28 Aralık 2025

CAN İÇİN CAN CANA

Bizim oralarda ''Dağ diye danılama, dağın kulağı var.'' diye bir deyiş vardır. 
Hikâyenin aslı Kral Midas devrine aittir.
Ancak güzelim tatil gününü mitolojinin 
labirentleri arasında dolaşarak geçirmek istemiyorum.
Özetle deyimin mesajı da; ulu orta konuşma, dinleyen olur kaydeden olur.
Hele hele de günümüz için geçerli, hakikaten önemli bir uyarı.
Ayrıca her aklımıza geleni sosyal medyada veya WhatsApp gibi iletişim mecralarında yazarken fevkâlâde dikkat etmeliyiz.
Yoksa Marmara çırası gibi yanarız.
Çünkü burası Türkiye; mahremiyete, düşünce özgürlüğüne düşman binlerce avcı köpeği var.
Bir de ''gizli tanık'', ''etkin pişman''
gibi it köpek sarmış dört bir yanı...
Cumhuriyet'in savcılarıyla işbirliği yaparlar, yer mekân önemli değil...
Başta ekranlar olmak üzere 24 saat görevlerinin başındadırlar.
İşleri güçleri ihbarcılık, Abdulhamid
devrinin ''saray'' yalakaları gibi jurnalciliktir.
Sonra ne mi olur?
Tabii avcı köpekleri saray tarafından bol kepçe ödüllendiriller, paçayı kaptıranlar ise geri dönüşü olmayan tek yönün talihsiz yolcularıdır...
Ve böylelerinden ülkemizde on binler var.
Artık karşılarına Silivri mi, Kandıra mı, Edirne mi çıkar, zurna da peşrev olmaz misâli şansa kalmış, zulüm kader olup alınlarına yazılmıştır!

Evet, burası Türkiye!
Katiller, tecavüzcüler, hırsızlar, gaspçılar darpçılar aramızdadırlar, potansiyel suç aleti, olağan şüphelilerdir.
Lâkin Demirtaş, Kavala, Atalay zindanlardadır.
Tesadüf bu ya, bu akşam sevgili evlâdımız Can Atalay'ın belgeselini izlemeye gideceğim.
Üsküdar İcadiye'de, arkadaşları hazırlamış.
Can'ın anne babası Şükran ile Mustafa da orada olacaklar.
Amasya'dan gençlik arkadaşlarım...
Aydınlık Türkiye mücadelesinde yiğit yoldaşlarım.
Elbet gösteri de ağlaşmayacağız, hak hukuk için kavga veren kahramanlarımızı bir kez daha bağrımıza basıp öpüp koklayacağız...
Ve onlarla gurur duyduğumuzu tüm dünyaya haykıracağız.

Macit CÜNÜNOĞLU

27 Aralık 2025

KIRMIZI GÜLLER

Amasya'nın neyi güzel? sorusuna cevap olarak ''İstanbul'a dönüşü'' diyebilirim. 
Yıllar önce Ankara için de Yahya Kemal söylemişti.
Tabii doğduğum toprakları inkâr edecek değilim, bilenler bilir; sıkı bir Amasya sevdalısıyım.
Ancak ''seni uzaklardan sevmek aşkların en güzeli'' prensibine bağlı kalarak.
Yoksa koyun koyuna yaşamak bana göre değil.
Çünkü büyük aşkım İstanbul'un özgürlük alanı okyanuslar kadar engin, Amasya'nınki ise yeryüzü cennneti Boraboy'la sınırlı.
Gel de tercihini yap!
Tabi ki Kostantinopolis, dünya başkenti.
Ayrıca gözlerden ırak gerçek aşkı yaşayabilmek için özellikle Boğaz'da nice koy var.
Bir de Prens Adaları, eşsiz güzellikler...
Kalpazankaya'da güneşi batır, Heybeli'de mehtaba çık...
Kimsenin ruhu duymaz; sadece elinde sevgilinin eli, gözlerinde gözleri...
Tenler yakınlaşmış, yüreklerde çarpıntı...
Ferhat dele dursun dağları...
Şirin'e duyduğu aşkın şiddeti benim hayatımda, İstanbul'da.

Evet, iyi ki bu memlekette yaşıyorum.
Küçük kentler bana göre değil.
Dedikodu çemberi boğar özgürlük sevgimi, atılan güller taş olur, yaralar
yüreğimi...
Zaten yorgun ve kırılganım...
Yarınlara endişeyle bakmaktayım, bir kuple iyimser, bir kuple kötümser...
Ortaya karışık durumlarıyla martılar eşliğinde İstanbul semalarında dolaşmaktayım.
Elbette yalnız değilim, Aşiyan'da Orhan Veli, Adalar'da Sait Faik ile Hüseyin Rahmi yoldaşlarımdır...
Çoğunlukla aşkı konuşuruz Yelkovan kuşlarının gölgesinde...
Bebek'ten bir motor kalkar, istikamet Karadeniz, dalgalar köpük köpük...
Bir dost ayrılır aramızdan sessiz sedasız...
Adı: Nazım Hikmet. 

