İstanbul'a kavuşmanın keyfini yaşıyorum.
Tabii aklıma ilk gelen ''aşk''.
Haklı olarak diyeceksiniz ki bu yaşta ''aşk'' olur mu?
Elbette olur, hemi de bal gibi olur.
Üstelik aşkı yaşamayan onun sihirli dünyasından ne anlar.
Ayrıca aşkın yaşla ilgisi yoktur, o bir histir, duygudur.
İnsanı derinden sarsar, tüm benliğini kaplar.
Bedeninde, ruhunda yaşar.
Bazen şiir olur, bazen türkü...
Yüreğinin ateşine yaslanarak dökülür dudaklarınızdan.
Oysa yaşlılığın dayattığı zorluklar vardır.
Sol memenin altındaki cevahir sönmeye yüz tutmuştur...
Ayaklar bir yerden bir yere giderken nazlıdır...
Hatta yoldaş olarak elinin altında baston
bile arzulayabilirsin...
Lâkin gövdenin en üstünde bulunan küremsi akıl küpü yok mu?
İçinde milyarlarca kıvrım, acıyı da hazzı da bünyesinde barındıran müthiş bir organ.
Vakti zamanında ''aşk' bir yolunu bulup vize aldıysa ve en kıymetli köşeye yerleşmişse ne yapsanız kovamazsınız.
Artık en değerli kiracınız olmuştur, yaşlanan organizmaların biricik dostu.
Yaşam sevinci aşılar, yeri geldi mi rüyalarınızı süsler.
O nedenle aşk deyip geçmeyin, 76 yaşındayım.
Nerde bir mavi göz görsem dalar giderim denizlerin derinliklerine...
Yeşil gözlerle dost olursam eğer öncelikle feleğim şaşar, en vahşi ormanlara sığınırım...
Tropikal kuşların dünyasına, papağanlar gibi sürekli aşkı hecelerim.
Elbette zeytin gözlüye de yer var gönlümde.
O zaman da uzanırım Akbelen'e...
Sarılırım zeytin ağaçlarına, kavgacı yüreğimi ortaya koyarım, soyguncu talancı madencilerle mücadele ederim aşk ile.
İşte hayat, işte aşk.
Yeter ki hisset, talep et.
Dünyaya küsüp köşende oturma.
İnan ki kimsenin umurunda olmaz.
Haykır evrene göğsünü gere gere.
Aşk iste, sevda iste.
Ama mutlaka iste, hatta benim gibi yazıya dök.
Merak etme sesini duyan olur...
Gözlerindeki ışıltıyı gören olur.
Yoksa bu gezegende yaşamak zor, bilhassa ülkemizde.
Suratsız bir toplum, berbat bir piyasa ekonomisi, rejimi yönetenler bar fedaisi...
Dört bir tarafı eşkiya harami kaplamış...
Uyuşturcu baronlarının saltanatı hüküm sürüyor...
Gel de etkilenme, bir kuple gülümsemeye hasret kal.
Ben yokum, en azından çirkinliklerin girdabında boğulmaya hazır değilim...
O nedenle de aşk arıyorum, dağa taşa yazıyorum...
İnsanca yaşamak için...
Duyduk duymadık demeyin.
Macit CÜNÜNOĞLU
28 Aralık 2025
AŞK ARIYORUM
CAN İÇİN CAN CANA
Bizim oralarda ''Dağ diye danılama, dağın kulağı var.'' diye bir deyiş vardır.
Hikâyenin aslı Kral Midas devrine aittir.
Ancak güzelim tatil gününü mitolojinin
labirentleri arasında dolaşarak geçirmek istemiyorum.
Özetle deyimin mesajı da; ulu orta konuşma, dinleyen olur kaydeden olur.
Hele hele de günümüz için geçerli, hakikaten önemli bir uyarı.
Ayrıca her aklımıza geleni sosyal medyada veya WhatsApp gibi iletişim mecralarında yazarken fevkâlâde dikkat etmeliyiz.
Yoksa Marmara çırası gibi yanarız.
Çünkü burası Türkiye; mahremiyete, düşünce özgürlüğüne düşman binlerce avcı köpeği var.
Bir de ''gizli tanık'', ''etkin pişman''
gibi it köpek sarmış dört bir yanı...
Cumhuriyet'in savcılarıyla işbirliği yaparlar, yer mekân önemli değil...
Başta ekranlar olmak üzere 24 saat görevlerinin başındadırlar.
İşleri güçleri ihbarcılık, Abdulhamid
devrinin ''saray'' yalakaları gibi jurnalciliktir.
Sonra ne mi olur?
Tabii avcı köpekleri saray tarafından bol kepçe ödüllendiriller, paçayı kaptıranlar ise geri dönüşü olmayan tek yönün talihsiz yolcularıdır...
Ve böylelerinden ülkemizde on binler var.
Artık karşılarına Silivri mi, Kandıra mı, Edirne mi çıkar, zurna da peşrev olmaz misâli şansa kalmış, zulüm kader olup alınlarına yazılmıştır!
Evet, burası Türkiye!
Katiller, tecavüzcüler, hırsızlar, gaspçılar darpçılar aramızdadırlar, potansiyel suç aleti, olağan şüphelilerdir.
Lâkin Demirtaş, Kavala, Atalay zindanlardadır.
Tesadüf bu ya, bu akşam sevgili evlâdımız Can Atalay'ın belgeselini izlemeye gideceğim.
Üsküdar İcadiye'de, arkadaşları hazırlamış.
Can'ın anne babası Şükran ile Mustafa da orada olacaklar.
Amasya'dan gençlik arkadaşlarım...
Aydınlık Türkiye mücadelesinde yiğit yoldaşlarım.
Elbet gösteri de ağlaşmayacağız, hak hukuk için kavga veren kahramanlarımızı bir kez daha bağrımıza basıp öpüp koklayacağız...
Ve onlarla gurur duyduğumuzu tüm dünyaya haykıracağız.
Macit CÜNÜNOĞLU
27 Aralık 2025
KIRMIZI GÜLLER
Amasya'nın neyi güzel? sorusuna cevap olarak ''İstanbul'a dönüşü'' diyebilirim.
Yıllar önce Ankara için de Yahya Kemal söylemişti.
Tabii doğduğum toprakları inkâr edecek değilim, bilenler bilir; sıkı bir Amasya sevdalısıyım.
Ancak ''seni uzaklardan sevmek aşkların en güzeli'' prensibine bağlı kalarak.
Yoksa koyun koyuna yaşamak bana göre değil.
Çünkü büyük aşkım İstanbul'un özgürlük alanı okyanuslar kadar engin, Amasya'nınki ise yeryüzü cennneti Boraboy'la sınırlı.
Gel de tercihini yap!
Tabi ki Kostantinopolis, dünya başkenti.
Ayrıca gözlerden ırak gerçek aşkı yaşayabilmek için özellikle Boğaz'da nice koy var.
Bir de Prens Adaları, eşsiz güzellikler...
Kalpazankaya'da güneşi batır, Heybeli'de mehtaba çık...
Kimsenin ruhu duymaz; sadece elinde sevgilinin eli, gözlerinde gözleri...
Tenler yakınlaşmış, yüreklerde çarpıntı...
Ferhat dele dursun dağları...
Şirin'e duyduğu aşkın şiddeti benim hayatımda, İstanbul'da.
Evet, iyi ki bu memlekette yaşıyorum.
Küçük kentler bana göre değil.
Dedikodu çemberi boğar özgürlük sevgimi, atılan güller taş olur, yaralar
yüreğimi...
Zaten yorgun ve kırılganım...
Yarınlara endişeyle bakmaktayım, bir kuple iyimser, bir kuple kötümser...
Ortaya karışık durumlarıyla martılar eşliğinde İstanbul semalarında dolaşmaktayım.
Elbette yalnız değilim, Aşiyan'da Orhan Veli, Adalar'da Sait Faik ile Hüseyin Rahmi yoldaşlarımdır...
Çoğunlukla aşkı konuşuruz Yelkovan kuşlarının gölgesinde...
