bir şair vardı, öğretmen

13 Mayıs 2025

MOZART

 


Mozart’la ilk tanışmam Nadir Nadi’nin “Dostum Mozart” adlı
kitabı sayesinde oldu.
Aslında Nadir Nadi’yi Cumhuriyet gazetesi patronluğundan ve
başyazarlığından bilirdim.
Ta ki bu kitabı okuyana kadar.
Seksenli yıllarından başlarında Çağdaş Yayınları’ndan çıkmıştı.
222 sayfalık küçük bir eser.
Ancak kitabı okuyunca hem kendisinin müzik yeteneğini öğrendim,
hem de Mozart’ın dünyasını keşfettim.
Aslında dünyanın en büyük bestecilerinden biri olarak kabul edilen
Mozart önü arkası 35 yıl yaşadı.
1756 yılında Salzburg’da doğdu, 1791 yılında Viyana’da öldü.
Zenginliğe de şöhrete de kavuştu, ama yoksul öldü.
Bu nedenle de kimsesizler mezarlığına gömüldü, doğal olarak da
mezarı kaybolanlar arasına katıldı.
Ah canım benim!
Aslında bu sabah Mozart’ın 41 No’lu senfonisi ile güne başlamıştım.
Bestecinin en sevdiğim eserlerinden biri.
İçsel dünyamda öylesine bir yolculuğa çıktım ki…
Aklıma ne siyaset, ne güncel politika geldi.
Tek adam hegemonyası, hukukun yerlerde sürünmesi, alengirli
barış süreci, muhalefetin çırpınışları…
Hepsini bir kenara ittim, sadece Mozart’ın eşsiz müziği eşliğinde
kaybolmak istedim.
Hatta hiçbir limana çapa atmadan okyanuslara açılmak arzusuyla
yanıp tutuştum.
Öyle de yaptım.
Reguiem’i en sona bırakarak büyük ustanın, başyapıtlarını
bir bir dinlemeye başladım.
Sırasıyla:
Piyano Konçertosu No. 21.
Klarnet Kuinteti.
Figaro’nun Düğünü.
Sihirli Flüt.
Nasıl mutlu oldum, bir bilseniz!
Yazılarımda her zaman iyilikten, güzellikten söz eden, yaşamımın en kötümser anlarında bile kimi zaman biraz acı, biraz buruk da olsa hayata gülümseyen,
ama hiçbir zaman küsmeyen kişiliğimle bir kez daha hazzın doruklarında gezindim.
Nadir Nadi’nin kitabı rehberliğinde üstün sanatçının insan olarak zaaflarını,
yaşama harika çocuk olarak başlayışını, harika çocuk olarak ölüşünü,
Mozart’ın yaratma sancıları içindeki bunalımlarını gidermek için akıl almaz
kaba saba şakalar yapan çocuksu kimliğine de şahit oldum.
Bir de neşeli, hoşgörülü, daima iyimser, çocuk ruhlu Mozart'ın üstün yaratıcılığı, hüzünle umudu birleştiren dehasına bir kez daha hayran oldum.
Evet, 18. Yüzyıl’da bu dünyadan bir Mozart geçti…
Klasik müziğin dâhisi, romantik müziğin ilk temsilcisi…
Sanat evreninin en parlak yıldızı…
Ve Nadir Nadi gibi benim de en yakın dostum…
Sanatsal yoldaşım Mozart.
Eşsiz eserlerinle huzur buluyorum, seninle yolculuklar yapıyorum…
Ve hepsinden önemlisi sol mememin altındaki cevahiri aşka açık tutuyorum.
Yetmez mi?
Macit CÜNÜNOĞLU
Beğen
Yorum Yap

11 Mart 2025

YEŞİLIRMAK


Bir bahar daha geldi.
Güneş sıcaklığını iyiden iyiye hissettirmeye başladı.
Amasya’da çağlalar, erikler çiçeğe durmuştur.
Ya Yeşilırmak, karların erimesiyle birlikte sakin
suları coşmaya başlamış mıdır?
Yoksa gözyaşlarını içine dökerek sessiz yolculuğuna
devam etmekte midir?
Çünkü modern dünyanın(!) tahribatından en çok O
etkilenip nasibini aldı.
Önce suları azaldı, sonra yol arkadaşları salkım söğütler
terk etti…
Bir de adını aldığı yeşil rengi kalmadı, mutasyona uğrayıp griyle arkadaşlık etmeye başladı.
Ya balıkları?
Çamur deryasında nesli tükendi, kaytan bıyıklı Ilganus
dinozorlar kategorisine terfi etti.

Canım benim, Amasyalı her çocuğun yüzme hocası…
Yeter ki evdeki otoritenin çemberini kır, kıçında
kara donunla yeşil sularına körpe bedenini bırak.
Nasıl olsa, bir iki aya kalmaz kulaç atmayı öğrenirsin.
Tabii ustalıkla, çünkü dalgalara karşı durmayı çocuk
yaşta öğrenmeye başlamışsındır.
Bu da gelecek hayatında özgüvenli, özgür düşünceli olmanın  kıymetli  referansıdır.