Evet, Anadolu kıymetlidir.
Hatti, Eti, Persler, Pontus, Selçuklu oradadır...
Ama İstanbul, gezegenin güneşi, yıldızı...
Yedi memeli Kıbele anamızın ikiz kardeşidir.
Bizi yetiştirir, büyütür, besler, adam eder...
Sonra da aşık yapar, erguvanlara mimozalara, sanata edebiyata...
Bir de isyankârlık ruhunu yerleştirir fıtratına...
Dik duruştur; itiraz kültüründen beslenen, arkasında emeğin gücünü hisseden...
İdeolojilerin esiri olmadan, kutsal değerler uğruna köleleşmeden ve karakterini bağımsızlıkla özdeşleştiren.
İşte bütün mesele bu.
O nedenle soran olursa; göğsümü gere gere İstanbulluyum derim...
Aslımı inkâr edercesine...
Varsın olsun, nasıl olsa büyük denizde boğulacağım...
Kimse beni hatırlamaz, yongaya karışıp gideriz bu dünyadan şerefimizle...
Mezarımızın üzerinde kırmızı güller bırakırız yarınlara.

Macit CÜNÜNOĞLU

26 Aralık 2025

BEYAZ GÜVERCİN

Amasya'nın ortasında bir cami.
Şadırvanına güvercin konmuş.
İmaret'in bahçesi, tedirgin kanat 
çırpışlarıyla çevreyi inceliyor.
Rengi beyaz, buralı değil, İstanbul'dan gelmiş.
Eyüp Sultan'ın avlusunda yaşıyormuş.
Çok sıkılmış, tedbil-i mekânda fayda 
var deyip düşmüş Anadolu yollarına.
Yolculuğu sırasında dört bir yanı dağlarla çevrili kent dikkatini çekmiş.
Bir de nazlı bir su akıyormuş tam ortasından.
Adı: Yeşilırmak.
Çok beğenmiş dağları taşları.
Âdeta büyülenmişcesine kanat çırpmaya başlamış şehrin üzerinde.
İnsanlar sakin, yavaş yürüyorlarmış.
Epeyce gezinip durmuş, köprülerin üzerinde.
Saat kulesinin balkonunda mola vermiş.
Uzunca bir süre az ilerideki meydanda arpa mısır tanelerini yiyen soydaşlarını izlemiş.
Onlarda da insanlar gibi telaş yok, dingin ve aheste...
İstanbul'daki cami avluları gelmiş aklına.
Vahşi kalabalıklar, curcuna.
Aç kurtlar sofrasında karın doyurmak  
ne kadar da zor!
Ortamı çok beğenmiş, buralara göç etmeyi bile geçirmiş aklından.
Anında da vazgeçmiş, yapamam demiş...
Alıştım ben metropol yaşamına, kalabalıklar içindeki yalnızlığıma.
Ayrıca rengim beyaz, griler arasında dikkat çekerim, tuzak kurup yakalarlar beni, kapatırlar kafese.
İşte o vakit dayanamam esarete, kahrımdan tez zamanda ölürüm.
Oysa özgürlüğüme düşkünüm, ayrıca ben insan değilim ki...
Biat edemem, kimsenin egemenliği altına giremem, benim evim cömert alanlar.
Üç beş darı için asla gerdan kırıp takla da atamam.
Dolayısıyla insan evlâdını rol model alamam.

Bak şu kuşa, kuş aklıyla ders veriyor insan oğluna.
Olsun, öğrenmenin bilginin adresi yok.
Yeter ki sen de kuş olmayı becer, yepyeni ufuklara yelken aç, kanat çırp aydınlık yarınlara.
Ama kuş masumiyetin simgesi, yeryüzünde olan bitene tepeden baktığı için görüş açıları geniş, odaklandığı hedeflerin önünü arka plânını görüyor.
Ötmeden önce kırk kere düşünüyor.
Zeka özürlü dangalaklar gibi Uludağ Gazozu içmiyor...
Cirmiyle övünerek ''Barış'' sembolü olmaktan gurur duyuyor.
Bir de zeytin ağaçlarına hayran, madencilere düşman.
Gel de güvercinleri kafeslere kapatan 
lüzumsuz varlıklara katlan!

Tabii benim de aklımda Melih Cevdet Anday satırları:
''Dünyaya bir daha gelirsem ağaç olmak isterim; ama keserler, yakarlar.
Kuş olarak gelmek istesem de vururlar...'' diyor.
Öyleyse büyük ustanın endişelerine katılmakla birlikte son çeyrek yüzyılın 
zalimine katlanmayı başaran bir canlı 
olarak bin selâm yollayalım güvercinlerin dünyasına...
Var mısınız?

Macit CÜNÜNOĞLU










 