Bebek'ten bir motor kalkar, istikamet Karadeniz, dalgalar köpük köpük...
Bir dost ayrılır aramızdan sessiz sedasız...
Adı: Nazım Hikmet.
Evet, Anadolu kıymetlidir.
Hatti, Eti, Persler, Pontus, Selçuklu oradadır...
Ama İstanbul, gezegenin güneşi, yıldızı...
Yedi memeli Kıbele anamızın ikiz kardeşidir.
Bizi yetiştirir, büyütür, besler, adam eder...
Sonra da aşık yapar, erguvanlara mimozalara, sanata edebiyata...
Bir de isyankârlık ruhunu yerleştirir fıtratına...
Dik duruştur; itiraz kültüründen beslenen, arkasında emeğin gücünü hisseden...
İdeolojilerin esiri olmadan, kutsal değerler uğruna köleleşmeden ve karakterini bağımsızlıkla özdeşleştiren.
İşte bütün mesele bu.
O nedenle soran olursa; göğsümü gere gere İstanbulluyum derim...
Aslımı inkâr edercesine...
Varsın olsun, nasıl olsa büyük denizde boğulacağım...
Kimse beni hatırlamaz, yongaya karışıp gideriz bu dünyadan şerefimizle...
Mezarımızın üzerinde kırmızı güller bırakırız yarınlara.
Macit CÜNÜNOĞLU
26 Aralık 2025
BEYAZ GÜVERCİN
Amasya'nın ortasında bir cami.
Şadırvanına güvercin konmuş.
İmaret'in bahçesi, tedirgin kanat
çırpışlarıyla çevreyi inceliyor.
Rengi beyaz, buralı değil, İstanbul'dan gelmiş.
Eyüp Sultan'ın avlusunda yaşıyormuş.
Çok sıkılmış, tedbil-i mekânda fayda
var deyip düşmüş Anadolu yollarına.
Yolculuğu sırasında dört bir yanı dağlarla çevrili kent dikkatini çekmiş.
Bir de nazlı bir su akıyormuş tam ortasından.
Adı: Yeşilırmak.
Çok beğenmiş dağları taşları.
Âdeta büyülenmişcesine kanat çırpmaya başlamış şehrin üzerinde.
İnsanlar sakin, yavaş yürüyorlarmış.
Epeyce gezinip durmuş, köprülerin üzerinde.
Saat kulesinin balkonunda mola vermiş.
Uzunca bir süre az ilerideki meydanda arpa mısır tanelerini yiyen soydaşlarını izlemiş.
Onlarda da insanlar gibi telaş yok, dingin ve aheste...
İstanbul'daki cami avluları gelmiş aklına.
Vahşi kalabalıklar, curcuna.
Aç kurtlar sofrasında karın doyurmak
ne kadar da zor!
Ortamı çok beğenmiş, buralara göç etmeyi bile geçirmiş aklından.
Anında da vazgeçmiş, yapamam demiş...
Alıştım ben metropol yaşamına, kalabalıklar içindeki yalnızlığıma.
Ayrıca rengim beyaz, griler arasında dikkat çekerim, tuzak kurup yakalarlar beni, kapatırlar kafese.
İşte o vakit dayanamam esarete, kahrımdan tez zamanda ölürüm.
Oysa özgürlüğüme düşkünüm, ayrıca ben insan değilim ki...
Biat edemem, kimsenin egemenliği altına giremem, benim evim cömert alanlar.
Üç beş darı için asla gerdan kırıp takla da atamam.
Dolayısıyla insan evlâdını rol model alamam.
Bak şu kuşa, kuş aklıyla ders veriyor insan oğluna.
Olsun, öğrenmenin bilginin adresi yok.
Yeter ki sen de kuş olmayı becer, yepyeni ufuklara yelken aç, kanat çırp aydınlık yarınlara.
Ama kuş masumiyetin simgesi, yeryüzünde olan bitene tepeden baktığı için görüş açıları geniş, odaklandığı hedeflerin önünü arka plânını görüyor.
Ötmeden önce kırk kere düşünüyor.
Zeka özürlü dangalaklar gibi Uludağ Gazozu içmiyor...
Cirmiyle övünerek ''Barış'' sembolü olmaktan gurur duyuyor.
Bir de zeytin ağaçlarına hayran, madencilere düşman.
Gel de güvercinleri kafeslere kapatan
lüzumsuz varlıklara katlan!
Tabii benim de aklımda Melih Cevdet Anday satırları:
''Dünyaya bir daha gelirsem ağaç olmak isterim; ama keserler, yakarlar.
Kuş olarak gelmek istesem de vururlar...'' diyor.
Öyleyse büyük ustanın endişelerine katılmakla birlikte son çeyrek yüzyılın
zalimine katlanmayı başaran bir canlı
olarak bin selâm yollayalım güvercinlerin dünyasına...
Var mısınız?
Macit CÜNÜNOĞLU
ELVEDA AMASYA
geri dön.''
Ben de cevaben; ''Amasya, öyle üç beş yazıyla geciştirilecek kent değil, ayrıca kitaplara sığmayacak kadar kültürel zenginliği var.'' dedim.
Tabii büyük usta Ara Güler'in bir sözü de aklımdan çıkmıyordu,
o da ''İnsanın çocukluğu memleketidir.'' deyişi.
Siz ne dersiniz değerli hemşerilerim, Ara usta haklı
değil mi?
Öyleyse bıkmadan usanmadan Amasya yazmaya devam.
Nasıl olsa İstanbul kaçmıyor, elbet birgün buluşuruz.
Bugün ''hat'' sanatına değineceğim.
Güzel yazı yazma sanatı, Batı dillerinde ''kaligrafi'' diye geçer.
Bizde bu sanatı icra edenlere ''hattat'' denir.
Bilinen ilk büyük Türk hattatı da
Amasyalı Yakut el Musta'sımî'dir. (13. yy)
Hat sanatının büyük ustalarından olup tarihteki yeri ilk sıradadır.
Ve bu gelenek Amasya'da devam etmiştir.
İslâm yazı sanatını zirveye taşıyan Şeyh Hamdullah da şehrimizde doğmuştur.
Babası Şehy Mustafa Buhara'dan göç etmiştir.
Hamdullah Çelebi'in doğum tarihi kesin olarak bilinmemekle beraber 14. yüzyılda yaşadığı tarihi belgelerden anlaşılmaktadır.
Medrese eğitimi alarak kendini çok yönlü geliştirmiştir.
Bu arada Yakut el Musta'sımî'nin büyük hayranıdır.
Ve kısa zamanda hat sanatında adı duyulmaya başlayıp zirveye yerleşmiştir.
Bu devirlerde Amasya Valisi olan şehzade II. Beyazid'ın yakın dostluğunu kazanmıştır.
Hatta öylesine ki genç şehzade üstadın yazı hokkasını tutarak hizmet etmiştir.
Babası Fatih'in ölümü üzerine de tahta çıkan II. Beyazid (1481) İstanbul'un yolunu tutmuş ama değerli dostu Hamdullah Çelebi'yi sarayına davet etmeyi ihmal etmemiştir.
Evet Amasya'dan İstanbul'a göçen hemşerimiz hat sanatının en güzel örneklerini vermeyi sürdürmüş.
Lâkin Yavuz Sultan Selim devrinde itibar kaybına uğrasa da Kanuni'nin padişah olmasıyla eski ün ve şöhretine tekrar kavuşmuştur.
Vefatında da Karacaahmet Mezarlığı'na defnedilmiştir.
Amasya'da da adını taşıyan hat müzesi vardır.
Bayramlarda bizimkilerin (birinci derece yakınlarımın) yanına uğradığımda, türbesi yolumun üstünde, Hamdullah dedeyi de saygıyla selâmlarım.
Haaa, yazmayı unutmuştum, şimdi aklıma geldi.
Hamdullah Efendi'nin şeyhliği okçuluğundan geliyor.
İyi bir ok atıcısıymış, hatta 1100 adımdan hedefini vururmuş, aynı zamanda da usta bir ok imâlatçısıymış.
O nedenle de ''şeyh'' ünvanına lâyık görülmüş.
