama o an ise gözüme Hızır Aleyhisselam gibi gözüktü…
Neyse, yetmişlik kuzulardan yeteri kadar aldık…
Ver elini Boraboy…
Nevaleler bagajlarda hazır, “ekmeği yolda alırız” dedik.
Yahu göle yaklaştık, ekmek bulamadık mı?
Boraboy’un eteğindeki köyün içinden geçiyoruz.
Son bir çare ve umut olarak âdeta yalvarırcasına
köylülerden ekmek dilendim.
Ne oldu biliyor musunuz?
Tonton ihtiyar bir dede elimden tuttu, yakınındaki evinin
bahçesine götürdü.
Kadınlar bayramlık hamur işleri yapıyorlar.
Müthiş, sacların altındaki alevler harlı mı harlı…
Fevkalâde güler yüzlü kadınlar bol miktarda yağlı, gözleme,
katmer verdiler.
Açlıktan Kenyalıya dönen çocuklar ikramı havada kapıp
yemeye başladılar.
Fakat ne kadar ısrar ettiysem bir kuruş para almadılar.
Ben de çaktırmadan evin çocuklarından birinin cebine
kağıt para sıkıştırıp köyden ayrıldık.

Ve on dakika sonra yeryüzü cenneti Boraboy’daydık…
Fakat mevsim İlkbahar, aylardan Nisan, saat beş altı civarı.
Hava sıcaklığı  ya sıfır, ya da sıfıra yakın.
Biz dahil çocukların hepsinin kıçı açık…
Baktık donuyoruz, piknik yapmaktan vazgeçip ver elini
Çakallar dedik…
Ve başladık yeni bir maceraya…
Derken kalan bölümü bir ara anlatırım, söz.

Macit CÜNÜNOĞLU
 


27 Ağustos 2024

GERÇEKLER, SESLİ DÜŞÜNCELER



Geleneği bozmayıp bir kez daha Amasya turuna çıkalım.
Vallahi kimse kızmasın ama benim için Amasya
iki köprü arasından ibaret.
Başlangıç noktam İstasyon köprü, son noktam ise Kuş köprü. İstasyon, Hızır Paşa, Şamlar ile Tatarlar da
as kadroda.
Belki yedekten Hacılar meydanı ile 55 Evler de kadroya
dahil edilebilir.
Bu mahallerin toplamı da yirmiyi geçmez.

Tabii bence, çünkü oturup ince ince hesaplamadım.
Sadece Vikipedia’yı açtım, Amasya’da 40 mahallenin
var olduğunu gördüm.
Hâl böyle olunca adını duymadığım isimler de karşıma çıktı.
Örneğin Demet Evler, Fındıklı, Koza mahalleleri gibi.
Bir de ismine hiç rastlayamadığım mahalleler var ki,
Amasya’nın kadim yerleşim yerleri…
Onlar da Yakutiye, Çilehane, Çevikçe ve Kuba…
Kent haritasından tümden silinmişler.
Olacak iş değil ama tarihe daima saygılı olduklarını ifade
eden devlet büyüklerimiz(!) demek ki böyle uygun görmüşler ve
Osmanlı yadigârı dört mahalleye kırmızı kart gösterip
kadro dışı bırakmışlar.
Eyvallah…

Yine aynı zihniyet özellikle 12 Eylül 80 darbesinden sonra
şehrin tarihi dokusuna âdeta savaş açmışlardı…
Netice de devlet destekli yerel yöneticiler bu savaştan
galip de çıkmışlardı.
Geriye de çağdışı bir manzara bırakmışlardı.
Belgesi de, Çakallar’dan Amasya’nın son halini seyretmek.

Ne diyelim, memleketin mutlak sahibi demokrasiyi sandık
sanan zevatın iktidarı altındayız.
Halkı Aş-İş mücadelesi verirken saraylar yaptıran, kendi
hizmeti için uçak filoları kuran anlayış…
Yirmi iki yıldır yoksul ve dar gelirli vatandaşın ensesinde
boza pişirmeyi marifet sayan ucube bir sistemin kurucusu
RTE’nin, nam-ı diğer REİS’in saltanatı altında yaşayan
çaresiz ülkenin yurttaşlarıyız…
Ama adımız YURTTAŞ, fakat yaşadığımız sokağın,
mahallenin yok edilişine müdahale bile edemiyoruz.
Kent baştan aşağı yıkılıyor, okulları parkları birilerine
peşkeş çekiliyor…
Bu kez de enteresandır; susma hakkımızı kullanıyoruz!
Aslında yaşam alanlarımız, seküler dünyamız tehlikede
ama ah bir fark edebilsek!
İnanın her şey çok daha güzel olacak, ağır tahribattan
kurtulan
değerlerle de yaşamasını öğreneceğiz.
Ne dersiniz, üzerinde düşünmeye değmez mi?