ELVEDA AMASYA



Amasya yazılarımı her gün paylaşınca en büyük torunum dedi ki, ''Yeter artık Dede, bavulunu toplayıp İstanbul'a 
geri dön.''
Ben de cevaben; ''Amasya, öyle üç beş yazıyla geciştirilecek kent değil, ayrıca kitaplara sığmayacak kadar kültürel zenginliği var.'' dedim.
Tabii büyük usta Ara Güler'in bir sözü de aklımdan çıkmıyordu, 
o da ''İnsanın çocukluğu memleketidir.'' deyişi.
Siz ne dersiniz değerli hemşerilerim, Ara usta haklı 
değil mi?
Öyleyse bıkmadan usanmadan Amasya yazmaya devam.
Nasıl olsa İstanbul kaçmıyor, elbet birgün buluşuruz.
Bugün ''hat'' sanatına değineceğim.
Güzel yazı yazma sanatı, Batı dillerinde ''kaligrafi'' diye geçer.
Bizde bu sanatı icra edenlere ''hattat'' denir.
Bilinen ilk büyük Türk hattatı da
Amasyalı Yakut el Musta'sımî'dir. (13. yy)
Hat sanatının büyük ustalarından olup tarihteki yeri ilk sıradadır.
Ve bu gelenek Amasya'da devam etmiştir.
İslâm yazı sanatını zirveye taşıyan Şeyh Hamdullah da şehrimizde doğmuştur.
Babası Şehy Mustafa Buhara'dan göç etmiştir.
Hamdullah Çelebi'in doğum tarihi kesin olarak bilinmemekle beraber 14. yüzyılda yaşadığı tarihi belgelerden anlaşılmaktadır.
Medrese eğitimi alarak kendini çok yönlü geliştirmiştir.
Bu arada Yakut el Musta'sımî'nin büyük hayranıdır.
Ve kısa zamanda hat sanatında adı duyulmaya başlayıp zirveye yerleşmiştir.
Bu devirlerde Amasya Valisi olan şehzade II. Beyazid'ın yakın dostluğunu kazanmıştır.
Hatta öylesine ki genç şehzade üstadın yazı hokkasını tutarak hizmet etmiştir.
Babası Fatih'in ölümü üzerine de tahta çıkan II. Beyazid (1481) İstanbul'un yolunu tutmuş ama değerli dostu Hamdullah Çelebi'yi sarayına davet etmeyi ihmal etmemiştir.
Evet Amasya'dan İstanbul'a göçen hemşerimiz hat sanatının en güzel örneklerini vermeyi sürdürmüş.
Lâkin Yavuz Sultan Selim devrinde itibar kaybına uğrasa da Kanuni'nin padişah olmasıyla eski ün ve şöhretine tekrar kavuşmuştur.
Vefatında da Karacaahmet Mezarlığı'na defnedilmiştir.
Amasya'da da adını taşıyan hat müzesi vardır.
Bayramlarda bizimkilerin (birinci derece yakınlarımın) yanına uğradığımda, türbesi yolumun üstünde, Hamdullah dedeyi de saygıyla selâmlarım.
Haaa, yazmayı unutmuştum, şimdi aklıma geldi.
Hamdullah Efendi'nin şeyhliği okçuluğundan geliyor.
İyi bir ok atıcısıymış, hatta 1100 adımdan hedefini vururmuş, aynı zamanda da usta bir ok imâlatçısıymış.
O nedenle de ''şeyh'' ünvanına lâyık görülmüş.
Netice itibarıyla efendim, topraklarımızın ne kadar verimli olduğuna bir kez daha şahit oldum, sağ olasın Yeşilırmak, iyi sulamışsın vadimizi!
Derken dostlar tüm bu güzelliklerden sonra gelelim şık olmayan, hoş karşılayamayacığım enstantanelere.
Maalesef yine Amasya patentli, sosyal medyada gördüm, bir video paylaşılmış...
Üstelik video an itibariyle dört bine yakın beğeni almış, dört yüze yakın da paylaşılmış.
Kahramanları 12-13 yaşındaki dünya tatlısı kız çocukları.
Gözler gülüyor, cıvıl cıvıl, neşeler yerinde...
Hepsi de  HATTAT HAMDULLAH İMAM HATİP ORTAOKULU öğrencileri.
Aman da aman, ne güzel.
Lâkin ''yılbaşı''na lânet okuyorlar.
Üstelik kutlamayacaklarını ilân ederken gerekçelerini İslâmi temellere dayandırıyorlar.
Tabii söyleyeni değil söyleteni dikkate alıyorum.
Öyle ki senaryoyu yazanın (her kimse) yeminli bir şeriatçı olduğu kesin.
Ve Batı'nın olumlu değerlerini de ayaklar altına almaktan çekinmiyor.
Sanki Afganistan'dan özel siparişle ithal edilmiş El Kaide militanı...
Belki de texti kaleme alan okulda öğretmen?
Ve pırıl pırıl gençlerimizin karşısına geçip, Bedevi düşüncenin ürünü çağ dışılığı dikte ediyor, ve utanmadan da onları konuşturup kayda alıyor ve sosyal medya aleminde paylaşıyor!
Vallahi izlerken irkildim utandım, filmde rol olan altı yedi çocuğun aileleri adına da kaygılandım...
Çünkü bu insanlar evlâtlarını okula niye gönderirler?
Yılbaşı bahane, Taliban'a militan yetiştirmek şahane!
Eğer niyet buysa Afganistan sizi bekliyor, alayınıza güle güle!
Tabii çocuk yaştaki kız çocuklarını aşağılık birilerinin figüranı olarak gördükçe yüreğim paramparça oldu, moral değerlerim yerlerde sürünüyor.
En iyisi torunumun sözünü dinlemek ve Amasya yazılarıma ara verip İstanbul'a geri dönmek.
Yoksa son gördüğüm manzara ülkenin aydınlık geleceğine dair son umutlarımı da tüketecek...
İşte buna dayanamam, bu nedenle elveda Amasya...
Macit CÜNÜNOĞLU


24 Aralık 2025

TANSİYON İLACI

Amasya yazılarımı her gün paylaşınca en büyük torunum dedi ki, ''Yeter artık Dede, bavulunu toplayıp İstanbul'a geri dön.''
Ben de cevaben dedim ki, ''Amasya, öyle üç beş yazıyla geciştirilecek kent değil,
ayrıca kitaplara sığmayacak kadar zenginliği var.''
Tabii büyük usta Ara Güler'in bir sözü de aklımdan çıkmıyor, o da ''İnsanın çocukluğu, gençliği memleketidir.''
Siz ne dersiniz değerli hemşerilerim, Ara usta haklı değil mi?
Öyleyse bıkmadan usanmadan Amasya yazmaya devam.
Nasıl olsa İstanbul kaçmıyor, elbet birgün buluşuruz.