Netice itibarıyla efendim, topraklarımızın ne kadar verimli olduğuna bir kez daha şahit oldum, sağ olasın Yeşilırmak, iyi sulamışsın vadimizi!
Derken dostlar tüm bu güzelliklerden sonra gelelim şık olmayan, hoş karşılayamayacığım enstantanelere.
Maalesef yine Amasya patentli, sosyal medyada gördüm, bir video paylaşılmış...
Üstelik video an itibariyle dört bine yakın beğeni almış, dört yüze yakın da paylaşılmış.
Kahramanları 12-13 yaşındaki dünya tatlısı kız çocukları.
Gözler gülüyor, cıvıl cıvıl, neşeler yerinde...
Hepsi de HATTAT HAMDULLAH İMAM HATİP ORTAOKULU öğrencileri.
Aman da aman, ne güzel.
Lâkin ''yılbaşı''na lânet okuyorlar.
Üstelik kutlamayacaklarını ilân ederken gerekçelerini İslâmi temellere dayandırıyorlar.
Tabii söyleyeni değil söyleteni dikkate alıyorum.
Öyle ki senaryoyu yazanın (her kimse) yeminli bir şeriatçı olduğu kesin.
Ve Batı'nın olumlu değerlerini de ayaklar altına almaktan çekinmiyor.
Sanki Afganistan'dan özel siparişle ithal edilmiş El Kaide militanı...
Belki de texti kaleme alan okulda öğretmen?
Ve pırıl pırıl gençlerimizin karşısına geçip, Bedevi düşüncenin ürünü çağ dışılığı dikte ediyor, ve utanmadan da onları konuşturup kayda alıyor ve sosyal medya aleminde paylaşıyor!
Vallahi izlerken irkildim utandım, filmde rol olan altı yedi çocuğun aileleri adına da kaygılandım...
Çünkü bu insanlar evlâtlarını okula niye gönderirler?
Yılbaşı bahane, Taliban'a militan yetiştirmek şahane!
Eğer niyet buysa Afganistan sizi bekliyor, alayınıza güle güle!
Tabii çocuk yaştaki kız çocuklarını aşağılık birilerinin figüranı olarak gördükçe yüreğim paramparça oldu, moral değerlerim yerlerde sürünüyor.
En iyisi torunumun sözünü dinlemek ve Amasya yazılarıma ara verip İstanbul'a geri dönmek.
Yoksa son gördüğüm manzara ülkenin aydınlık geleceğine dair son umutlarımı da tüketecek...
İşte buna dayanamam, bu nedenle elveda Amasya...
Macit CÜNÜNOĞLU
24 Aralık 2025
TANSİYON İLACI
Amasya yazılarımı her gün paylaşınca en büyük torunum dedi ki, ''Yeter artık Dede, bavulunu toplayıp İstanbul'a geri dön.''
Ben de cevaben dedim ki, ''Amasya, öyle üç beş yazıyla geciştirilecek kent değil,
ayrıca kitaplara sığmayacak kadar zenginliği var.''
Tabii büyük usta Ara Güler'in bir sözü de aklımdan çıkmıyor, o da ''İnsanın çocukluğu, gençliği memleketidir.''
Siz ne dersiniz değerli hemşerilerim, Ara usta haklı değil mi?
Öyleyse bıkmadan usanmadan Amasya yazmaya devam.
Nasıl olsa İstanbul kaçmıyor, elbet birgün buluşuruz.
Bugün ise ''hat'' sanatına değineceğim.
Güzel yazı yazma sanatı, Batı dillerinde ''kaligrafi'' diye geçer.
Bizde de bu sanatı icra edenlere ''hattat'' denir.
Bilinen ilk büyük Türk hattatı da
Amasyalı Yakut el Musta'sımî'dir (13. yy).
Hat sanatının ilk büyük ustalarından olup
tarihteki yeri ilk sıradadır.
Ve bu gelenek Amasya'da devam etmiştir.
İslâm yazı sanatını zirveye taşıyan Şeyh Hamdullah şehrimizde doğmuştur.
Babası Şehy Mustafa Buhara'dan göç etmiştir.
Hamdullah Çelebi'in doğum tarihi kesin olarak bilinmemekle birlikte 14. yüzyılda
yaşadığı kesindir.
Medrese eğitimi alarak kendini çok yönlü geliştirmiştir.
Bu arada Yakut el Musta'sımî'nin büyük hayranıdır.
Ve kısa zamanda hat sanatında adı duyulmaya başlayıp zirveye yerleşmiştir.
Bu devirlerde Amasya Valisi olan şehzade II. Beyazid'ın yakın dostluğunu kazanmıştır.
Hatta öylesine ki genç şehzade üstadın yazı hokkasını tutarak hizmet etmiştir.
Babası Fatih'in ölümü üzerine de tahta çıkan II. Beyazid (1481) İstanbul'un yolunu tutmuş ama değerli dostu Hamdullah Çelebi'yi sarayına davet etmeyi ihmal etmemiş.
Evet Amasya'dan İstanbul'a göçen hemşerimiz hat sanatının en güzel örneklerini vermeyi sürdürmüş.
Lâkin Yavuz Sultan Selim devrinde
itibarı yok sayılsa da Kanuni'in padişah olmasıyla eski ün ve şöretine kavuşmuştur.
Vefatında da Karacaahmet Mezarlığı'na defnedildi.
Bayramlarda bizimkilerin (birinci derece yakınlarımın) yanına uğradığımda, türbesi yolumun üstünde, Hamdullah dedeyi de saygıyla selâmlarım.
Haaa, yazmayı unutmuştum, şimdi aklıma geldi.
Hamdullah Efendi'nin şeyhliği okçuluğundan geliyor.
İyi bir ok atcısıymış, hatta 1100 adımdan hedefini vururmuş, aynı zamanda da usta bir ok imâlatçısıymış.
O nedenle de ''şeyh'' ünvanına sahip olmuş.
Netice itibarıyla efendim, topraklarımızın
ne kadar verimli olduğuna bir kez daha şahit oldum, sağ olasın Yeşilırmak, iyi sulamışsın vadimizi!
Derken dostlar tüm bu güzelliklerden sonra gelelim şık olmayan, hoş karşılayamayacığım sahnelere.
Maalesef yine Amasya patentli, sosyal medyada gördüm, bir video paylaşılmış.
Kahramanları 12-13 yaşındaki dünya tatlısı kız çocukları.
Gözler gülüyor, cıvıl cıvıl, neşeler yerinde...
Hepsi de HATTAT HAMDULLAH İMAM HATİP ORTAOKULU öğrencileri.
Aman da aman, ne güzel.
Lâkin ''yılbaşı''na lânet yağdırıyorlar.
Üstelik kutlamayacaklarını ilân ederken gerekçelerini İslâmi temellere dayandırıyorlar.
Tabii söyleyeni değil söyleteni dikkate alıyorum.
Öyle ki senaryoyu yazan (her kimse)
yeminli bir şeriatçı.
Ve Batı'nın olumlu değerlerini de ayaklar altına almaktan çekinmiyor.
Sanki Afganistan'dan özel siparişle ithal edilmiş Taliban...
Ve pırıl pırıl gençlerimizin karşısına geçip, Bedevi düşüncenin ürünü gericiliği
dikte ediyor, ve utanmadan da kayda alıyor ve sosyal medya aleminde paylaşıyor.
Vallahi izlerken utandım, filmde rol olan altı yedi çocuğun aileleri adına da kaygılandım...
Çünkü bu insanlar evlâtlarını okula niye gönderirler?
Yılbaşı bahane, Taliban'a militan yetiştirmek şahane!
Eğer niyetiniz buysa Afganistan sizi bekliyor, ebenizin donuna kadar yolunuz var, alayınıza güle güle!
Macit CÜNÜNOĞLU
ri
22 Aralık 2025
CUDİ ABİ
Merhabalar efendim,
dün söz verdiğim gibi muhabbete mumyalardan devam edelim.
Ancak bir kaç dakikalığına müsaadenizi talep ediyorum.
O da Beyazıd Kütüphanesi çocuk bölümünde biraz daha kalmalıyım.