Bu nedenle Amasya deyince ilk aklıma gelen Yeşilırmak’tır.
Vadinin can suyu, geçtiği coğrafyada tarihin
başlangıcıdır.
Ayrıca durduk yere mi krallar mezarlarını yalçın  kayalara yaptırdılar?
Manzara eşsiz, bağlar bahçeler sonsuz…
Tam orta yerinden geçen Yeşilırmak, akarsuların en güzeli, yeşil gözlüm benim.
Ne de olsa ben de bu toprakların çocuğuyum,
İlâankaya mevkiinden aldığım yüzme diplomam
hâlâ evimin duvarında asılı, şeref belgemdir!

Evet, yine bahar geldi.
Memleket hasretim depreşti.
Oysa ayrılalı yarım yüzyılı geçti.
Ama İstanbul ile evlendim.
İlk coğrafi aşkım, sevgililerimin anavatanı…
Bu nedenle bolca nikah masasına oturdum…
Hepsi İstanbul doğumluydu.
Fakat üç çeyrek asırlık ömrüme rağmen Amasya
her daim aklımda, gönül bahçemin başköşesinde
Demek ki memleket aşkını Yeşilırmak sağlam
kodlamış bedenime.
Zaten o aşk da beni çocukluğuma, gençliğime bağlıyor.
Bu arada en son sekiz yıl önce Amasya’yı ziyaret ettim.
Seksenli yıllarda doğduğum evin, sokağımın mahallemin (Gümüşlü) barbarca yok edildiğini biliyordum…
Geriye de ne kaldı derseniz?
İki tek attığım Kulüp de yok, sizlere ömür…
Yeşilırmak’ın hâli de malûm…
En iyisi İstanbul’da kalmak…
Ve Ekrem İmamoğlu’nu Eyüp Sultan Camii’nden
“ya tutarsa” temennisiyle ülkenin yarınlarına  uğurlamak.
Biliyorum ki zurnada peşrev olmaz!

Macit CÜNÜNOĞLU

20 Şubat 2025

YAPAY DÜNYADAN...

 


“Amasya’nın dört mevsimi güzeldir” derler ya,
bence yaz aylarını hariç tutmak lâzım.
Çünkü Temmuz-Ağustos sıcağı dağlar arasında
hiç çekilmez.
Elbette çocukken farkında değildik, ne de olsa
serinlemek için cehennem ateşinden kurtaracak Yeşilırmak vardı.
Ya şimdi?
Öylesine suyu azalmış ki, akıp akmadığı bile belli değil.
Hatta kent içinde ırmağın debisi kontrol edilmese kayıklar karaya vurur, saltanat da hoş bir seda olarak masalları süsler!

Ama İlkbahar ile Kış mevsimi öyle mi?
Ayrıcalıklı ve özelliklidir.
Öncelikle bahar ayları benim için (çocuk aklımla)
çağla ve erik ağaçlarının çiçek açması demektir…
Ve müthiş heyecanı da peşinden sürükler.
Tabii başkalarının bağ ve bahçelerinden yapılan
masumane hırsızlıklar olağanüstü maceranın
başlangıcıdır.
Ayrıca sokakta büyüyen çocuklar için bu tür
hırsızlıklar kahramanlık hikâyelerinin yapı taşlarını
oluşturur.
Böylelikle geçmişe ait müktesebata şimdiden
sahip olursunuz.
Az şey mi?
Zengin çocukları ise harçlıklarını biriktirirler,
yoksul çocukları da haylazlıklarının envanterine
katkı yaparlar.
Elbette geleceği ilişkin onlarca hikâyeniz olur.
Ama zamane çocuklara aktarılacak türden değil.
Ayrıca paylaşamazsınız da, çünkü kötü örnek olursunuz.
Düşünsenize; komşunun bahçesinden çaldığınız
erikleri torununuza ballandıra ballandıra anlatıyorsunuz…
Töbe de, daha neler?
Sabi sizin hakkınızda ne düşünür?
Utanç vesilesi, ayrıca hem günah hem de suç.

Neyse, Kış mevsimi ise başlı başına güzelliktir.
Doğanın bembeyaz olmasının yanı sıra sokaklar,
caddeler, mahalleler karla kaplanmıştır.
Evlerin çatılarından sarkan buzullar ise
soğuğun ayazın göstergesidir.
Bu arada kızağı olan çocuklar şanslıdır.
Mahalle aralarında oluşan buz pistleri kaymak için
iyi birer zemindir.
Sabah başlayan kayak mesaisi akşamın geç saatlerinde kadar sürer.
Duyulan heyecan, hissedilen zevk eşsizdir.
Ve bir devrin çocukları bu duyguları yaşayarak yetişmiştir.
Günümüzde “alaylı” diye tarif edilen persona ile de tüm kategorilerden başarı ile mezun olmuştur.
Tabii özgürlük, özgüven bonuslarıyla beraber.