Bugün ise ''hat'' sanatına değineceğim.
Güzel yazı yazma sanatı, Batı dillerinde ''kaligrafi'' diye geçer.
Bizde de bu sanatı icra edenlere ''hattat'' denir.
Bilinen ilk büyük Türk hattatı da
Amasyalı Yakut el Musta'sımî'dir (13. yy).
Hat sanatının ilk büyük ustalarından olup
tarihteki yeri ilk sıradadır.
Ve bu gelenek Amasya'da devam etmiştir.
İslâm yazı sanatını zirveye taşıyan Şeyh Hamdullah şehrimizde doğmuştur.
Babası Şehy Mustafa Buhara'dan göç etmiştir.
Hamdullah Çelebi'in doğum tarihi kesin olarak bilinmemekle birlikte 14. yüzyılda
yaşadığı kesindir.
Medrese eğitimi alarak kendini çok yönlü geliştirmiştir.
Bu arada 
Yakut el Musta'sımî'nin büyük hayranıdır.
Ve kısa zamanda hat sanatında adı duyulmaya başlayıp zirveye yerleşmiştir.
Bu devirlerde Amasya Valisi olan şehzade II. Beyazid'ın yakın dostluğunu kazanmıştır.
Hatta öylesine ki genç şehzade üstadın yazı hokkasını tutarak hizmet etmiştir.
Babası Fatih'in ölümü üzerine de tahta çıkan II. Beyazid (1481) İstanbul'un yolunu tutmuş ama değerli dostu Hamdullah Çelebi'yi sarayına davet etmeyi ihmal etmemiş.

Evet Amasya'dan İstanbul'a göçen hemşerimiz hat sanatının en güzel örneklerini vermeyi sürdürmüş.
Lâkin Yavuz Sultan Selim devrinde 
itibarı yok sayılsa da Kanuni'in padişah olmasıyla eski ün ve şöretine kavuşmuştur.
Vefatında da Karacaahmet Mezarlığı'na defnedildi.
Bayramlarda bizimkilerin (birinci derece yakınlarımın) yanına uğradığımda, türbesi yolumun üstünde, Hamdullah dedeyi de saygıyla selâmlarım.
Haaa, yazmayı unutmuştum, şimdi aklıma geldi.
Hamdullah Efendi'nin şeyhliği okçuluğundan geliyor.
İyi bir ok atcısıymış, hatta 1100 adımdan hedefini vururmuş, aynı zamanda da usta bir ok imâlatçısıymış.
O nedenle de ''şeyh'' ünvanına sahip olmuş.
Netice itibarıyla efendim, topraklarımızın
ne kadar verimli olduğuna bir kez daha şahit oldum, sağ olasın Yeşilırmak, iyi sulamışsın vadimizi!

Derken dostlar tüm bu güzelliklerden sonra gelelim şık olmayan, hoş karşılayamayacığım sahnelere.
Maalesef yine Amasya patentli, sosyal medyada gördüm, bir video paylaşılmış.
Kahramanları 12-13 yaşındaki dünya tatlısı kız çocukları.
Gözler gülüyor, cıvıl cıvıl, neşeler yerinde...
Hepsi de  HATTAT HAMDULLAH İMAM HATİP ORTAOKULU öğrencileri.
Aman da aman, ne güzel.
Lâkin ''yılbaşı''na lânet yağdırıyorlar.
Üstelik kutlamayacaklarını ilân ederken gerekçelerini İslâmi temellere dayandırıyorlar.
Tabii söyleyeni değil söyleteni dikkate alıyorum.
Öyle ki senaryoyu yazan (her kimse)
yeminli bir şeriatçı.
Ve Batı'nın olumlu değerlerini de ayaklar altına almaktan çekinmiyor.
Sanki Afganistan'dan özel siparişle ithal edilmiş Taliban...
Ve pırıl pırıl gençlerimizin karşısına geçip, Bedevi düşüncenin ürünü gericiliği
dikte ediyor, ve utanmadan da kayda alıyor ve sosyal medya aleminde paylaşıyor.
Vallahi izlerken utandım, filmde rol olan altı yedi çocuğun aileleri adına da kaygılandım...
Çünkü bu insanlar evlâtlarını okula niye gönderirler?
Yılbaşı bahane, Taliban'a militan yetiştirmek şahane!
Eğer niyetiniz buysa Afganistan sizi bekliyor, ebenizin donuna kadar yolunuz var, alayınıza güle güle!