Benim için çok önemli, çünkü hayâl dünyamın temelleri burada atıldı.
Öncelikle Jules Verne ile tanıştım, Aya seyahete çıktım, dünyayı bir kaç kez dolaştım, okyanuslara açılıp yeraltının merkezini keşfettim.
O yaşlardaki bir çocuğun hayâl dünyasını zengişleştirmek açısından az şey mi?
Derken kütüphanenin kraliçesi Ayla hanımdı.
Bizlere bol bol miki filmleri (Tom end Jerry) oynatırdı, orijinal Walt Disney yapımı, araya da (verem yaygın hastalık),
BCG aşısı tanıtım filmleri koyardı, kolera da promosyon.
Aynen koloni ülkesinin çocukları gibi helanın yanına marul dikilemeyeciğini çocuk yaşta öğrendik!
Yoksa, tanrı korusun bulaşıcı hastalıktan tez zamanda Niyazi olurduk!
Belki de Amerikalılar haklı, memleket
ince hastalıktan kırılıyor,verem savaş
dispanserleri ile hastaneleri dört bir tarafta.
Ayrıca Kore'ye asker gönderip NATO'ya yeni katılmışız (1952), Coni amcaya da zinde asker lâzım!
Neyse bu mevzu uzun, geçelim mumyalar bölümüne.
O tarihlerde mumyalanmış mevtalar
Beyazıd Kütüphanesi'nin şeref konukları.
Peki, kim bunlar?
Yabancı değiller canım, sen ben bizim oğlan kadar yakınlar.
Bir kez iç organlarıyla mumyalanmış ilk Türk ve Müslüman hemşerilerimiz.
İlhanlılar döneminden, toplam dördü çocuk sekiz kişiler.
Altısı da 14. yüzyılda yaşamış Amasya Valisi olan İzzettin Mehmet Pervane Bey ve ailesine ait.
Rivayet odur ki isyana kalkışmışlar, benzetmek gibi olmasın günümüzdeki Fetöcüler gibi...
Tabii o devirlerde senaryo yazarı Tayyip Sultan henüz gezegende yok...
Lâkin iktidardaki Sultan Mahmud Gazan Han tarafından isyan bastırılıp İzzettin Mehmet Pervane Bey ve 4 çocuğu Amasya Kalesi'nde idam edilmiş, ancak halk tarafından çok sevildikleri için mumyalanarak saklanmış.
Kimi tarihçiler de bu olayların müsebbibi Moğollar olarak yazsa da hangisine inanacağınız konusundaki tercih sizin.
Diğer iki mumyaya gelince; Anadolu Nazırı İşbuğa Nuyin ile 1297 yılında vefat eden şehzade Cumudar'a aittir.
Elbette hepsine rahmet diliyorum...
Lâkin bir ara müzelik mumyalarımız su altında kalıp yüzmeye kalktılar.
O macera da Amasyalı hemşerilerimin işgüzarlığı, yıl 1969...
Şehri sel götürüyor, doğal olarak İmaret ve çevresi sular altında...
Bir de ne göreyim; İstanbul basını mumyaları sular altında gösteriyor...
Öylesine utandım ki, hem tarihi kişiliklerin naciz bedenlerine halel geldiği için, hemi de şanlı tarihimize gölge düşürdüğümüz için!
Evet, bu hazin hatırayı da geçip gelelim
Beyazıd Kütüphanesi'nin Mücellithanesi'ne...
Can çekişen kitapların usta eller tarafından yeniden hayat bulduğu atölyeye.
Kitap cerrahlarının başında Yakutiye Mahallesi'nden komşumuz, aile dostumuz Cudi abi.
İsmiyle müsemma, cömert, gönül zenginliğiyle donanmış bir yürek, daima gülümseyen gözler...
Canım ağabeyim, Cudi dağı kadar engin bakışlı, kitap dostu...
Amasya'nın isimsiz kahramanlarından.
Kim bilir usta elllerinde kaç kitap can buldu, kaybolup gitemeye yüz tutmuş kaç sayfa O'nun şirazesinin boyunduruğu altına girdi?
Kim bilir, kim bilir...
Şimdi nerelerde?
Ama emin olsun ki biz kitap dostlarının kalbinde daima yaşayacak.
Nurlar içinde yat Cudi abim, yattığın toprak cömert ışıklarla dolsun.
Macit CÜNÜNOĞLU
ANILARDA YOLCULUK
Bugün İstasyon köprüden Amasya'ya giriş yaptım.
Niyetim Üçler üzerinden Hacı İlyas Mahallesi'nin sokaklarında dolaşmak.
Mahalleye adını veren Hacı İlyas da ünlü bir hekim ailesine mensup olup, Çelebi Sultan Mehmed'in hekimbaşısı Sabuncuoğlu Mevlâna el-Hâc İlyas Çelebi Bey'in torunudur.
Fakat bu mahallenin çocukluk anılarımdaki yeri ayrıdır.
Çünkü rahmetli Muammer Palamut'un dedesi babamın dostuydu.
Hatta uzaktan olsa bile akraba olabiliriz.
Ancak doğrulama şansım yok, ben hariç herkes toprağın altında.
Palamut ailesi şekerciydi.
İmalathaneleri oturdukları evin arkasındaydı.
Ellili yıllarda babam bu eve beni sık sık götürürdü.
Aman tanrım, ne mutluluk.
Bütün ev akide şekeri kokuyor, mis gibi.
Arka tarafta ustalar mermer tezgâh üzerinde her türlü lokum ve şekerlemeyi üretiyorlar.
Bir çocuk için bundan daha keyifli ortam olabilir mi?
O nedenle Hacı İlyas Mahallesi denilince aklıma ilk gelen şekerci dededir, aile dostumuz.
Sonra da komşusu İmaret, orijinal adıyla Sultan Beyazıd Külliyesi.
Öncelikle caminin girizgâhında bulunan
yeşil mermerden monte edilmiş deprem silindirlerine her dokunuşumda heyecanlanırdım.
Büyük bir ciddiyetle, hatta deprem mühendisi edasıyla her uğradığımda onları çevirir; bina da çökme var mı yok mu diye kontrol ederdim.
Oysa cami 39 Erzincan depreminde vurgunu yemiş, ağır hasarlı.
Bahçesi taşlarla dolu, ustalar restorasyon
çalışmaları yapıyor.
Lâkin külliyenin en sevimli mekânı kütüphanesiydi.
Özellikle çocuk bölümünde okuma hevesimizden dolayı zamanın nasıl geçtiğini anlamazdık.
Büyükler bölümüne geçerken de Müdür Muammer Ülker'i saygı ile selâmlar
daima güler yüzlü Dursun amcamıza
(O tarihlerde Müdür Muavini) uğrar,
ikram ettiği nane şekerlerini geri çevirmezdik.
Sonra da büyük salon, sanki Oxford'dayız...
Raflarda cilt cilt kitaplar, bazıları korunmaya alınmış, camekânların içine gizlenmiş...
Buna rağmen el yazması Kur'an bir tarihlerde kütüphaneden çalındı ya...
Üstelik kilitli odadan...
Hırsızlıkta Ayşegül Nadir'in parmağı olduğu söylendi...
Ama doğru ama yalan, neyse ki bulunduğunu duymuştum.
O nedenle bu tür yerlere personel alınırken geçmişi bir kere değil kırk kere incelenmeli...
Yoksa tarih kültür tanımayan açgözlü yamyamlar Topkapı Sarayı'ndan Kaşıkçı Elması'nı bile çalarlar...
75 kilo altını yurt dışına kaçıran Adliye personeli gibi!
Aman dikkat!
Zaten Berlin, İngiltere, Moskova, Paris, New York müzeleri Türkiye'den kaçırılan
antik eserlerle dolu...
Hoş bazılarını da padişahlar hediye etmiş, iyi mi?
Hatta tonton cumhurbaşkanımızın da armağan ettiği vaki...
Neyse ki dönemin kültür bakanı rahmetli İsmail Cem binbir uğraş sonucu Amerika'dan Antik Lahit Mezarı getirmeyi başarmıştı.