Macit CÜNÜNOĞLU

26 Ağustos 2024

ÇAKALLARA İNAT!



Ne güzel Amasya içi gezilere başlamıştım ki,
Ali Kaya’nın restoranı gündeme oturdu.
Şöyle ki, mülk sahibi devlet işyerinin alkol ruhsatını
yenilememekle kalmamış, tahliyesine de karar vermiş.
Tabii işin başında Amasya valisi var.
Biliyorsunuz valiler devleti, belediye başkanları
halkı temsil eder.
Daha doğrusu vali tayin yoluyla işbaşına gelir,
belediye başkanı seçimle.
Takdir edersiniz ki arada büyük fark var.
Örneğin Gezi olaylarını hatırlayın, Taksim’deki parka
el konulup AVM yapılmak istendi, sonra da Topçu Kışlası…
Halk isyan etti, ve verdiği haklı mücadeleyle de başarıya ulaşıp
parkına sahip çıktı.
Tabii yüzlerce genç yaralandı, aralarından ölenler de oldu.
Çünkü iktidardaki parti zalimdi, yasa hukuk tanımıyordu.
Polis panzerlerini de halkın üzerine sürmekte beis görmüyordu.
Neyse, kaybettiğimiz evlatlarımız nurlar içinde yatsın,
ruhları şad oldun.

Ancak bu çağda bu tür olayların yaşanmaması lâzım.
Ama oluyor işte…
Örneğin yakın zamanda Belediye parkımız gasp edilip
arsası Hilton’a tahsis edilmedi mi?
Sorarım tanrı aşkına, kaç Amasyalının sesi çıktı?
Dolayısıyla halkın eşsiz gücü örgütlü olmadığı sürece
boş çuvaldan farkı kalmaz.
Yani dik duramaz, haksızlığa hukuksuzluğa karşı direnemez.
Neyse bu da geldi geçti diyelim…
Artık beş yıldızlı otelin roofunda beş çayında buluşuruz…
Hodri meydan, ensesi kalın banka hesap cüzdanı kabarık
dostlarımızı bekleriz.

Öyleyse gelelim Ali Kaya’nın işyerine.
Rahmetli ustanın esnaf olarak yetmiş yıllık mazisi var.
Doksan dokuz yılından bu yana da Çakallar’da hizmet veriyor.
Tokat kebabıyla ünlendi, turizm destinasyonlarının da
vazgeçilmezi oldu.
Laf aramızda ucuz da değil, yani her babayiğidin sık sık
gideceği restoran hiç değil.
Hele de benim gibi rakıyla dostluğu kuvvetli birinin
bütçesine incir ağacı diker!
Varsın oldun, lâkin gitsek de gitmesek de biliriz ki
Ali Kaya Amasya’nın marka işyeridir.
Namı almış yürümüş, turizm kataloglarının sayfalarında
daima yer almıştır.

Ama takunyalı valimiz bu referanslardan fevkalâde rahatsız
olmuş ki, idam fermanını imzalamış…
Ve ilave etmiş: “Katli vaciptir…”
Oysa sayın devlet büyüğümüz felekten bir gün çalıp
Ali Kaya’da misafirim olsa…
Paraya kıyıp Beylerbeyi Göbek Rakısı’nı masaya söylesem…
Ve başlasam Amasya’nın üzüm bağlarını anlatmaya…
Ermeni hemşerilerimin şaraptaki ustalıklarını tek tek
sıralasam, sonra da üzümün anavatanı Anadolu’dan söz etsem…
Etkilenir mi değerli dostlar, ne dersiniz?

Ama zihniyet tabulardan dogmalardan besleniyorsa heyhat!
Mevlana’nın dediği gibi:
“Sen ne kadar anlatırsan anlat, anlattıkların karşındakinin
anlayabildiği kadardır.”
Son söz olarak da:
“İn Çakallar’dan Ali Kaya, Yeşilırmak boylarında
çakallara inat aç bir işyeri, namın yürüsün.”

Macit CÜNÜNOĞLU

22 Ağustos 2024

SAVADİYE



Evvelki günkü yazımda söz verdiğim gibi Amasya
mahallelerine Savadiye’den giriş yapalım.
“Neden Savadiye?” sorusunun cevabı ise çok basit.
Çünkü ata ocağım Gümüşlü de doğdum, ancak anne tarafından
dedemin evi Savadiye’deydi.
Annem Selanik göçmeni, 1912 yılında, I. Balkan Savaşı’nın
başladığı yıl nenemin kucağında 40 günlükken Anadolu’nun
yollarına düşmüş.
Ve kader O’nu Amasya’ya kadar sürüklemişti.
Maceranın ayrıntıları hazin bir hikâye ama o da başka bir
yazımın konusu olsun.
Tabii Amasya o devirlerde de önemli bir Osmanlı sancağı.
Savadiye de en eski mahallelerinden biri.
Özellikle Ermeni vatandaşlarımızın iskan ettiği mevkii.
Örneğin “Amasya’nın dikenleri” adlı biyografik romanın
kahramanı “Ester” o sokakların çocuğu.
1900 doğumlu, ve gözyaşlarıyla okuduğum bir devrin hatıratını
birinci elden kızı Margaret aktarıyordu.