Günümüz ise adı üzerinde YAPAY, üstelik ZEKA’sı da var.
Oysa daha yeni yeni bilgisayarımda yazı üretmek için WORD programını öğrenmeye çalışıyordum,
bir de “Yapay Zeka” çıktı.
Bu arada geçenlerde büyük torunum dedi ki,
“Dede yapay zekayı ben sana öğretirim.”
Adı da “DeepSeek”miş, üstelik bedavaymış!
Cevabım “hele dur” oldu…
“Önce Amasya’ya gideyim, mevsim Kış…
Pirler yokuşu buz tutmuştur…
Kızak kayan bir iki velet bulursam onlara takılırım…
Biraz kayar sonra İstanbul’a dönerim.
Sonra da başlarız yapay zeka dersimize.” Dedim…
Ve yapay dünyada hayâller kurmaya devam ettim.

Macit CÜNÜNOĞLU

27 Aralık 2024

AMASYA ÜZERİNE



Yirminci yüzyıl on dokuzuncu yüzyılın değerlerini nasıl tükettiyse, iktidarlar ile yerel yönetimler de siyasetin üstün çabaları(!) ve rantın vahşi cazibesi uğruna Amasya’nın tarihsel dokusunu yerle bir etti.
Gerekçeleri çok basitti: Hızlı göçler sonucu artan nüfus artışı, dolayısıyla da imara açılan kadim mahalleler.
Ve ortaya çıkan çirkin manzara.

Tabii bu saatten sonra yazıp çizmenin, eleştirmenin kimseye bir faydası olmayacak, ayrıca geriye dönüşün de mümkün olmadığını bilerek yine de duygu ve düşüncelerimi tarihe not düşmek adına yazıyorum.

Şöyle ki başta doğup büyüdüğüm mahallem Gümüşlü olmak üzere Yakutiye, Mahmet Paşa ile Prinççi yok artık.
Yalnızca geçmişin ruhunu taşıyan Hatuniye ile bir kuple Sofular nostaljik değerini koruyan lokasyonlar olarak varlığını sürdürüyor.
Kafi mi?
Ne yapacaksınız: İçimiz yana yana “Yetmez ama EVET” deyip zaman tünelinde ilerliyoruz.
Yine de elde kalan bakiye fena değil.
Beş on cami ile türbeler, medreseler, mahalleler derken 8500 yıllık müstesna şehir hâlâ mücevher özelliğini koruyor.
Yani Yeşilırmak vadisi yine bölgenin çekim merkezi,
kalesiyle, kaya mezarlarıyla Amasya turizmin göz bebeği illerin başında geliyor.
Lâkin vizyoner bakış açısına ihtiyaç var.
Kentin asırlık parkını işgal edip Hilton’a peşkeş çekmek akıl kârı işler değil.
Ayrıca kente bir fayda da sağlamaz.
Çünkü çağımızın turizm anlayışına göre tarih yeşille  buluştuğu zaman bir anlam taşıyor.
Bir de şehrin tam orta yerine (Selağzı) TELEKOM binası
dikmek marifet değil, olsa olsa görgüsüzlüktür.
Tabii tüm bu ve buna benzer mimari dokuda estetik kaygılar aramak kösenin sakalının çıkmasını beklemektir.
Çünkü çevrecilerin, mimarların sözünün geçtiği Kent Konseyi yok.
Gelecek sadece rantçı düşüncenin arzuları doğrultusunda plânlanıyor.
Bu da güzelim kentin yaşam alanlarını daralttığı gibi,
gelecek nesillere miras olarak betonla donanmış koskoca bir köy bırakılmasının yolunu açacaktır.

Evet, gerçek kentlilerin, Amasyalılık ruhunu içselleştirmiş dostlarımızın durumdan ne kadar üzüntü aldıklarını hissedebiliyorum.
Ancak sesleri pek çıkmıyor, çıksa da duyulmuyor.
Daha doğrusu rantçı müteahhitlerin, bezirgan siyasetçilerin gölgesinde kalıyor.
Ve ülkemiz gibi “Büyüklere masallar” teranesiyle ömrümüz geçip gidiyor.
Son söz olarak da genç başkan Turgay beye sesleneceğim.
Çorba dağıtmakla bir yere varamazsın sayın başkan.
Eğer kalıcı olarak hizmet etmek istiyorsan İstasyon’dan Hacılar Meydanı’ından Ayvasıl’a Tatarlar’a kadar tramvay yolunu döşe, bak o zaman itibara…
Adınız anında efsane Başkan’a çıkıp “Asfalt Naci”yi de sollarsınız ve  Tramvay Sevindik diye anılıp tarihe geçersiniz.
Okey mi genç arkadaşım, lütfen önerimi kulak arkası etme.
Seni seviyoruz, kalbi muhabbetle de gözlerinden öperim.