Şimdilerde Antalya Müzesi'nde sergileniyor.
Ayrıca hiç utanmadan da kaidenin altındaki plakada mermer mezarın yurt dışı serüveninin hikâyesini yazmışlar...
Gerçek arsızlık diye buna denir, ama dönemin ruhunu yansıtmak bakımından da faydalı bilgidir(!)
Ne dersiniz, haksız mıyım?
Neyse, bugünlük bu kadar diyelim...
Yazımın devamında kütüphanede bulunan mumyalar ile mücellithaneyi anlatacaktım...
Ancak sayfada yer kalmadı...
Öyleyse kaldığımız yerden yarın devam ederiz, oldu mu değerli hemşerilerim...
Yarın buluşmak umuduyla.
Saygıyla sevgiyle.
Macit CÜNÜNOĞLU
21 Aralık 2025
ALLI TURNAM
Evet, Amasya şehzadeler şehridir.
Ne kadar övünsek azdır.
Tarih kitapları da onların hayatını yazar.
Zaten meşhur tarihçimiz İlber Ortaylı
söze ''Biliyorsunuz'' diye başlar, Osmanlı
ve Avrupa saraylarını anlatır.
Üstelik bin yaşındaymış gibi bir yığın entrikayı ballandıra ballandıra aktarır.
Onunla da ne kadar övünsek azdır!
Oysa bendeniz aynı devirlerde halkın yaşam biçimiyle daha fazla ilgiliyim.
Ne yemişler, ne içmişler, ne gibi zorluklarla mücadele etmişler?
Haksız mıyım?
O nedenle de Amasya deyince ilk aklıma gelen yaşanmış hayat hikâyeleridir.
Ayrıca bana ne hangi şehzade boğdurulmuş, hangisi padişah olmuş masallarından...
Ben halkın gerçek hayatına ve de sofrasına bakarım.
Ekmek zeytin peynir var mı?
Öyleyse gelelim sadede, bugünde sevgili
dayım İskender Sonuşen'den söz edeceğim.
Tanıyanlar iyi bilir, faytoncudur, kamçısını yemeyen yoktur.
Ağır yoksulluk sınırlarında yetiştiği için
olsa gerek sert mizaçlıdır.
Ama ahlâken düzgün adamdır.
Üstelik korkusuzdur, karanlıktan, gece mezarlıkta ıslık çalmaktan çekinmez.
Dayım diye söylemiyorum, yiğit adamdır vesselâm.
Bir küçüğü Hüseyin dayım ise, epilepsi hastasıydı, genç yaşta kaybettik...
İskender dayımdan daha cesur daha deli dolu birisiydi.
Hatta birgün Kuş köprü başında bir çocuk (Savadiye'den postacı Fazlı Oral'ın en büyük oğlu Başçavuş İlhan) ağlıyor...
Ordan geçen dayım sebebini sormuş, çocuk bayramlık ayakkabısının birinin ırmağa düşürdüğünü söylemiş.
Tabii o devirlerde Yeşilırmak azgın, suları çağlayan gibi akıyor, bugünküyle alakası yok, yani dere gibi değil.
Sevgili dayım üstünü oracıkta çıkartıp suya atlamış, ve bir süre sonrada elinde ayakkabıyla sudan çıkmış.
Tahmin edersiniz çocuğun sevincini,
yıllar sonra bu hikâyeyi anlatan rahmetli İlhan abim gözleri nemli, aynı çocuksu sevinçle Amasya'ya yolculuğa çıkar.
Elbette duygu dünyasında, rüyalarında.
İşte böyle değerli dostlar, Savadiyeli
İskender dayım yakın zamanda yitirdiğimiz yengem Sündüs ile birlikte altı çocuk dünyaya getirdiler.
Lâkin sondan ikinci evlatları Celal'i kanser illeti yüzünden yedi yıl önce sonsuzluğa uğurladık.
O da ayrı bir efsane, elinde zincirle Hükümet köprüsü üzerinde polis kovalamışlığı var.
Böylesi gözü pek bir devrimciydi...
İşçi dostu, sendika başkanıydı.
Onunla hep gurur duydum, Sonuşen ailesi içinde en yakın dostlarından biri oldum.
Erken göç etti bu dünyadan, geçenlerde sevgili eşi Ayşe de takıldı peşine...
Ne varsa torağın altında, buluştular Celal kardeşimle.
Nurlar içinde yatsınlar, ruhları şad olsun.
Gerçekten hayat ilginç, elbette yaşanmaya değer.
İskender dayım binbir mücadeleyle altı çocuk yetiştirdi...
Mesleği faytonculuktu, ama sofrası değme zenginleri aratmazdı....
Hele hele de bayram sabahları, mis gibi kavrulmuş kuzu eti, peşinden yengemin açtığı elli küsur yufkadan yapılmış cevizli baklava...
Ohhh ne saadet!
İnanın insan o kadar o devirleri özlüyor ki...
İçimde geçmişin hasreti, yüreğimde insan sevgisi...
Kahkahalar sarmış her bir yanı...
Ne gam ne de keder...
''Allı turnam, bizim ile varırsan şeker söyle, bal söyle, kaymak söyle...''
Bu mesajın da bana fazlasıyla yeter.
Macit CÜNÜNOĞLU
ÇAVUŞLUOĞLULAR
Bugün Pazar, tatil yapıyor yan gelip yatıyorum.
Hoparlörümde relax müzikler...
Öyleyse bir masal iyi gider.
Hemi de memleket temalı olsun.
Biliyorsunuz, dağları delen Ferhat'ı
tanımayanınız yoktur.
Kahramanımız İran, Azerbeycan edebiyatında Hüsrev olarak geçer...
Mitoloji bu ya, dilden dile değişim gösterebilir.
Fakat Ferhat ruhu bizim topraklarda kent yöneticilerine öylesine işlemiştir ki
illâki bir yerleri delip yıkacaklar.
Bilhassa 12 Eylül'den sonra iş başına gelenler.
Hafızam beni yanıltmıyorsa yaklaşık
on yıl önce Harşena dağının dibini delerek tünel yapmaya karar vermişler.
Maksat şehir içi trafiğini rahatlatmak.
Oh ne güzel, ne alâ, haydi iş başına!
Ancak ilk kazma nereye vurulacak?
Doğru soru, öyle ya, tünelimizin ilk startı
hangi bahtı karanın ocağını söndürecek?
Evet bula bula dedemin kayınbiraderi
Mustafa Çavuşluoğlu'nun konağını buldular.
Eskiler daha iyi bilir, hapishanenin bitişiği, Belediye Parkı'nın arkası.
Çocukluğumdan hatırlıyorum, büyükçe bir bahçe, bina girizgâhı çift merdivenli...
Âdeta Yeşilçam filmlerine sahne olan
Boğaz köşkleri gibi.
Çavuşlu zade Mustafa iki koldan çoğalmış.
Oğlu Fikri hafız'ın soyu Ülker, Günay, Keriman ablalar ve Dündar abi.
Kızı Şadiye halanın kızları ise Dilek ile Ayşin ablalar.
Lâkin aile de ağır travmalar çok.
Genç yaşta kaybedilen eşler, evlâtlar.
Hele en sonuncusu, Dilek ablanın kızı
Buket'in yaşadığı acı...
Allah kimseye vermesin, elim gitmiyor yazmaya.
Tabii ailenin damatları Tarık ile Yılmaz abi.
Tanımayanınız yoktur, Amasyaspor'un
unutulmaz futbolcuları, genç yaşta hayata veda edenler.
Yine Macit ağabey, Amasya Belediyesi'nin
efsanevi nikah memuru...
Günay ablanın sevgili eşi...
Nasıl ki Amasya'da doğan her erkek çocuğunu Mehmet Ali amca sünnet ettiyse, Macit abi de mutlaka nikahını kıymıştır.
Neyse, ailenin öyküsünü bir başka yazımda anlatırım.
Ne de olsa dede soyum, babaannem Ümmügülsüm'ün erkek kardeşinin, Mustafa Çavuşluoğlu'nun sülalesi...