Neyse, özellikle dokuz yaşımda babamı kaybettik sonra
Savadiye ile ilişkim yoğunlaştı.
Faytoncu dayım İskender üreme faaliyetini otomatiğe bağlamış,
iki yıl da bir çocuk sahibi oluyor...
Kazaya kurban gidenler hariç sayı altıya kadar ulaşmıştı.
Böylesi bol çocuklu ortamı kim istemez?
Lokman dağına doğru her sene genişleyen bahçesi,
teraslama metoduyla beş kata kadar çıkmıştı.
Envaı çeşit meyve ağaçları, domates biber patlıcan ibadullah…
Görkemli ceviz ağacı alabildiğince cömert, dut ağacının dibi de,
aile mezarlığı!
Şöyle ki; şu veya bu nedenle yaşama şansı bulamayan düşük
bebeler büyük bir ciddiyetle yapılan cenaze töreniyle
toprağa burada defnediliyordu.

Netice itibariyle pembe bir hayat…
Ve dayımın içki sofrasında abası annemle (7 yaş büyük)
saatlerce süren memleket sohbetleri.
Toprak çekiyor işte, anacığım ne zaman bir Rumeli türküsü
duysa gözleri dolardı…
Hele hele de: “Yanıyormuş yeşil köşkün lambası…”
O’nu yer bitirirdi.

Bu arada Özel İdare memuru Ahmet abinin annesi Emiş aba
mahallenin büyüklerinden biriydi.
Müthiş bir hafızası vardı, annemden söz ederken dünkü
çocukmuş gibi “ne yapar Ava?” derdi.
Bir de Hüseyin ağanın dillere destan bahçesi vardı…
Dağın eteklerini çevirmiş, aksi mi aksi tavırları
toprak ağası edasıyla yanına yanaşılmazdı.
Ama İskender dayımdan çekinirdi.

Evet, Savadiye Amasya içinde apayrı bir dünya.
Aynen Dere mahalle, Kuba gibi.
Muhacir ağırlıklı; kent mütegallibesine, eşrafına fiziken
tepeden bakan yoksul insanlar topluluğu…
Ama çalışkan, fevkalâde ahlâklı, müteşebbis, okur yazarlığa meraklı…
Ve hepsinden önemlisi de yerli ahaliye entegre olama çabası
takdire şayan.
Son söz olarak da ben de diyorum ki, Amasyalı bir baba ile
Selanikli ve de asil bir anneden doğmayım…
Ne mutlu bana.

Macit CÜNÜNOĞLU


TİLKİNİN DKKANI



Değerli hemşerimiz, dostumuz Erden Candaş
geçen günkü yorumunda 60’lı yılların Amasya’sını da
yazmamı arzu ediyordu.
Oysa hafızamda 50’li yıllar daha çok yer tutuyor.
Çünkü psikoloji biliminin de kabul ettiği gibi
insan 0-7 yaş arası hayattan alacağının % 70’ini alırmış.
O nedenle Amasya denilince aklıma yakın çevrem ile
Selağzı’nın eski hâli geliyor.
Doğduğum evin sokağının başında iki dükkân vardı.
Biri Kayalar muhaciri Şaban Ergun’un oyuncakçısı,
diğer köşede de Şükrü Kanlıkavak’ın bakkaliyesi.
Ve tarihi Vakıf Han.
Oteliyle, kahvesiyle, garajıyla müthiş hareketli
bir işyeriydi.
Taşova, Suluca, Merzifon minibüsleri buradan kalkardı.
Tabii paralel sokağımızda da ünlü Şevket Bey sineması.
Henüz Ar ile Yeni sinemalar açılmamış, kentin yegâne
eğlence merkeziydi.
Çünkü salt sinema olarak değil nişan, düğün, sünnet
törenlerinin de vazgeçilmez mekânıydı.
Tabii sahnede Demirali kumpanyası, perde arkasından
icra ettikleri kıvrak oyun havalarıyla misafirleri coştururdu.
Bu arada Petriç amcamızın dükkânı  ırmak kenarına yakın,
tam köşedeydi.
Giyimiyle, kuşamıyla, sohbetiyle tam bir Avrupalı
centilmen olan Kemal bey orijinal ürünler getirterek
vitrinini süslerdi.
Nacar saatlerinden, enfiye kutusuna kadar nadide aksesuarların
tek adresiydi.
Karşısında berber Lütfü Tan, tombul yanaklı tıknaz boyuyla
mesleğin aristokrat temsilcisiydi.
Diğeri de berber Memduh, O da ayrı bir efsaneydi.
Ve en önemlisi de Lütfü amcanın işyeri şehrin popüler
simalarından olan Yümlü Payaslı’nın ikinci adresiydi.