Macit CÜNÜNOĞLU

18 Aralık 2024

DOSTLUK ve TATİ



Uzun zamandır seyahate çıkamadım.
Zaten asgari ücret seviyesindeki emekli maaşım da
gezmeme imkân vermiyordu.
Kader utansın diyelim yolculuğa başlayalım.
Değerli ve kadim dostum Bahattin Baha Tekman’dan
davet aldım…
Tabii balıklama atladım, ver elini Antalya.
Atmış yıllık dostum aslen Turhallı, Tokat Öğretmen Okulu’nda
başlayan kardeşliğimiz uzun yıllardır devam ediyor..
Öğretmen emeklisi hocam Antalya’ya yetmişli yıllarda
yerleşmişti ve onca sürgüne rağmen bu kenti terk etmedi.
Başarılı işletmecilik de yapıp hayata üst seviyede tutundu.
Eh, hâl vakit iyi olunca beş yıldızlı konfora eşit ağırlanma
fırsatı bulduk.
Sağ olsunlar, var olsunlar; karı koca bizi dört dörtlük
misafir ettiler.

Şimdi gelelim dostluğun kıymetine:
Dost, uzakta olsa bile yakınımızda hissedebildiğimiz,
en soğuk günde dahi ruhumuza verdiği sıcaklıkla ısınabildiğimizdir.
Karanlıklarımızı, kara bulutlarımızı dağıtan, benliğimizi aydınlatan dostumuzun değerini bilmeli, gerçeğini sahtesinden ayırabilmeliyiz.

Dost, yanında yüksek sesle düşünebildiğimizdir. (Emerson)
Ondan ayrılınca üzülürüz; çünkü “ayrılık gerçek dostlar için mihenk taşıdır
(La Cordaire).
Dostuna özveri göster, bencillik etme.
“Bencillik dostluğun zehiridir ( Balzac).
Kendimize verdiğimiz en güzel hediye olan dostluk (Stevenson) güvensizliğin başladığı yerde biter (Epikür).
Gerçek dostluk karşılıklı güvenle sağlamlaşır.
Bakma sen “güvenme dostuna, saman doldurur postuna” diyenlere.
Sahte dostlar için söylenmiştir bu söz.

Evet, Antalya ülkemizin müstesna kentlerinden biri.
2004-2009 yılları arası beş yıl yaşamıştım.
Dört ayı aşırı sıcak geçen süreyi hesaba katmazsanız
cennetten bir köşe.
Tabii nüfus üç milyona dayanmış, göç alan illerin başında geliyor.
Lakin âdeta Ukraynalı ve Rusların işgaline uğramış gibi
görünüyor.
Çarşı pazarda fiyatlar artmış, konut kiraları İstanbul ile
yarışır hale gelmiş.
Bu arada satın almak için gözüme bir ev kestirdim, (şaka şaka)…
Müteahhit firma ile görüştüm, 130 metre kare daireye
1 milyon 800 bin Euro fiyat çekti.
Gerisini siz düşünün.
Yine de deniziyle, tarihi dokusuyla yaşanılası bir yer.
Fakat dikkatimi çeken en önemli husus çarpık yapılaşma.
Parti ayırımı yapmaksızın tüm belediye başkanları
şehri yüksek katlı binalarla betona teslim etmişler.
Örneğin Antalya’nın gözbebeği, vitrini Karaoğlan parkı
bakımsızlıktan, ilgisizlikten çöplüğe dönüşmüş;
gezi yolları kırık dökük parkelerle çirkinlik manzarası sergiliyor.
Çok merak ediyorum, iki dönem üst üste seçilen
Böcek efendi çevreciler tarafından hiç uyarılmıyor mu?

Neyse, on günlük tatilin sonucun da anavatan İstanbul’a
döndük, elbette Tekman ailesinin misafirperverliğini
yad ederek…
İyi ki varlar.

Macit CÜNÜNOĞLU

27 Ekim 2024

MEMLEKET HİKÂYELERİ



Bugün Pazar, Ekim’in sonu gelmesine rağmen
hava güneşli.
Penceremden sararan yaprakların dökülüşünü izliyorum.
Dışarıda âdeta renk cümbüşü, çamlar yemyeşil,
sarmaşıklar kızılın tonları, yine de sarının egemen olduğu
pastoral manzara.
Mevsimsel olsa gerek, hazan ayları derin düşünceleri de
beraberinde getiriyor.
Bilgisayarımda davudi sesiyle Orson Welles amca sesleniyor:
I know what it is to be young
” ve devam ediyor:

“Ben genç olmak ne demek biliyorum

Ama sen, sen bilmiyorsun ne demektir yaşlı olmak
Bir gün, senin de ağzından dökülecek bunlar
Zaman uçar da gider, ve hikaye anlatılır…”

Üç çeyrek asırlık ömrümle geçmişe uzanıyorum.
Çocukluk, gençlik yıllarıma sık sık yolculuk yapıyorum.
Yaşadığım sahneler aklıma geldikçe kâh heyecanlanıyorum,
kâh hüzünleniyorum.
Ama müthiş bir duygu birikimi içinde olduğumu hissediyorum.
Evet, onca eksikliğine rağmen sıkça doğduğum
toprakları özlüyorum.
Öncelikle mahallemi, sokağımı.
Oysa geriye sadece camimiz ve mütevazı şadırvanı kalmış.
Varsın olsun, yine de Yeşilırmak akıyor, kale yerinde.
İçerişehir geçmişin ruhunu günümüze taşıyor.
Sofular da O’na eşlik ediyor.