Derken efendim o güzelim konak,
tarihi bina Ferhat tüneli aşkına yıkıldı.
O nedenledir ki Amasya'yı ne zaman
ziyaret etsem bırakınız tünelden geçmeyi,
Çavuşluoğlu dedemin konağının yakınına
bile uğramam...
Hayâli canlanır çocukluğumun, dünya güzeli Dilek, Ayşin ablaların sıfatları gözlerimin önüne gelir.
Duydum ki son zamanlarda Dilek ablam
alzheimer illetiyle boğuşuyormuş...
Ne zor bir durum, tanrı kızı Buket'e güç kuvvet ve de sabır versin.
İnanıyorum ki Buket bu işlerin üstesinden fazlasıyla gelir.
Devrimci bir eşe sahip, adam lafını esirgemez, gözünün yaşına bakmadan çakar lafı alnının tam ortasına!
Buket de öyle, nerde bir STK eylemi var,
Kâh Samsun'da, kâh Amasya'da...
Bayrak elde, Buket daima en önde.
Ne büyük gurur, demek ki itiraz kültürü
sülalenin damarlarında var...
Evet, pazar pazar masal diye çıktım yola,
yıkılıp yok edilen Çavuşluoğlu dedemin konağının enkazı altında kaldım...
Yok mu kurtaracak bahtı kara maderini...
Dilek ablama acil şifalar diliyorum, tüm aile bireylerini de yegan yegan sevgiyle,
saygıyla selâmlıyorum.
Ferhat'ın delici, yıkıcı ruhundan da uzak
durmanızı tavsiye ederim...
Hayat bu belli olmaz, körün kazması
size de denk gelebilir...
Mazallah, lafı daha fazla uzatmadan
herkese iyi pazarlar dilerim değerli dostlar.
Macit CÜNÜNOĞLU
20 Aralık 2025
SONSUZLUĞA YOLCULUK
Üst üste Amasya yazılarımı paylaşmam
sizleri bıktırmış olabilir.
Haklı olabilirsiniz, ama elimde değil...
Ayrıca ne demiş büyüklerimiz;
''Her horoz kendi çöplüğünde öter.''
Benim de çöplüğüm doğduğum, yetiştiğim topraklar.
Bir de hayat bulduğum canım İstanbul.
İkisi hakkında da yazı üretmeyi çok seviyorum.
Öyleyse yüksek müsaadelerinizle uzanalım geçmişe.
Ta 1849 yılına, ne olmuş biliyor musunuz?
Nerden bileceksiniz canım!
Dedem doğmuş, Cününoğlu Mustafa.
Padişah Abdulmecid...
Daha Dolmabahçe Sarayı inşaa edilmemiş.
Daha doğrusu İngilizlerden henüz 300 bin altın borç alınmamış, ama müracaat yapılmış, sarayın yapılması eli kulağında.
Neyse efendim mevzumuz bu değil, baldırı çıplak sevgili dedem Amasya'nın en zengin ailesinin kızlarından Ümmügülsüm ile izdivaç yapıyor.
Yani babaannemle, Allah mesut bahtiyar etsin!
Derken Amasya tarihiyle okuduğum kitaplarda Mustafa dedem yine karşıma çıkıyor.
Ben uydurmuyorum, kaynaklar yazıyor:
Adam devlete borç verecek kadar servet sahibiymiş.
Ayrıca ''banker'' diye anılsa da
muhterem zat resmen tefeciymiş!
Bu arada kaleme aldığım gerçekler için yakınlarım tarafından ailenin ipliğini pazara çıkartmam sebebiyle ağır eleştiri yağmuruna tutulurum ama varsın olsun, şeffaflık hasleti bende kalsın.
Neyse, sevgili dedem altı padişah görmüş,
sırasıyla Abdulmecid, Abdulaziz,
V. Murad, Abdulhamid, V. Mehmed Reşat ve VI. Mehmed Vahdettin...
Evet, Cumhuriyet'in ilânını göremeden de 1921 yılında hakkın rahmetine kavuşmuş...
Şaşalı bir cenaze törenini takiben de Çilehane Camii'nin bahçesine gömülmüş.
Ruhu şad olsun deyip gelelim ortanca evlâdına, yani babam Mehmet Cününoğlu'na.
Okumuş yazmış güngörmüş adam, yirminci yüzyılın başında doğmuş, aile zengin...
Anne babası iki kez hacca götürmüş...
Daha on iki yaşlarında.
Nasıl olmuşsa askere de gitmiş.
Lâkin 12 gün dayanabilmiş, babası gidip bastırmış parayı, teskere cepte!
Sizde iyi bilirsiniz, savaşların kahramanları hep yoksul halk çocuklarıdır.
Bugün de aynı durum değil mi?
Zenginin evladı bedelliye, fakir fukarının çocuğu Dağlıca'ya, Çukurca'ya...
O coğrafyalarda zalim ölüm kol gezer...
Yaşa başa bakmaz, kınalı kuzuların taptaze kanı toprakla buluşur.
Ateş düşer ocaklara, anaların feryadı ağıt olur kulaklarda...
Yürekler dayanmaz ama burası Türkiye,
böyle gelmiş böyle gider.
Evet, bugün günlerden Cumartesi...
Hafta sonunun ilk günü, derdim sizlerin yüreklerini kabartmak değil...
Biraz geçmiş, biraz bugün...
Hatıralar eşliğinde koşuyoruz sonsuzluğa...
Şimdilik hoşça kalın, yarın buluşmak umuduyla.
Macit CÜNÜNOĞLU
19 Aralık 2025
ÖZBAKIR KARDEŞLER
Ah Amasya, düşürdün beni yine yollara!
Bu akşam İrfan ağabeyimi (Özbakır)
anma proğramı var.
Büyük besteci vefat edeli 23 yıl oldu.
Değerli hemşerimiz yüzlerce şarkıya
imza attı.
Pek çoğu da rast makamında.
O nedenle de müzik dünyasında
''Rastçı İrfan'' olarak anılır.
Tabii şarkılarının büyük bir bölümü
hafızalara yerleşerek dilden dile dolaştı.
Hangimiz unuturuz ''Sensiz kalan gönlümde bil ki hayat virâne...'' eserini.
Elbette buna benzer gönül dostu şarkılar.
Az buçuk da ud çaldığım için bu tür müziği çok severim.
Hele hele de güneş rakı burcuna girince...
Değmeyin keyfime, ''Severim düşünmeyi,
maziyi anmak için...''
Baksanıza sözlere, sanki benim dünyamı
aydınlatmak için yazılmış.
Böylesi şarkıları da dinledikçe dalar giderim geçmişe.
İlk uğrak yerim Amasya olur.
Öncelikle eski toprak büyüklerimi ziyaret ederim.
Bakırcılar çarşısındayım, çekiç sesleri
arasında geziniyorum.
Burma minarenin gölgesi düşmüş bir işyerinin üzerine...
Sergilenmek için vitrininde âlemler dizilmiş sıra sıra.
Sanki altın varak kaplamalı, sapsarı...
Güneşin rengiyle yarışırcasına.
Belli ki usta işi.
İçeriden bağlama sesi geliyor...
Ve Anadolu'nun sesi yankılanıyor:
''Neyleyim dünyada dünya malını (vay vay)
Gönül arzu ediyor eski hâlini (vay vay)...''
Semaya uzanan âlemlere can veren
Burhan abim (Özbakır) karşımda...
Yaşlar ilerlemiş, sakal bembeyaz, nur yüzlü tonton bir ihtiyar, elinde yine bağlaması...
Bizim aileyi unutmamış, pamuk ellerinden öptüm...
Başta eniştem İspartalı Mehmet ustayı,
ud sanatçısı ağabeyim Adnan Cününoğlu'nu (Foto SABAH) yad ettik...
Uzandık Çakallar eteklerine Kuba mahallesine.
Ne diyordu türküde:
''Gönül arzu ediyor eski hâlini...''
Ama neyin eskisi?
Çağımız öyle bir noktaya geldi ki,
şairin dediği gibi ''uygarlık dediğin tek dişi kalmış canavar.''