Fakat Selağzı denilince o devirlerde ilk akla gelen
Sinan hamamıydı.
Kentin tam ortasında simge yapılardan biriydi.
Bizans veya Selçuklu eseri olabilir, köklerini ne kadar
araştırdıysam da tarihi kayıtlarda bulamadım.
Neyse, o da yıkımdan nasibini alan ilklerden…
Şimdi yok, yerinde Gazi Anıtı var…
Zaten bu millet neyi yıkmadı ki, hanlar hamamlar yerinde dursun.
Koskoca Lise gitti, parkımız yerle yeksan edildi…
Ve tarihi Amasya kenti görgüsüz, vizyonsuz Vandal siyasetin
kurbanı oldu…
Hiçbir hemşerimiz de (küçük bir azınlık hariç) gözyaşı dökmedi.
Bahane de hazırdı; göç denildi, imar denildi…
Ve mücevher değerindeki  memleketin içine edildi.
Nokta…
Bugünlük bu kadar, bir ara Amasya muhabbetine tekrar döneriz…
Şimdilik hoşça kalın.

Macit CÜNÜNOĞLU

20 Ağustos 2024

GEÇMİŞE ÖZLEM

 



Geçenlerde Sadettin ağabeyimiz (Kop) “doğduğun mahalleden
çık (Gümüşlü), Savadiye’den giriş yaparak diğer mahalleleri de yaz”
demiş.
Çok haklı, yine de insan elinde olmadan çocukluğunun geçtiği
dar sokakları hatırlamadan geçemiyor.
Oysa Amasya benim için içinden ırmak geçen, beş köprülü kent.
Sırasıyla İstasyon, Tahta, Alçak, Hükümet, Kuş köprü…
Yeni yapılanları bilmem, üzerinden yaya olarak geçmişliğim de yok.
Hâl böyle olunca hafızamın büyük bölümünü eski Amasya oluşturuyor.
Başı sonu belli, ırmağın sağına soluna dizilmiş mahalleler.
Boğazköy yolunda Tatarlar, Taşova yolunda Afırönü, Helvacı yönünde
Gök Medrese, İstasyon tarafı da malûm…
Kaynarlar’ın ev ırmak kenarında, Uzunel kardeşlerin ev Dalların altında…
Ve son nokta da İstasyon.
Henüz 55 Evler, Kurşunlu mahalleleri de imara açılmamış.
Anlayacağınız kent tarihsel kimliğine en yakın görünüşünü koruyor.
Şehir içinde ufak tefek imar değişiklikleri olsa bile Osmanlı’dan
devraldığımız karakteri yerli yerinde.

Ne zamanki 12 Eylül faşist darbesi oldu…
Yalnız aydınların ilericilerin değil tüm ülkede illerin,
ilçelerin ölüm fermanı imzalandı.
Kalkınmanın formülünü küresel ekonomiye (kapitalizm) endeksleyen
Özal ve çakma prensleri belediyeler marifetiyle büyük yıkıma başladılar.
Artık eskinin, tarihsel dokunun bir anlamı kalmamıştı.
Ve yerine beton denilen çirkin malzemeden  oluşan apartmanları dikip Vandal bir anlayışla medeniyet diye pazarladılar.
Görgüsüz, eğitimsiz cahil halk bakır tenceresini verip alüminyuma,
porselen tabağını verip melamine tav olduğu gibi bahçeli, avlulu ata yadigarı evlerini açgözlü müteahhitlere kolaylıkla teslim ettiler.
Bu arada “çevre, “plânlama”, “tarihe kültüre saygı “ diyen duyarlı vatandaşları da terlikle kovalayıp muhafazakârlıkla suçladılar!

Netice itibariyle; tarihin gözbebeği Amasya gitti, yerine betonla donanmış çirkin bir manzara çıktı.
Ama alan razı veren razı hesabı ne bağlar kaldı ne de bahçeler.
Elma, kiraz, şeftali ağaçları aylarca gözyaşı döktü, gören olmadı…
Yeşilırmak sevdalısı salkım söğütler susuzluktan kurudu,
çünkü yapılan yüksek duvarlar yüzünden kanala dönüşen ırmak ile
bağları vahşice kesilmişti.
Ve bütün bu ağır kayıplar sonucu ortaya çıkan hüzünlü tablo,
ki adına da “modernlik” dediler, kimseyi rahatsız etmedi.
Evet, hemşerilerimin artık arabaları vardı…
Ama trafik sıkışıklığı yüzünden yaya olarak 10 dakikada gittikleri
şehir içi mesafeye ulaşamıyorlardı…
Varsın olsun,   araç radyosunda ise bir Alaattin Yavaşça şarkısı çalıyordu:
“Artık solan bu bahçede bülbüllere yer yok…”