Gidenlere rahmet okuyup kalan sağları bağrıma basıyorum.
Dalından misket koparamasam da yarım kilo alıp
İmaret’in bahçesine oturuyorum.
Belki tanıdık üç beş dost bulurum diye.
Heyhat, sorduklarımın ezici çoğunluğu göçler sonucu
merkeze yerleşmiş vatandaşlar.
Hiç birisi kütüphanenin sıralarında oturup “Bin bir gece masallarını”  okumamışlar, hatta Şehrazat’ın adını dahi duymamışlar.
Hele hele de İbrahim hafızın dillere destan tokatını yiyen de yok!

Hâlbuki Amasyalı olmanın kriterleri var.
Öncelikle ırmakta yüzmeyi öğreneceksiniz,
tabii balık tutmayı da.
Sonra dağları keşfedeceksiniz, mümkünse Cilanbolu’ya inip
dibindeki kuyudan kana kana su içeceksiniz.
Ziyere, Yenice evinizin bahçesi, havuzları en keyifli
eğlence merkeziniz olacak.
Atıf’ın meyhanesinde bir- iki maşrapa şarap içmişliğiniz hatıralarınız arasında yer alacak.
Hazır fayton durağına gelmişken Tımarhane’nin avlusuna
kurulan ipek böceği pazarından beş-on tane koza çalacaksınız ki,
dut yapraklarıyla evde üretime geçip evrim teorisine gözlemleyerek şahit olacaksınız.
Bu arada çocuklarınıza, torunlarınıza bırakmak için
can arkadaşlarınızla Çakallar’da fotoğraf çektireceksiniz.
Fonda eşsiz Yeşilırmak vadisi, camilerin minareleri muhakkak gözükecek.
Pirlerde semaver eşliğinde bakla dolması, Ahmet-Hakkı ustaların çöreği afiyetle yenilecek.
Ve daha yüzlerce anı ve enstantane.
Her biri kıymetli her biri hafızamda taze.
Benimkisi hayâllerimle geçmişe yolculuk…
Kulağımda Orson Welles’in sesi…
Dizimin dibinde iki evlat, dört torun…
Yüreğim kabarıyor, gözlerim nemli…
Sessizce mırıldanıyorum:

I know what it is to be young
Ve yaşanmış hikâyelerim arasında kayboluyorum.

Macit CÜNÜNOĞLU




13 Eylül 2024

NARİNCE


Aç kapıyı cennet
Ben geldim.

Ayakkabılarım da elimde.
Artık sonsuza kadar birlikteyiz.
İstop, sek sek oynar mıyız?
Ne de olsa sekiz yaşındayım.
Artık Ayşelerin değil, meleklerin yoldaşıyım.
Kursta da öyle söylediler.
“Allah’tan kork, müminden korkma” dediler.
Oysa hiç de öyle değilmiş.
Canavar ruhlu bir insan çöktü tepeme.
Hem de evimizin bahçesinde.
Önce boğdu, sonra çuvala koydu…
Ve cansız bedenimi dereye attı.
Bitti artık her şey, umutlarım hayallerim sökülüp alındı…
Yaşım henüz sekiz…
İnanmayacaksınız ama tabutuma gelinlik de serpiştiler.
Halbuki aklım okulumdaydı, arkadaşlarımdaydı…
İp atlayacaktık onlarla…
Ama ipi boğazıma doladılar ve sıktılar…
Ta ki son nefesimi verene kadar.
Nasıl bir dünyada yaşamışım, hâlâ anlamış değilim.
Ne doya doya saklambaç oynayabildim,
Ne de şeker yiyebildim.
Büyüklerin dünyasında kaybolup gittim.
Daha doğrusu saklandım…
1, 2, 3, 4, …..10…
Sağım solum sobe, saklanmayan ebe!
Ayakkabılarım elimde sekiz yaşındayım.
N’olur kimselere saklandığım yeri söylemeyin.
Oldu mu abilerim, ablalarım, teyzelerim, amcalarım?
Şimdi cennetin kapısındayım.