Macit CÜNÜNOĞLU









ri
 
 

22 Aralık 2025

CUDİ ABİ

Merhabalar efendim, 
dün söz verdiğim gibi muhabbete mumyalardan devam edelim. 
Ancak bir kaç dakikalığına müsaadenizi talep ediyorum.
O da Beyazıd Kütüphanesi çocuk bölümünde biraz daha kalmalıyım.
Benim için çok önemli, çünkü hayâl dünyamın temelleri burada atıldı.
Öncelikle Jules Verne ile tanıştım, Aya seyahete çıktım, dünyayı bir kaç kez dolaştım,  okyanuslara açılıp yeraltının merkezini keşfettim.
O yaşlardaki bir çocuğun hayâl dünyasını zengişleştirmek açısından az şey mi?
Derken kütüphanenin kraliçesi Ayla hanımdı.
Bizlere bol bol miki filmleri (Tom end Jerry) oynatırdı, orijinal Walt Disney yapımı, araya da (verem yaygın hastalık),
BCG aşısı tanıtım filmleri koyardı, kolera da promosyon.
Aynen koloni ülkesinin çocukları gibi helanın yanına marul dikilemeyeciğini çocuk yaşta öğrendik!
Yoksa, tanrı korusun bulaşıcı hastalıktan tez zamanda Niyazi olurduk!
Belki de Amerikalılar haklı, memleket 
ince hastalıktan kırılıyor,verem savaş
dispanserleri ile hastaneleri dört bir tarafta.
Ayrıca Kore'ye asker gönderip NATO'ya yeni katılmışız (1952), Coni amcaya da zinde asker lâzım!

Neyse bu mevzu uzun, geçelim mumyalar bölümüne.
O tarihlerde mumyalanmış mevtalar 
Beyazıd Kütüphanesi'nin şeref konukları.
Peki, kim bunlar?
Yabancı değiller canım, sen ben bizim oğlan kadar yakınlar.
Bir kez iç organlarıyla mumyalanmış ilk Türk ve Müslüman hemşerilerimiz.
İlhanlılar döneminden, toplam dördü çocuk sekiz kişiler.
Altısı da 14. yüzyılda yaşamış Amasya Valisi olan İzzettin Mehmet Pervane Bey ve ailesine ait.
Rivayet odur ki isyana kalkışmışlar, benzetmek gibi olmasın günümüzdeki Fetöcüler gibi...
Tabii o devirlerde senaryo yazarı Tayyip Sultan henüz gezegende yok...
Lâkin iktidardaki Sultan Mahmud Gazan Han tarafından isyan bastırılıp İzzettin Mehmet Pervane Bey ve 4 çocuğu Amasya Kalesi'nde idam edilmiş, ancak halk tarafından çok sevildikleri için mumyalanarak saklanmış.
Kimi tarihçiler de bu olayların müsebbibi Moğollar olarak yazsa da hangisine inanacağınız konusundaki tercih sizin.
Diğer iki mumyaya gelince; Anadolu Nazırı İşbuğa Nuyin ile 1297 yılında vefat eden şehzade Cumudar'a aittir.
Elbette hepsine rahmet diliyorum...
Lâkin bir ara müzelik mumyalarımız su altında kalıp yüzmeye kalktılar.
O macera da Amasyalı hemşerilerimin işgüzarlığı, yıl 1969...
Şehri sel götürüyor, doğal olarak İmaret ve çevresi sular altında...
Bir de ne göreyim; İstanbul basını mumyaları sular altında gösteriyor...
Öylesine utandım ki, hem tarihi kişiliklerin naciz bedenlerine halel geldiği için, hemi de şanlı tarihimize gölge düşürdüğümüz için!

Evet, bu hazin hatırayı da geçip gelelim 
Beyazıd Kütüphanesi'nin Mücellithanesi'ne...
Can çekişen kitapların usta eller tarafından yeniden hayat bulduğu atölyeye.
Kitap cerrahlarının başında Yakutiye Mahallesi'nden komşumuz, aile dostumuz Cudi abi.
İsmiyle müsemma, cömert, gönül zenginliğiyle donanmış bir yürek, daima gülümseyen gözler...
Canım ağabeyim, Cudi dağı kadar engin bakışlı, kitap dostu...
Amasya'nın isimsiz kahramanlarından.
Kim bilir usta elllerinde kaç kitap can buldu, kaybolup gitemeye yüz tutmuş kaç sayfa O'nun şirazesinin boyunduruğu altına girdi?
Kim bilir, kim bilir...
Şimdi nerelerde?
Ama emin olsun ki biz kitap dostlarının kalbinde daima yaşayacak.
Nurlar içinde yat Cudi abim, yattığın toprak cömert ışıklarla dolsun.

Macit CÜNÜNOĞLU





ANILARDA YOLCULUK

Bugün İstasyon köprüden Amasya'ya giriş yaptım.
Niyetim Üçler üzerinden Hacı İlyas Mahallesi'nin sokaklarında dolaşmak.
Mahalleye adını veren Hacı İlyas da ünlü bir hekim ailesine mensup olup, Çelebi Sultan Mehmed'in hekimbaşısı Sabuncuoğlu Mevlâna el-Hâc İlyas Çelebi Bey'in torunudur.
Fakat bu mahallenin çocukluk anılarımdaki yeri ayrıdır.
Çünkü rahmetli Muammer Palamut'un dedesi babamın dostuydu.
Hatta uzaktan olsa bile akraba olabiliriz.
Ancak doğrulama şansım yok, ben hariç herkes toprağın altında.
Palamut ailesi şekerciydi.
İmalathaneleri oturdukları evin arkasındaydı.
Ellili yıllarda babam bu eve beni sık sık götürürdü.
Aman tanrım, ne mutluluk.
Bütün ev akide şekeri kokuyor, mis gibi.
Arka tarafta ustalar mermer tezgâh üzerinde her türlü lokum ve şekerlemeyi üretiyorlar.
Bir çocuk için bundan daha keyifli ortam olabilir mi?
O nedenle Hacı İlyas Mahallesi denilince aklıma ilk gelen şekerci dededir, aile dostumuz.