Çünkü mahalleler sokaklar iş makinalarıyla inşaat çukuruna dönüşmüştü.
Çocukların dünyası yok sayılmış, en değerli oyuncakları imha edilmiş,
mahalle arkadaşlıkları bambaşka bir evrene taşınmıştı.
Oranın da adresi belliydi, dört duvar arası, elde Ipad, cep telefonu…
Sanal alemin labirentleri arasında amaçsız yolculuklar…


Evet, Sadettin ağabeyimin arzusunu layıkıyla yerine getiremesem de
yine de Amasya muhabbeti yaptık.
Yarından başlamak üzere de yeniden mahalle aralarını yazmaya
başlarım…
ilk sıraya Savadiye’yi koyalım…
Bekle beni sevgili dayıcığım faytoncu İskender…
Aç bir 35’lik geliyorum…
Belki bahçende hasret kaldığımız bülbül seslerini duyarız!

Macit CÜNÜNOĞLU

19 Ağustos 2024

DÖRDÜNCÜ YILIMIZA GİRERKEN



“İnsanın hobisi ve lobisi olması lâzım” derler.
Eh, benim de fotoğraf düşkünlüğüm var,
ki rahmetli ağabeyimin açtığı işyerlerinde
mesleğin inceliklerini öğrenme fırsatım oldu.
Üstelik atmışlı yılların başından beri sürüp giden
bir serüven.
Dolayısıyla geldik mi iki binli yıllara, diğer bir deyişle
dijital çağa.
Konvansiyonel fotoğrafçılık bitmiş, sanal alemde
boy gösterme devri başlamış.
Elindeki telefon kamerasıyla artık herkes fotoğrafçı.
Hatta bazı iş bilir gençler çektikleri karelerle büyük
ustalarla yarışıyor.
Ne güzel, öyleyse hoş geldiniz görsel şov dünyasına.
Tabii kambersiz düğün olmaz ilkesinden hareketle
bende yer almalıydım.
Elbette bir iddia taşıyarak, yarışmacı ruh hâliyle değil.
Derhal Canon EOSD model bir fotoğraf makinası aldım.
Başladım İstanbul’u fellik fellik dolaşmaya.
Mesaiye sabahın köründe başlayıp akşamın geç saatlerine
kadar İstanbul fotoğrafları çekiyorum.
Bu arada bu kenti bilen biler, mübarek değme fahişelere
taş çıkartacak kadar işvelidir, cilvelidir.
Oturursanız kucağına, sizi sarıp sarmalar, münasip yerinizden öper.

Benim de soyadım Cünun, göbek adım Mecnun…
Aşka teşne fıtratımla teslim oldum yedi kocalı kahpeye…
Sol yanım Bizans, sağ yanım Osmanlı…
Kâbem Hürrem Sultan (Ukraynalı Roxelana
-Papazın kızı)

Elimde kameram sanki cennetteyim.
Kadırga’da deniz kızı Eftalya’ya ile karşılaştım…
Kendisi yakınım olur, şöyle ki Amasya panayırlarının gözdesiydi.
Altı balık üstü kadın kostümüyle sohbet etmişliğimiz vardı.
Zavallı o zamanlar çadırda, akvaryum içinde yaşıyordu.
Şimdi ise kuyruğundan kurtulmuş (evrimsel gelişim)
Yorgi’nin meyhanesinde konsomatrislik yapıyor.
Arada sırada uğrar bir iki kadeh  eşliğinde eski günleri yad ederiz.
Ama gözleri hâlâ okyanus mavisi, hâlâ davetkâr…
Derinlerinde boğulmak için ideal adres!

Neyse, lâfı fazla uzatmayalım...
Gelelim sadede; asıl mevzu “Amasya Fotoğraf Platformu”nu kurmam.
Çünkü İstanbul dipsiz kuyu, bambaşka bir alem.
Bu gerçeği de fark edip doğduğum topraklara ricat ettim.
Ne olsa bildiğim lokasyon, bir de çocukluğum gençliğim memleketim.
Bu düşünceyle 19 Ağustos 2021 tarihinde sayfamızı Facebook üzerinden tedavüle soktum.
Bugün de üçüncü yılımızı bitirip dördüncü yıla giriyoruz.
Yani yaş günümüz.
Elbette bu coşkulu günümüzü siz değerli dostlarımla kutlamak
bendeniz için övünç kaynağı.
İyi ki varsınız, iyi ki büyük bir aile oluşturduk.
Ve zaman tünelinde kâh fotoğraflarla, kâh anılarla ilerliyoruz…
Bu durumdan fevkalâde memnunum…
Aynı duyguları sizlerin de paylaştığına inanıyorum.
Bu vesileyle tüm sayfa dostlarımı saygıyla, sevgiyle selâmlıyorum.