Macit CÜNÜNOĞLU

06 Eylül 2024

KIRIK VAZOLAR



Benim çocukluğumda Amasya’da çiçekçi yoktu.
Belki evlerde vazo da bulunmuyordu.
Ancak kentin eski dokusunu hatırlayınca çoğu
evin büyük veya küçük bahçesi vardı.
Güller, yaseminler, gülbaharlar dikildiğini biliyorum.
Hatta çok zevkli süs havuzları da vardı.
Nihayetinde Amasya köy veya kasaba değildi.
Osmanlının önemsediği birkaç yerleşim merkezinden biriydi.
Ayrıca önemli sayıda şehzadenin buraya gönderilmesi de tesadüf değildi.
Mesela en önemli padişahların başında gelen Fatih’in şehzadelik döneminde
kentte valilik yapması dikkat çekiciydi.
Ayrıca Yavuz’un burada doğması da tarihin cilvelerinden biriydi.
Ki Alevi toplumuna uyguladığı soykırımla kan kusturmuştu!

Neyse, bu mevzular tarihin konusu.
Ben de tarihçi olmadığıma göre yaşadığım devirlerin
dışına çıkmamalıyım.
Yoksa baltayı taşa vururum ki, işte o zaman ayıkla
pirincin taşını!
Dost var düşman var, hepsinden önemlisi de molla valimiz var.
Uluorta söylediklerim kulağına giderse, al başına belayı…
Valla bu gibileri iyi tanırım, kendisi gibi düşünmeyen
birisine kafayı taktı mı dünyayı zindan eder.
Tecrübeyle sabittir, hatta bir adım ileri gideyim,
kente girişimi bile yasaklayabilir.
Çünkü elinde güçlü argümanlar var.
Başta şehrin manevi atmosferini bozacağımı ileri sürebilir(!)…
Ki haklı da çıkar.
Şöyle ki hükümet konağının tam önünde, ayaklarımı
uzatmışım ırmağa, elimde şarap şişesi, yanında tuzlu leblebi…
Of ulan offf!
Keyfe bak, tabii bütün bunlar idam fermanımın  delili…
Öyleyse tekbir eşliğinde vurun zındığa, katli vaciptir!
Gördünüz mü trajik senaryoyu?

Siz istediğiniz kadar inanmayın, Ali Kaya’nın işyerinin
başına gelenler de bu sebepten.
Baksanıza Giresun valisine; bizim valiyle beyinsel akraba….
Ferman buyurmuş ki, “açık havada alkol içmek yassak!”
Buyrun burdan yakın, ayrıca karar piknikçileri de kapsıyor.
Ölür müsün öldürür müsün, yoksa ülkeyi terk edip
Sedat Peker gibi Birleşik Arap Emirlikleri’ne mi iltica edersin…
Anlıyorum ki adamlar laiklik maddesini Anayasa’dan
kaldırmaya kararlılar, akabinde seküler hayatın şeriat
hükümleri gereğince yeniden dizaynı geliyor…
Vay yavrum vay, ne günlere kaldık?
Cevabı dilimin ucuna geliyor da yazıp yazmamakta
tereddüt ediyorum…
Neyse canım, atın ölümü arpadan olsun.
Medeni cesaretim, mangal gibi yüreğim var…
Ayrıca kim korkar Yalova kaymakamından..?..
Öyleyse yazayım: Bu rejimin adı Ortaçağ karanlığı,
derebeylik düzenidir.

O nedenledir ki eski Amasya’yı, Selim Salim amcaları,
Çağlayan’ı, Kristal’i, Cahit abinin Çiçek lokantasını
özlüyorum çiçek bahçelerini özlediğim kadar…
Ancak her geldiğimde diri diri gömülmek pahasına
Mahzen’e çöküyorum…
Hayalimde Şehir Kulübü’nün balkonu, Ali Kaya’nın terası…
Ama ellerimde güller, koyacak vazo arıyorum…
Yüreğimle beraber sulayacağım renkli vazolar…
Ancak hepsi çoktan kırılmış, yaralı gönüllerimiz gibi…
Haksız mıyım değerli dostlar?