Sonra da komşusu İmaret, orijinal adıyla Sultan Beyazıd Külliyesi.
Öncelikle caminin girizgâhında bulunan 
yeşil mermerden monte edilmiş deprem silindirlerine her dokunuşumda heyecanlanırdım.
Büyük bir ciddiyetle, hatta deprem mühendisi edasıyla her uğradığımda onları çevirir; bina da çökme var mı yok mu diye kontrol ederdim.
Oysa cami 39 Erzincan depreminde vurgunu yemiş, ağır hasarlı.
Bahçesi taşlarla dolu, ustalar restorasyon 
çalışmaları yapıyor.

Lâkin külliyenin en sevimli mekânı kütüphanesiydi.
Özellikle çocuk bölümünde okuma hevesimizden dolayı zamanın nasıl geçtiğini anlamazdık.
Büyükler bölümüne geçerken de Müdür Muammer Ülker'i saygı ile selâmlar 
daima güler yüzlü Dursun amcamıza
(O tarihlerde Müdür Muavini) uğrar, 
ikram ettiği nane şekerlerini geri çevirmezdik.
Sonra da büyük salon, sanki Oxford'dayız...
Raflarda cilt cilt kitaplar, bazıları korunmaya alınmış, camekânların içine gizlenmiş...
Buna rağmen el yazması Kur'an bir tarihlerde kütüphaneden çalındı ya...
Üstelik kilitli odadan...
Hırsızlıkta Ayşegül Nadir'in parmağı olduğu söylendi...
Ama doğru ama yalan, neyse ki bulunduğunu duymuştum.
O nedenle bu tür yerlere personel alınırken geçmişi bir kere değil kırk kere incelenmeli...
Yoksa tarih kültür tanımayan açgözlü yamyamlar Topkapı Sarayı'ndan Kaşıkçı Elması'nı bile çalarlar...
75 kilo altını yurt dışına kaçıran Adliye personeli gibi!
Aman dikkat!
Zaten Berlin, İngiltere, Moskova, Paris, New York müzeleri Türkiye'den kaçırılan 
antik eserlerle dolu...
Hoş bazılarını da padişahlar hediye etmiş, iyi mi?
Hatta tonton cumhurbaşkanımızın da armağan ettiği vaki...
Neyse ki dönemin kültür bakanı rahmetli İsmail Cem binbir uğraş sonucu Amerika'dan Antik Lahit Mezarı getirmeyi başarmıştı. 
Şimdilerde Antalya Müzesi'nde sergileniyor.
Ayrıca hiç utanmadan da kaidenin altındaki plakada mermer mezarın yurt dışı serüveninin hikâyesini yazmışlar...
Gerçek arsızlık diye buna denir, ama dönemin ruhunu yansıtmak bakımından da faydalı bilgidir(!)
Ne dersiniz, haksız mıyım?

Neyse, bugünlük bu kadar diyelim...
Yazımın devamında kütüphanede bulunan mumyalar ile mücellithaneyi anlatacaktım...
Ancak sayfada yer kalmadı...
Öyleyse kaldığımız yerden yarın devam ederiz, oldu mu değerli hemşerilerim...
Yarın buluşmak umuduyla.
Saygıyla sevgiyle.

Macit CÜNÜNOĞLU

21 Aralık 2025

ALLI TURNAM

Evet, Amasya şehzadeler şehridir.
Ne kadar övünsek azdır.
Tarih kitapları da onların hayatını yazar.
Zaten meşhur tarihçimiz İlber Ortaylı
söze ''Biliyorsunuz'' diye başlar, Osmanlı 
ve Avrupa saraylarını anlatır.
Üstelik bin yaşındaymış gibi bir yığın entrikayı ballandıra ballandıra aktarır.
Onunla da ne kadar övünsek azdır!
Oysa bendeniz aynı devirlerde halkın yaşam biçimiyle daha fazla ilgiliyim.
Ne yemişler, ne içmişler, ne gibi zorluklarla mücadele etmişler?
Haksız mıyım?
O nedenle de Amasya deyince ilk aklıma gelen yaşanmış hayat hikâyeleridir.
Ayrıca bana ne hangi şehzade boğdurulmuş, hangisi padişah olmuş masallarından...
Ben halkın gerçek hayatına ve de sofrasına bakarım.
Ekmek zeytin peynir var mı?

Öyleyse gelelim sadede, bugünde sevgili 
dayım İskender Sonuşen'den söz edeceğim.
Tanıyanlar iyi bilir, faytoncudur, kamçısını yemeyen yoktur.
Ağır yoksulluk sınırlarında yetiştiği için
olsa gerek sert mizaçlıdır.
Ama ahlâken düzgün adamdır.
Üstelik korkusuzdur, karanlıktan, gece mezarlıkta ıslık çalmaktan çekinmez.
Dayım diye söylemiyorum, yiğit adamdır vesselâm.
Bir küçüğü Hüseyin dayım ise, epilepsi hastasıydı, genç yaşta kaybettik...
İskender dayımdan daha cesur daha deli dolu birisiydi.
Hatta birgün Kuş köprü başında bir çocuk (Savadiye'den postacı Fazlı Oral'ın en büyük oğlu Başçavuş İlhan) ağlıyor...
Ordan geçen dayım sebebini sormuş, çocuk bayramlık ayakkabısının birinin ırmağa düşürdüğünü söylemiş.
Tabii o devirlerde Yeşilırmak azgın, suları çağlayan gibi akıyor, bugünküyle alakası yok, yani dere gibi değil.
Sevgili dayım üstünü oracıkta çıkartıp suya atlamış, ve bir süre sonrada elinde ayakkabıyla sudan çıkmış.
Tahmin edersiniz çocuğun sevincini, 
yıllar sonra bu hikâyeyi anlatan rahmetli İlhan abim gözleri nemli, aynı çocuksu sevinçle Amasya'ya yolculuğa çıkar.
Elbette duygu dünyasında, rüyalarında.