Macit CÜNÜNOĞLU


17 Ağustos 2024

YENİ YAŞIMA MERHABA



Yeni yaşıma, son çeyrek yüzyılıma merhaba.
Vay be, yetmiş dört yıldır gezegendeyim…
Üstelik hâlâ da düşmemişim, yani toprağın üzerindeyim.
Oysa bu sihirli dünyaya kaç kez “eyvallah” demişliğim var…
Demek ki ya duymadı, ya da ciddiye almadı.
Öyleyse tam gaz yola devam.

Merak etmeyin, siyaset yazacak değilim.
O kulvardan yıllar önce sarfınazar ettim.
Hele dünkü parlamentoyu gördükten sonra…
Aman da aman; ne vahşi sahneler, ortalık kan gölü.
Western filmi sevenler izlesin, ben yokum.

Ama Amasya deyince akan sular durur.
Doğduğum topraklar, canım memleketim benim.
Bu arada annem Selanik’in bir köyünden.
Babam altı asırlık Amasyalı olduğunu (eğer doğruysa) söylerdi.
Çok da umurumda değil…
Çünkü uzun zamandır hissettiğim duyguları önemsiyorum.
Öncelikle dünyalı olmayı hak etmek, ve hakikat peşinde koşmak.
İşte benim yaşam felsefem.
Gerisi hikâye, ırksal dinsel mezhepsel böbürlenmeler
bana göre değil…
Hakkımda kim ne düşünürse düşünsün, umurumda da değil.

Gördünüz mü yaş kemâle erince insan hangi noktaya geliyor?
Somut örneği; işte benim hayatım.
Üç çeyrek yüzyıllık yaşam ustalığı ve gönülsel zenginliğimle hâlâ
sevgili peşinde koşabiliyorum.
Ve elim kalem tutuyor, platonik aşklarıma şiirler yazabiliyorum.
Örneğin geçenlerde Sharon Stone’a İngilizce mesaj attım:
Dedim ki; “gel kız, bir gece seninle yatalım, ama okyanus kıyısında.”
İlave ettim; “endişelenme, etkisiz elemanım, sırt sırta.”
Şimdi vereceği cevabı merakla bekliyorum.
Söz, talebimi kabul ederse ilk sizinle paylaşacağım…
Hatta belge niyetine fotoğraf bile ikram edebilirim…
Tabii en namuslu görüntülerle.

Şaka bir yana, hayat her şeye rağmen güzel, yaşanacak
kadar da kıymetli.
Yeter ki ölümcül hastalık denk gelmesin…
Hele Tayyip gibilerin yaşama sevincimizi karartmaya gücü yetmez…
Ayrıca O kim oluyor ki?
Bugün var yarın yok, beyinsel akrabaları gibi!
Ben demiyorum, tarihin eşsiz hazineleri sayfa sayfa yazıyor.
Ama bizler için ruh sağlığı önemli, alt takımlar teferruat.
Nasıl olsa bir duvar dibi bulur işeriz…
Bakarsınız beş tepenin girizgâhı karşımıza çıkar…
Teşaşurumuzla sevaba bile girebiliriz!

Oh ne alâ!
Cününzade Macit’ten de doğum günü yazısı ancak bu kadar olur.
Ne de olsa doğma büyüme Amasyalıyım….
Gururum, vadim, gözlerimin rengini aldığı sular…
İyi ki varsın, iyi ki Gümüşlü’nün sokağında doğmuşum…
İyi ki Selağzı çocuğuyum…
Lale devri ait olmama rağmen kayıp laleyim de…
Çoğu zaman kardelen…
İnadına yaşamak için; özgürce-onurluca barış içinde
kavga vererek
Ne mutlu bana…
Tekrar 75 yaşıma da MERHABA!