Doğup büyüdüğümüz ne sokaklar, ne mahalleler kaldı.
Gözümüzün nuru biricik kentimiz Amasya âdeta beton çöplüğüne döndü...
Bu duruma çok üzülen Yeşilırmak ağlamaktan suyu kesildi.
Apartmanların gölgesinde kalan Kuba Camii de yaşama sevincini kaybetti.
Bir de baktım Burhan abim dalmış gitmiş maziye...
Gözlerim nemli, dudaklarımda rast bir şarkı:
''Saçta ak, yüzde çizgi, gönülde bin yara var...''
Nurlar içinde yatın İrfan-Burhan ağabeylerim...
Ruhlarınız daima şad olsun.
Macit CÜNÜNOĞLU
18 Aralık 2025
MAKSAT MUHABBET OLSUN!
Ne zaman Amasya hakkında bir şeyler
yazmaya kalksam sınırlarım bellidir.
En kestirme ifadeyle İstasyon ile Cülûs Tepe arasından öteye geçemem.
Elimde değil, hafızama İstasyon ile Kuş köprü arası nakşolmuştur.
Tabii tarihi Amasya deyince de ilk akla gelen coğrafya burasıdır.
Güneyde Kurşunlu, kuzeyde 55 Evler gençliğimde inşasına tanık olduğum mahallelerdir.
Ama Beyazıt Paşa, Ahır Önü kentin
eski yerleşim yerleridir.
Hatta şehrin ilk futbol sahası Lokman dağının eteklerinde bulunan kaya mezarının ön tarafındadır.
Elbette o devirlerde Çolağın Bağı da gerçek bir bağdı, her türlü meyve ağacını
toprağında barındıran.
Kentin merkezi kabul edilen Selağzı ise
o zamanlarda da popülerdi.
Sinan Hamamı ortada, çevresi işyerleriyle dolu.
Henüz Zafer Otel, Cafer Ağa'nın bulunduğu apartman inşa edilmemiş...
Kocacık çarşısı cıvıl cıvıl, gerçek anlamda
Amasya'nın Beyoğlu'su.
Hükümet köprü yeni açılmış, baş tarafını tutan Şehir Kulübü kent eşrafının
yegâne lokali.
Hele lokantasında, içki masalarında ne dedikodular yapılıyor; bir bilseniz...
Mahalle sokaklarında, kapı önlerinde teyzelerin muhabbetini edebi eser diye öpüp başınıza koyarsınız!
Yine de edep adap, yol yordam, hürmet
suhulet bakımından hasret kalınacak devirler.
Radyoda Müzeyyen Senar, Nesrin Sipahi...
İnce saz heyetinde Udi Hrant şef...
Kadroda Şükrü Tunar, Selahattin Pınar ve ölümsüz bestekâr Sadettin Kaynak...
Şevket Bey Sineması'nda dev afiş:
Baş rollerde Zeki Müren ile Cahide Sonku.
Film: ''BEKLENEN ŞARKI''
Sahi, o tarihlerde kimin aklına gelirdi büyük alt üstler yaşanacağını...
Menderes ve arkadaşlarının zalimce asılacağını, darbe üstüne darbe...
12 Eylül karanlığının ülke üzerine kara bulutlar gibi çökeceğini, Diyarbakır işkencehanesinde Kürt sorununun temellerinin atılacağını...
Hepsi oldu, ve tonton bir takunyalı halkın ezici çoğunluğunun oylarıyla başbakan seçildi.
12 Eylül faşizmini de arkasına alarak
hiç bir hazırlığı olmayan ülkeyi uluslar arası kapitalizme eklemledi.
Aman da aman, toplum bir mutlu oldu...
Zaten hazırmış, Mc Donald önlerinde kuyruklara girdi, AVM gezmeyi ibadetle
eş değer tuttu, daha düne kadar içmeye ayranı yoktu, tuvalete Mercedes'le gitmeye başladı.
Artık asr-ı saadet devri yaşanıyordu.
Hiç unutmam, Kütüphane Müdürü Dursun hocam ırmak kenarındaki güzelim evini satıp parasını baş pezevenk Kastelli'ye yatırdı...
Neymiş efendim; çok faiz veriyormuş!
Netice: Tabii ki hüsran, üç kulluvalla
bir Fatiha...
Sonra Tansulu, mafyalı, Susurluklu, faili meçhullü, vurgunlu, kapkaçlı YÜZSÜZLER DEVRİ başladı...
Hatta, bu dönemde eczacı Oğuz'un Yeniköy'de öğretmenlik yapan becerikli karısı Sıdıka tekstil işine gerdi, ihracat ithalat işlerinden kazandığı parayla beş yıldızlı Movenpick otelini kurdu.
Sonra mı?
Elbette battı, senaryonun final sahnesini de kocası Oğuz'u terk ederek eski sevgilisi Asil Nadir'in kollarında çekti.
Yaşıyorsa Allah selâmet versin; iyi bilirdik kendisini!
Derken efendim mevzu nereden nereye uzandı?
Daha Tayyip ustaya, AKP'li yıllara bile gelemedik.
Hâlbuki bugün Şehir Kulübü balkonunda iki tek atıp eski günleri yad edecektim...
Ancak her Amasyalıda olduğu kadar mebzul miktarda fesatlık, münafıklık bende de var...
Baksanıza meslektaşım Sıdıka'yı kıskanıp
hakkında neler yazdım...
Hiç yakışmadı bana...
Lütfen yazdıklarımı yok sayın...
Bir dahaki buluşmamızda daha mazbut yazılarımla karşınıza çıkacağım...
Şimdilik hoşça kalın.
Macit CÜNÜNOĞLU
16 Aralık 2025
İSTANBUL'DAN ESİNTİLER
Yine karşınızdayım.
Dilerseniz bugün Amasya sohbetlerimize
ara verip minik bir İstanbul turu yapalım.
Kadıköy iskelesinden vapura atlayıp
Ortaköy'e uzanalım.
Boğaz havası yorgun yüreklerimize iyi gelecektir.
Hatta cep telefonumuzun kamerasıyla
bir kaç Kız Kulesi fotoğrafı çekip arşivimize atarız.
Tabii müzik eşliğinde, kulaklığım yanımda.
Bugünümü Alman besteci Handel'e ayırdım.
Barok müziğin dahisi, özellikle operalarını dinlemek beni derinden etkiliyor, bambaşka dünyalara göç ettiriyor.
Aslında kırk yaşından sonra klasik müzik tutkum başladı.
Tabii dersime de iyi çalıştım, her bir bestecinin yaşamı bana yepyeni ufuklar açtı.
Neyse, Ortaköy iskelesinden küçük meydana indim.
İlk işim Balyan ailesinin muhteşem eseri
Ortaköy Camii'ni gezdim.
Avlusundaki şadırvana oturup semaya uzanan zarif minarelerini dakikalarca seyrettim.
Aklımda cevaplayamadığım deli sorular...
İlk fırsatta Balyan ailesinin Bağlarbaşı'daki Ermeni Mezarlığı'nda bulunan kabirlerini ziyaret edeceğim...
Bir kuple duayı fazlasıyla hak ediyorlar,
araya da Bimen Şen'den birkaç fasıl parçası sıkıştırdı mı içsel huzurun doruklarına tırmanırım.
Ne mutlu bana!
Neyse, dönelim Ortaköy'e, şu anda
Asdvadzadzin Ermeni Kilisesi'nin içindeyim.
Papaz efendiyle tanıştım, ayak üstü sohbet ediyoruz.
Lafı dönüp dolaştırıp Amasya'ya getirince
muhabbet renklendi.
Adam Amasya'yı iyi biliyor, özellikle Ermeni tarihini.
Yalnız geçmişten hiç kilise kalmadığı için derin üzüntülerinin altını çiziyor.
''Çok haklısınız'' diyere düşüncelerine
katıldığımı ifade ediyorum.
Keşke 1915 faciası yaşanırken üç beş kiliseyi korusaydık inanç turizminin
kilometre taşlarından biri olurduk tespitinde bulunuyorum.