İşte böyle değerli dostlar, Savadiyeli 
İskender dayım yakın zamanda yitirdiğimiz yengem Sündüs ile birlikte altı çocuk dünyaya getirdiler.
Lâkin sondan ikinci evlatları Celal'i  kanser illeti yüzünden yedi yıl önce sonsuzluğa uğurladık.
O da ayrı bir efsane, elinde zincirle Hükümet köprüsü üzerinde polis kovalamışlığı var.
Böylesi gözü pek bir devrimciydi...
İşçi dostu, sendika başkanıydı.
Onunla hep gurur duydum, Sonuşen ailesi içinde en yakın dostlarından biri oldum.
Erken göç etti bu dünyadan, geçenlerde sevgili eşi Ayşe de takıldı peşine...
Ne varsa torağın altında, buluştular Celal kardeşimle.
Nurlar içinde yatsınlar, ruhları şad olsun.

Gerçekten hayat ilginç, elbette yaşanmaya değer.
İskender dayım binbir mücadeleyle altı çocuk yetiştirdi...
Mesleği faytonculuktu, ama sofrası değme zenginleri aratmazdı....
Hele hele de bayram sabahları, mis gibi kavrulmuş kuzu eti, peşinden yengemin açtığı elli küsur yufkadan yapılmış cevizli baklava...
Ohhh ne saadet!
İnanın insan o kadar o devirleri özlüyor ki...
İçimde geçmişin hasreti, yüreğimde insan sevgisi...
Kahkahalar sarmış her bir yanı...
Ne gam ne de keder...
''Allı turnam, bizim ile varırsan şeker söyle, bal söyle, kaymak söyle...''
Bu mesajın da bana fazlasıyla yeter.

Macit CÜNÜNOĞLU






 

ÇAVUŞLUOĞLULAR

Bugün Pazar, tatil yapıyor yan gelip yatıyorum.
Hoparlörümde relax müzikler...
Öyleyse bir masal iyi gider.
Hemi de memleket temalı olsun.
Biliyorsunuz, dağları delen Ferhat'ı
tanımayanınız yoktur.
Kahramanımız İran, Azerbeycan edebiyatında Hüsrev olarak geçer...
Mitoloji bu ya, dilden dile değişim gösterebilir.
Fakat Ferhat ruhu bizim topraklarda kent yöneticilerine öylesine işlemiştir ki
illâki bir yerleri delip yıkacaklar.
Bilhassa 12 Eylül'den sonra iş başına gelenler.
Hafızam beni yanıltmıyorsa yaklaşık 
on yıl önce Harşena dağının dibini delerek tünel yapmaya karar vermişler.
Maksat şehir içi trafiğini rahatlatmak.
Oh ne güzel, ne alâ, haydi iş başına!
Ancak ilk kazma nereye vurulacak?
Doğru soru, öyle ya, tünelimizin ilk startı
hangi bahtı karanın ocağını söndürecek?

Evet bula bula dedemin kayınbiraderi 
Mustafa Çavuşluoğlu'nun konağını buldular.
Eskiler daha iyi bilir, hapishanenin bitişiği, Belediye Parkı'nın arkası.
Çocukluğumdan hatırlıyorum, büyükçe bir bahçe, bina girizgâhı çift merdivenli...
Âdeta Yeşilçam filmlerine sahne olan 
Boğaz köşkleri gibi.
Çavuşlu zade Mustafa iki koldan çoğalmış.
Oğlu Fikri hafız'ın soyu Ülker, Günay, Keriman ablalar ve Dündar abi.
Kızı Şadiye halanın kızları ise Dilek ile Ayşin ablalar.
Lâkin aile de ağır travmalar çok.
Genç yaşta kaybedilen eşler, evlâtlar.
Hele en sonuncusu, Dilek ablanın kızı
Buket'in yaşadığı acı...
Allah kimseye vermesin, elim gitmiyor yazmaya.
Tabii ailenin damatları Tarık ile Yılmaz abi.
Tanımayanınız yoktur, Amasyaspor'un 
unutulmaz futbolcuları, genç yaşta hayata veda edenler.
Yine Macit ağabey, Amasya Belediyesi'nin
efsanevi nikah memuru...
Günay ablanın sevgili eşi...
Nasıl ki Amasya'da doğan her erkek çocuğunu Mehmet Ali amca sünnet ettiyse, Macit abi de mutlaka nikahını kıymıştır.
Neyse, ailenin öyküsünü bir başka yazımda anlatırım.
Ne de olsa dede soyum, babaannem Ümmügülsüm'ün erkek kardeşinin, Mustafa Çavuşluoğlu'nun sülalesi...
Derken efendim o güzelim konak,
tarihi bina Ferhat tüneli aşkına yıkıldı.
O nedenledir ki Amasya'yı ne zaman 
ziyaret etsem bırakınız tünelden geçmeyi,
Çavuşluoğlu dedemin konağının yakınına
bile uğramam...
Hayâli canlanır çocukluğumun, dünya güzeli Dilek, Ayşin ablaların sıfatları  gözlerimin önüne gelir.
Duydum ki son zamanlarda Dilek ablam 
alzheimer illetiyle boğuşuyormuş...
Ne zor bir durum, tanrı kızı Buket'e güç  kuvvet ve de sabır versin.
İnanıyorum ki Buket bu işlerin üstesinden fazlasıyla gelir.
Devrimci bir eşe sahip, adam lafını esirgemez, gözünün yaşına bakmadan çakar lafı alnının tam ortasına!
Buket de öyle, nerde bir STK eylemi var,
Kâh Samsun'da, kâh Amasya'da...
Bayrak elde, Buket daima en önde.
Ne büyük gurur, demek ki itiraz kültürü 
sülalenin damarlarında var...