Macit CÜNÜNOĞLU

16 Ağustos 2024

AMASYA AŞKI



Dünkü yazımdan sonra bir kez daha anladım ki,
özellikle sayfa dostlarım Amasya sohbetini seviyor.
Yalnız gurbettekiler değil Amasya’yı doya doya yaşayanlar da
memleket yazılarıma ilgi gösteriyor.
Elbette yazıları kaleme alan bir kişi olarak hoş bir duygu.
Ancak aldığım tüm iltifatlar ne beni yazar sınıfına sokar,
ne de havaya…
Aklı başında olan herkes ne olup olmadığını bilir…
Dolayısıyla haddini bilmek de bir erdemdir diye düşünüyorum.
Lâkin adını soyadını koyalım hakikaten Amasya üzerine yazı
döktürmek apayrı bir keyif.
Çünkü binlerce yıllık tarih, onlarca uygarlık her kente nasip olmaz.
Diyelim ki geçmiş geçmişte kaldı, günümüze bakalım.
Eyvallah!
Doğduğum toprakların son üç çeyrek yüzyıllık serüvenini biliyorum.
Maydanozun Aziz amca, meyhaneci Selim Süer, Banyolu Mustafa,
Saatçi Hafız, tornacı Yervand usta, fanilacı Gülizar abla, toptancı
Taşdemir kardeşler, matbaacı Nimet abla, fotoğrafçı Mustafa abi,
efsane müdür Şerafettin Erdem, camcı Rasim, Bilgili ailesi, Kitapçı
sülalesi ve daha niceleri…
Hepsi komşumdu.
Evimizin alt bitişiğinde ünlü Vakıf Han vardı.
Kahvehanesini, otelini İbrahim Acar işletirdi.
Ve Selağzı’nın çarşı esnafı…
Foto Abdullah, oyuncakçı Şaban Ergün, canti esnaf Kemal Petriç,
Rıfat Şekerci, kasap Doğan-Ünal ağabeyler, balıkçı Rıfkı, manav
Adil Cebeci, Haldun abi, Yazıcılar klanının piri Cafer Aga,
tandırcı Şuayip derken onlarca sima…
Alın teriyle ve geçim gailesiyle hayata tutunmayan çalışan
isimsiz kahramanlar geçidi.

Bu kadar referans yeter mi?
Hak verdiyseniz Amasya’yı yazmaya devam edeyim.
Yalnız benden memleket yazıları isteyin de hemşerilerimin
karakter tahlilini istemeyin.
Çünkü dünyanın en zor işi olduğuna inanıyorum.
Hatta S. Freud mezarından çıksa, 40 seans yapsa bile baş
edebileceğini sanmıyorum.
Sebebine gelince, Amasyalı aysberg gibidir.
Görünen yüzü vakur, alçak gönüllüdür.
Ama arka plânında derin bir haset, ihtiras yatar…
Bu gerçek de kıskançlık duygularını olağanüstü besler.
Her başarılı insanın hikâyesinde defolar aramaya bayılır…
Ve iftiraya dayanan kulp takmak hasletlerinin başında gelir.
Hâl böyle olunca ırmak boyunu, parkları, dağları taşları
kaleme almak suya sabuna dokunmamakla eş değerdir.
Öyleyse Amasya en güzel kentlerin başında gelir…
Ve müktesebatı övgüyü fazla hak eder tekerlemesine devam edelim,
bu akşamlık yazımıza da son noktayı koyalım.
En kısa sürede tekrar buluşmak umuduyla…
Meselâ 19 Ağustos pazar günü, yani iki gün sonra…
Efendim o gün sayfamızın “Amasya Fotoğraf Platformu”nun
üçüncü yaş günü…
Birlikte kutlayalım mı, ne dersiniz?
Saygılarımla.


Macit CÜNÜNOĞLU

15 Ağustos 2024

AH AMASYA!



“Seni uzaktan sevmek aşkların en güzeli…” diyeceğim
ama o kadar da değil.
Ne de olsa Amasya’yı sokak sokak arşınlamış biriyim.
Irmak boylarında volta atmış, Belediye parkında yavuklu kovalamış,
Ar sinemasında Ayşecik filmlerine gözyaşı dökmüşlüğüm var.
Daha ne olsun, eski lisenin barakalarını, bahçesindeki zil niyetine
kullanılan kilise çanını bilirim.
Hatta bir keresinde teneffüs zilini erken çaldığım için okul müdürü
Süleyman Duygu’dan bir araba dolusu sopa yemiştim…
Elleri kırılsın, neyse ki Maide abla son dakikada linçten kurtarmıştı.
Tabii Amasya hatıratım bu kadar değil, yazmaya kalksam “Bin bir Gece”
masallarını sollar.
Oysa doğduğum topraklarda kesintisiz on beş yıl yaşamıştım.
Medcezirlerden sonra yetmiş iki yılında tamamen kopmuş İstanbul’a göç etmiştim.
Yani Dersaadet vatandaşlığına terfii etmiştim.
İyi de olmuş, hani atalarımız derler ya; “boğulacaksan büyük denizde boğul”…
O hesap işte, bende Yeşilırmak’ta boğulmak yerine yeryüzü incisi İstanbul
boğazında boğulmayı tercih ettim.
İnişler çıkışlarla hayat sürdü, tanrıya şükür ki sağ salim karaya vurmayı başardım.
Epeyce sevgili, mebzul miktarda evlilik derken iki evlat dört torunla
dingin bir hayata kavuştum.
Şimdi bu zaman dilimini yaşıyorum.
Pazar günü de üç çeyrek yüzyılı devirip yetmiş beş yaşıma merhaba diyeceğim.