Macit CÜNÜNOĞLU

03 Eylül 2024

EYLÜL’DE GEL


Amasya beni çağırıyor.
Geçen gün mesaj atmış:
“Ağustos sıcakları geçti, Eylül’de gel.”
Gel de bu samimi davete icabet etme.
Aslında memleketime en son ziyaretimi 2017 yılının haziran ayında yapmıştım.
Şaka maka değil, yedi yıl geçmiş.
Dayı oğlum Celal’le (Sonuşen) dolu dolu beş gün geçirmiştik.
Hiç unutamayacağım, lezzetli bir tatildi.
Ama can kardeşim Celal yok artık.
Sonsuzluğa göçeli altı yıl oldu.
Melekler yoldaşı olsun,
O’nsuz Amasya çekilir mi?
Yine de kolayca vazgeçilecek memleket değil.
Onca tahribata, molla Vali’ye rağmen mihrap yerinde.
En azından Yeşilırmak boyları, dağlar var.
Çevresi çok değişse de Selağzı yerli yerinde.
Hele Kocacık çarşısı, Amasya’nın Beyoğlu’su.
İki tur atmak ömre bedel.
Tabii gözler İlhamiler’i, Ortanca Şadi’yi, saatçı Sırrı’yı,
Özdemir kardeşleri, Çulteks Ekrem’i, Yakubunni’yi,
boyacı Şerif’i, Sokullular’ı, kuyumcu Dikran’ı arasa da
biliyorum ki hepsi başka dünyadalar…
Ve hatıralarımın en kıymetli yerindeler.
Zaten Amasya’yı anılarla gezmek güzel.
Çünkü bugünkü hali bana hitap etmiyor.
Kulüp yok, Park yok, Lise yok…
Neyleyim Hilton’u, Elma oteli, Yamaç Bistro’yu…
Ali Kaya da sizlere ömür…
Geriye de bir Ebemü kalıyor.
Canım benim, Hüseyin Aylak da genç yaşta aramızdan ayrıldı,
Ebemülüydü, iyi bir fotoğraf ustasıydı…
Gölbaşı tesislerinde O’nunla buluşmak isterdim…
Heyhat, çoğu dostum gibi O da toprakla buluştu.
Ya Alpaslan (Samur), Ortaokul’dan sınıf arkadaşım.
Amasya’nın âdeta yaşayan hafızasıydı.
Kentlisinden köylüsüne kadar herkesi tanır, soyağacını bilirdi.
Ama talihsiz kaderi yakasını bir türlü bırakmadı.
Nihayetinde de geride kalan onca acılarla
Tekir Dede’ye taşındı.
Toprak incitmesin değerli dostumu.
Fakat kentte hâlâ ayakta kalmayı beceren efsaneler de var.
Örneğin Nurettin Naci Karademir, nam-ı diğer “Minik kuş”.
Gün geçmiyor ki sesi bir yerlerden duyulmasın.
En son doğduğum mahallenin (Gümüşlü) sokaklarındaydı.
Esnaf dinleyici kitlesi, karaöke eşliğinde “Günaydın programı”
yapıyor.
Tabii televizyon kameraları kayıtta, akşama da ekranlarda.
Alın size sazlı sözlü turizm elçisi.
Vallahi her kente nasip olmaz, 68 yaşındaki hemşerimizin
kıymetini bilmek lâzım…
Derken Amasya seyahat programımı bir an önce hayata geçirmeyelim.
Çünkü el ayak tutuyor, henüz baston desteğine de ihtiyacım yok.
Emekli bütçemi de denkleştirdim mi ver elini Amasya.
Başta yazmıştım, mesajda ne diyordu Amasya:
“Eylül’de gel.”
Söz, sarı yapraklar düşmeden sendeyim.
Bekle beni, masayı kur ırmak kenarına, nevale olarak kavun beyaz peynir yeter.
Büyük kuzu benden…
Of ulan offf!
Şimdiden ağzım sulandı, öyleyse katılalım dostlar kervanına.
Hep birlikte kadehler havaya, güzeller güzeli Amasya’nın şerefine!
Macit CÜNÜNOĞLU

02 Eylül 2024

.

 AKŞAMIN İÇİNDEN


Hafta yeni başladı
Daha merhaba demeden akşam oldu.
Demek ki zamanı durdurmanın imkânı yok
Aç kapa gözünü, 24 saat geride kaldı.

Oysa güne ne hayâllerle başlamıştım
Sabah yürüyüş yapıp, Özgürlük parkında
çiçek toplayacaktım.
Öğleden sonra da sevgilime mektup yazacaktım.
Sakın şaşırmayın, ben eski adamım…
Bazı konularda muhafazakâr sayılırım.

Kapıdan sağ ayağımla çıkar, yerde ekmek bulsam
öpüp başıma koyarım.
Büyüklerimin karşısında ayak ayak üstüne atmam,
asla “sizsiz” konuşmam.
Ve daha neler neler
Tuhaf hasletler işte.
Belki de geçmişle kurduğum güçlü bağlar.
Ama bana ait tüm bu alışkanlıklarımı
torunlarıma öğretmem…
Bakarsınız tersini yaparlar, o vakit kahrolurum.

Yine de eski olmak kıymetlidir.
Antika sınıfına dahil olmak anlamında değil canım…
Bu yaşta ne işim var Bit pazarında…
Üzerime nur yağmasını da istemem…
Ama kıdemli gönül dünyamın arzularına da hayır diyemem.

Günde bir paket sigara ile bir 35’lik ölçümdür.
Ne eksik ne fazla, ifrazata kaçmam.
Yani masaya oturduğu gibi kalkmasını bilenlerdenim.
Fakat o ortamın muhabbeti yok mu…
İşte onun  hastasıyım.
Üstelik memleket kurtarmayı bırakalı
asırlar geçmesine rağmen.
Varsın olsun, sevdalı bir çift göz uğruna
can veririm.
Bilmem anlatabildim mi?
İşte ben buyum, bir kuple aşk, bir kuple mazot…
Dağlara tırmanırım gelincik toplamak için…
Kitaplarımın arasında kurutup sevgilime göndermek için…
Tabii solgun bir fotoğraf eşliğinde.