Evet, pazar pazar masal diye çıktım yola,
yıkılıp yok edilen Çavuşluoğlu dedemin konağının enkazı altında kaldım...
Yok mu kurtaracak bahtı kara maderini...
Dilek ablama acil şifalar diliyorum, tüm aile bireylerini de yegan yegan sevgiyle,
saygıyla selâmlıyorum.
Ferhat'ın delici, yıkıcı ruhundan da uzak 
durmanızı tavsiye ederim...
Hayat bu belli olmaz, körün kazması 
size de denk gelebilir...
Mazallah, lafı daha fazla uzatmadan 
herkese iyi pazarlar dilerim değerli dostlar.

Macit CÜNÜNOĞLU

 

20 Aralık 2025

SONSUZLUĞA YOLCULUK

 Üst üste Amasya yazılarımı paylaşmam 
sizleri bıktırmış olabilir. 
Haklı olabilirsiniz, ama elimde değil...
Ayrıca ne demiş büyüklerimiz;
''Her horoz kendi çöplüğünde öter.''
Benim de çöplüğüm doğduğum, yetiştiğim topraklar.
Bir de hayat bulduğum canım  İstanbul.
İkisi hakkında da yazı üretmeyi çok seviyorum.
Öyleyse yüksek müsaadelerinizle uzanalım geçmişe. 
Ta 1849 yılına, ne olmuş biliyor musunuz?
Nerden bileceksiniz canım!
Dedem doğmuş, Cününoğlu Mustafa.
Padişah Abdulmecid...
Daha Dolmabahçe Sarayı inşaa edilmemiş.
Daha doğrusu İngilizlerden henüz 300 bin altın borç alınmamış, ama müracaat yapılmış, sarayın yapılması eli kulağında.
Neyse efendim mevzumuz bu değil, baldırı çıplak sevgili dedem Amasya'nın en zengin ailesinin kızlarından Ümmügülsüm ile izdivaç yapıyor.
Yani babaannemle, Allah mesut bahtiyar etsin!
Derken Amasya tarihiyle okuduğum kitaplarda Mustafa dedem yine karşıma çıkıyor.
Ben uydurmuyorum, kaynaklar yazıyor:
Adam devlete borç verecek kadar servet sahibiymiş.
Ayrıca ''banker'' diye anılsa da 
muhterem zat resmen tefeciymiş!
Bu arada kaleme aldığım gerçekler için yakınlarım tarafından ailenin ipliğini pazara çıkartmam sebebiyle ağır eleştiri yağmuruna tutulurum ama varsın olsun, şeffaflık hasleti bende kalsın.
Neyse, sevgili dedem altı padişah görmüş,
sırasıyla Abdulmecid, Abdulaziz,
V. Murad, Abdulhamid, V. Mehmed Reşat ve VI. Mehmed Vahdettin...
Evet, Cumhuriyet'in ilânını göremeden de 1921 yılında hakkın rahmetine kavuşmuş...
Şaşalı bir cenaze törenini takiben de Çilehane Camii'nin bahçesine gömülmüş.

Ruhu şad olsun deyip gelelim ortanca evlâdına, yani babam Mehmet Cününoğlu'na.
Okumuş yazmış güngörmüş adam, yirminci yüzyılın başında doğmuş, aile zengin...
Anne babası iki kez hacca götürmüş...
Daha on iki yaşlarında.
Nasıl olmuşsa askere de gitmiş.
Lâkin 12 gün dayanabilmiş, babası gidip bastırmış parayı, teskere cepte!
Sizde iyi bilirsiniz, savaşların kahramanları hep yoksul halk çocuklarıdır.
Bugün de aynı durum değil mi?
Zenginin evladı bedelliye, fakir fukarının çocuğu Dağlıca'ya, Çukurca'ya...
O coğrafyalarda zalim ölüm kol gezer...
Yaşa başa bakmaz, kınalı kuzuların taptaze kanı toprakla buluşur.
Ateş düşer ocaklara, anaların feryadı ağıt olur kulaklarda...
Yürekler dayanmaz ama burası Türkiye,
böyle gelmiş böyle gider.
Evet, bugün günlerden Cumartesi...
Hafta sonunun ilk günü, derdim sizlerin yüreklerini kabartmak değil...
Biraz geçmiş, biraz bugün...
Hatıralar eşliğinde koşuyoruz sonsuzluğa...
Şimdilik hoşça kalın, yarın buluşmak umuduyla.

Macit CÜNÜNOĞLU







CAN İÇİN CAN CANA

Bizim oralarda ''Dağ diye danılama, dağın kulağı var.'' diye bir deyiş vardır.  Hikâyenin aslı Kral Midas devrine aittir. An...