Bu arada hayatın bana sağladığı sonsuz krediye de her zaman minnettar
olduğumu ifade etmeden geçemeyeceğim.
Çünkü yarım  yüzyıldan fazla sigara içki alışkanlığı olan benim gibi birini tanrı
olsam bir gün bile yaşatmam, yıllar önce toprağa gömer arkasından Fatiha
bile okumazdım….
Ancak musalla taşında “iyi bilirdik” lafını da esirgemezdim.

İşte böyle dostlar, “insan yedisinde neyse yetmişinde de odur” derler ya…
Vallahi doğru!
İnanın içimde yaşayan aşk kıpırtıları hiç eksik olmuyor.
Nasıl bir fıtratım varsa (kesin babama çektim, adam üç evlilik yapmış)…
DNA sadakatimden olsa gerek gönlüm hâlâ sevda peşinde.
Neyse ki bu aşama da Amasya tutkum imdada yetişiyor.
Kurucusu olduğum “Amasya Fotoğraf Platformu” yaşlılığımda
ilaç gibi geldi.
Her gün on, on beş fotoğraf paylaşıyorum…
Beğenen oluyor, beğenmeyenleri başımın üstüne taşıyorum…
Ve bütün hızıyla ve tüm güzellikleriyle hayat akıp gitmeye devam ediyor.
Bu nedenle yazılarımı okuma zahmetine katlanan tüm dostlarımı
sevgiyle selâmlıyor,  sayfa katılımcısı arkadaşlarıma saygılarımı iletiyorum.
İyi ki varsınız.

Macit CÜNÜNOĞLU

04 Ağustos 2024

ÖZGÜRLÜK-EŞİTLİK-KARDEŞLİK

 Bunaltıcı yaz sıcakları yaşadığımız bu günlerde

olimpiyatlar ilaç gibi geldi.
Sabah 10'da televizyon başına geçiyorum, kapanışa kadar izliyorum.
Tabii her branş ilgimi çekmiyor.
Ayrıca olimpiyatlarda yer almasını yadırgadığım bir yığın saçma sapan yarışma var.
Örneğin BMX bisiklet, kaykay, plaj voleybolu, tek pota basketbol, kule atlama, tabanca tüfek atışları gibi.
Sporu çok sevdiğim için yine de dikkatle takip ediyorum.
Hele hele de bizim gibi sıkıntılı ülkelerde olimpiyat türünden
uluslar arası organizasyonlar insana âdeta nefes aldırıyor.
Neyse, gelelim açılış törenine.
Bence müthiş bir şölendi, ilk kez olimpiyat başlangıcı stadyumlardan kente taşındı.
Olağanüstü başarılı ekran görüntüleriyle Paris gezisi yaptık.
Bu arada İstanbul’un ev sahipliğini düşledim.
Örneğin Boğaziçi ile Haliç ne de yakışırdı.
Belki yarım yüzyıl sonra gerçekleşebilir.
Biz görmesek bile torunlarımızın göreceği kesindir.
Ama törenleri naklen yayınlayan TRT sansür uygulayarak
dünyada bir ilke imza attı, kendine yakışanı da yaptı(!)
Çünkü sokaklar caddeler meydanlar HAMAS’ın askerlerinin şovlarıyla
dolup taşıyor.
Sultanımız da İsrail için fetih hazırlıklarına başlamış gözüküyor!
Oysa Paris Olimpiyatları sürüyor..
Sporcular olimpiyatın ruhu:
"Daha Hızlı, Daha Yüksek, Daha Güçlü" olmak için
mücadele ediyor.
Fakat Fransızlar insanlığın en önemli sıçraması sayılan
1789 Devrimi’ne gönderme yaparak:
“Özgürlük-Eşitlik-Kardeşlik”
(Liberté, égalité, fraternité)
prensiplerini öne çıkartıyorlar.
Özellikle çağımız için ne kadar da anlamlı.
Ancak ülkemiz için bu değerler bir şey ifade etmiyor,
çünkü kafayı LGBTİ gibi ciddi mevzulara takmışlar(!)
Bir de Instagram sansürü…
Aslında olayın aslını bilmiyorum, zaten haber de dinlemiyorum…
Sadece kulaktan duyduklarımla yetiniyorum.
Bir dostum HAMAS’lı bir terörist öldürüldü diyor,
bir diğeri de FETÖ öldü diyor.
Vallahi kim öldüyse öldü, ilgilenmiyorum.
Çünkü şu anda televizyon ekranlarında Mete Gazoz’u izliyorum…
Ve final setini kazanarak çeyrek finale yükseliyor.
Hadi Mete, umudumuz sensin…
Bir altın madalya yakışır ülkemize.
Dualarımız seninle.
Bu arada buz gibi bira bardağım elimde…
XXXIII. Olimpiyatlar ekranımda…
Gençlerin mücadelesini izliyorum doya doya…
Umurumda mı dünya!
Macit CÜNÜNOĞLU