Macit CÜNÜNOĞLU

HAZİN OLİMPİYAT


Paralimpik Oyunlar, engelli sporcuların katıldığı çok sporlu etkinliktir.
Orijinalindeki "paralympic" kelimesi; İngilizce, engelli anlamına gelen "paralyzed" ve "olympic" kelimelerinin birleşmesinden meydana gelir.
Yaz ve Kış Paralimpik Oyunları o dönemki Olimpiyatların hemen ardından yapılır.
Tüm Paralimpik Oyunları Uluslararası Paralimpik Komitesi tarafından yönetilir.
Söz konusu oyunlar geçtiğimiz hafta çarşamba günü Paris’te başladı.
Fransızlar bir kez daha uluslararası şölen sundu.
Gösteriler yine stadyumların dışındaydı…
Paris’le bütünleşen sanatsal faaliyetler izleyicileri âdeta büyüledi.
Tabii sporsever biri olarak televizyonumun başındaydım.
Keyifle karışık hüzünlü sahneler yaşadım.
Daha doğrusu gözyaşlarım hiç durmadı.
Onlarca ülkenin resmi geçit yaptığı caddelerde, meydanlarda
eksik uzuvlarıyla gülümseyen gençleri gördükçe elimde değil
çok duygulandım…
Başladım şükretmeye; ve dedim ki, “ey hayat, insanlığı savaşlardan koru,
ve lütfen silah üreticisi ülkelere gün yüzü gösterme.”
Yoksa bu hâl hâl değil, gidişat hiç de iyi değil.
Baksanıza Rusya Ukrayna savaşına, başlayalı üç yıldı,
sona erecek gibi de gözükmüyor.
Toplam kaç kişi öldü, kaç kişi yaralanıp sakat kaldı,
istatistiklere bile girmiyor.
Ayrıca hemen yanı başımızda süren İsrail – Filistin çatışmaları…
Ne zaman ateş kes sağlanacak, doğrusu ya merak ediyorum.
Ama füze saldırılarından da kimse vazgeçmiyor…
Ve insanlık Hollywood filmi izlercesine seyrediyor.
Çok trajik ama kanla tarih yazılıyor.
Çok yakın bir tarihte Kadıköy’de bulunan
Caferağa Kapalı Spor Salonu’nu uğradım.
Baktım engelli (tekerlekli) basketbolcuların maçı var.
Hemen hepsinin bir veya iki bacağı yok.
Fevkalâde gelişkin vücutlarıyla mücadele ediyorlar.
Merakımdan sordum soruşturdum, pek çoğu savaş gazisiymiş.
Ve dünyanın en kalleş silahı mayın kurbanı olmuşlar.
Gel de dayan, gönül rahatlığıyla sportif müsabakayı izle.
Nerde bende o yürek, gözlerim nemli salonu terk ettim.
Dolayısıyla Paralimpik oyunların açılış törenini izledim ama
gerisini getiremedim.
Çünkü kalp çarpıntısın yanı sıra tansiyon problemi yaşadım.
Ve binlerce engelli sporcuyu gördükçe insanlığımdan utandım…
Ve bir soru takıldı aklıma:
“Bu gençler hangi sebepten sakat kalmışlardı?”
Cevabını bilen var mı?
Benim kuşağım Vietnam savaşına başından sonuna şahit oldu.
Bu sürede ABD’li Johnson, Nixon, Vietnamlı Ho Şi Minh’i tanıdık…
Ve Ho amca anılarında savaş yıllarını ve sonuçlarını anlatıyordu:
"Tüfeği olanlar tüfekleri, kılıçları olanlar kılıçları, kılıçları olmayanlar küçük çapa ya da sopalarıyla savaştı. Her mezra ve cadde birer kale, her insan bir savaşçı, her parti hücresi bir kurmay heyeti gibiydi. Zafer, çok büyük bedellerle, 13 milyon şehit, binlerce kayıp, yüzbinlerce yaralı ve sakatla (83 bin sakat, 8 bin felç, 30 bin kör,10 bin sağır) kazanıldı."
Yüzyıllar öncesinden değil; elli, atmış yıl öncesinden söz ediyorum.
Ne hazin tablo değil mi?
Ama insanlık bu trajedileri hiç yaşamamış gibi yepyeni savaşlarla
kaldığı yerden devam ediyor…
Ve ne hazindir ki ülke yöneticilerim de şahin politikalarını iç siyasette
pazarlamaya çalışıyor ve aradığı desteği de maalesef buluyor.
Ve bu desteği de CHP çoğu zaman veriyor.
Öyleyse son söz olarak ne diyelim:
“Engelliler başımızın tacı, ancak beyinsel engelli savaş çığırtkanlarından
tüm ülkeleri koru tanrım, amen!”
Macit CÜNÜNOĞLU
Beğen
Yorum Yap
Kopyala