Geçti artık, ancak Papaz efendi sohbetin
lezzetine vararak bir iki kadeh Mardin yapımı Süryani şarabı ikram etti...
Misss! Bu aciz kulunuz zevkten dört köşe oldu!
Sonra dostça tokalaşıp, hatta sarılarak vedalaştık.
Baktım ikimizin de gözleri nemli...
Demek ki insanlık hâlâ ölmemiş, bir yerlerde yaşıyor.
Düştüm yola, İstanbul'da yürüyerek katettiğim en güzel caddeye.
Bilenler bilir, Ortaköy ile Beşiktaş
arasındaki yol.
Hakikaten çok güzeldir, sağlı sollu asırlık
çınar ağaçları, sağda Yıldız Parkı, solda
Çırağan Sarayı...
Âdeta tarihin içinden geçiyorsunuz.
Kısaca müthiştir, Beşiktaş'ta da iskele kitap evi beni bekliyor.
Üst katta, İBB yapmış, çay kahve servisi de var.
Nefis bir mekân, al kitabını oku, Üsküdar Başiktaş vapurları yirmi dakikada bir sana el sallıyor...
İşte böyle değerli dostlar.
Bugün de böyle geçti, eve dönüş saatim yaklaştı...
Ama Amasya'yı kıyıdan köşeden muhabbetin içine sıkıştırdık...
Vakit tamam, Abbas yolcu...
Hoşça kalın.
Macit CÜNÜNOĞLU
15 Aralık 2025
AMASYA TUTKUSU
Bugüne kadar kaleme aldığım yazıların büyük bölümü Amasya hakkında.
Bu kenti tanımayan birisi yazılarımı okuma fırsatı bulduysa abarttığımı düşünebilir.
Varsın olsun, ben yine de memleket aşkıyla yazılarıma devam edeceğim.
Sıkılan olursa okumasınlar, elden ne gelir!
Tabii herkesin Amasya algısı farklıdır.
Bense çocukluğumun gençliğimin geçtiği
Amasya'yı satırlara dökmekten olağanüstü zevk alıyorum.
Yoksa ikide bir yazar mıyım?
Bu zaman dilimi de ellili, atmışlı yıllara tekabül ediyor.
Aslında Amasya'nın en güzel devirleri,
doğallığa en yakın zamanları.
Yani dedem babam ne yaşadıysa beş aşağı beş yukarı aynı ortamı ben de yaşıyorum.
Bu da yüz yıllık süreç demek, Abdülmecit'ten günümüze dek süren serüven.
Düşünsenize dedem 1850'lerde doğmuş, babam 1900'ların başı, ben geçtiğimiz yüzyılın tam ortası...
Roman gibi, ah bir kaleme alsam ne hikâyeler çıkar.
Bu arada hatırlatmak isterim ki Cumhuriyet 30'lu yaşlarda.
Dünya II. Büyük Savaş'tan yeni çıkmış...
Osmanlı mirasyedisi kent Amasya, orta hâllice durumuyla çağa uyum sağlamaya çabalıyor.
Fakirlik durumları göreceli, yani toptan alçak sürünme modunda değil, tarıma dayalı üretim biçimi hakim olduğu için şeker pancarı da para etmeye başlamış, dolayısıyla çiftçinin yüzü gülüyor.
Bürokrasinin, öğretmenlerin itibarı bugünkü gibi değil, statülerinin avantajlarını koruyorlar.
Bu arada çok partili hayata geçilmiş,
Şehir Kulübü müdavimlerinden olan
Demokrat Partili Amasyalıların havası bin beş yüz, attıkları caka da bonus olmuş!
Ancak seküler hayata en ufak halel gelmiyor.
Çağlayan, Çiçek, Kristal lokantalarında
kadehler Bayar, Menderes için kalkıyor.
Henüz memlekette hacı hoca istilası yok,
tarikat cemaat gibi çağ dışı odakların
esamisi okunmuyor.
Musiki Cemiyeti geleneksel Cumhuriyet, Yılbaşı balolarını düzenliyor...
Saraydüzü'ndeki Ordu Evi'nden trompet
soloları eşliğinde çaça, rumba, tango melodilerinin coşkusu Pirler Parkı'nı selâmlayarak Selağzı'na ulaşıyor.
Şuayip amcam her zaman ki görevinin başında, kuzu tandırın en lezizini tabaklara dolduruyor...
Ev yapımı şişede ayran, oh misss!
Yok böyle mutluluk, gücü yetip yiyebilene afiyet olsun, yoksa Şuayip amcanın hemen yanı başında simitçi var, o da karın doyurur!
İşte hayatın acı gerçekleri, kimi kavun yer kimi de kelek!
Neyse, az ileride de iflah olmaz İnönücü Cafer Ağa, son seçimler meşhur kahkahasının desibelini düşürse de keyfi yerinde.
Yine de yaşam biteviye akıp gidiyor.
Evet, Amasya böyle bir yer işte...
Kendi küçük ama (o zamanlar merkez nüfusu 15 bin civarında) özgül ağırlığı epeyce fazla.
Hele hele de kazına kazına yapılan muhabbetleri dillere destan.
Zaten bu sayfalarda yer verdiğim hikâyelerin mahreçi de oralar.
Allah eksikliğini göstermesin, bugünlük
bu kadar efendim...
Şimdilik hoşça kalın.
Macit CÜNÜNOĞLU
EROL ÇEVİKÇE
İçimizden biri: Halis Amasyalı Erol Çevikçe.
Eski milletvekili, bakan.
Tabii CHP'li, bir ömür adayacak kadar.
Tanımayanınız yoktur herhâlde.
Benim de halamın oğlu, 1937 doğumludur.
Son yıllarında Amasya-Ankara-Bodrum
üçgeninde yaşamaktadır.
Amasya'daki evi ise Hamdullah Dede Türbesi'ne bitişiktir.
Yani sırtını Alevi dedesine yaslamıştır.
Artık bu dünyada ayağına taş değmez!
Doğduğu ev yaşlanınca yıkılıp yerine yenisi inşaa ettirilmiştir.
Gittim gördüm, tek katlı mütevazı şirin
bir konut.
Tabir yerindeyse müze gibi ortam.
Bir odasının duvarlarını eski Amasya
fotoğrafları süslemiş...
Salonda antik mobilyalar, bir duvarda da
babası Hoca Kazım'ın asırlık udu asılı.
Fonda müzik çalıyor, nefis caz ezgileri, piyanoda kızı Sıla; New York'ta yaptığı besteleri Çevikçe Mahallesi'ndeki ata ocağına ulaşmış, salonda yankılanıyor.
Ziyaretim bir bayram sabahıydı.
Amasya Kalesi'ne nazır balkonunda oturduk.
Minik bahçenin bir köşesinde banyo küveti, içinde rengârenk mevsim çiçekleri...
Sohbetin mevzuu memleketi kurtarmak
olmasa da yine siyasetin dar sınırlarının dışına çıkamadık.
Oysa değerli Erol ağabeyimi yakalamışken bir iki kadeh kırmızı şarap içmek isterdim ama menüde olan Galip ustanın çöreği ile semaver çayı.
Kader utansın, inşallah bir dahaki sefere.
Neyse, bu yazıyı kaleme almamdaki asıl sebep Erol Çevikçe'nin bugünkü yazısı.
Takip edenler bilir, Erol ağabey haftanın ilk günü (Pazartesi) ''Bigazete''adlı sitede
düşüncelerini izlenimlerini paylaşıyor.
Üstelik doksan yıllık birikimiyle ve büyük bir ustalıkla.
Dile kolay, 90 yaşına merdiven dayamış
siyaset duayeni bir büyüğümüz hâlâ bitmez tükenmez enerjisiyle geçmişe, geleceğe projektör tutuyor.
Bizler de hayranlıkla okuyup feyz alıyoruz.
Hatta birgün haddimi aşarak Erol ağabeyime dedim ki, ''CHP'yi yazmaktan vazgeç, bak; bütün dünyayı gezip görmüşsün. Moskova'dan Pekin'e, Paris'ten New York'a... Bize seyahatlerini anlat.''
Cevabı ''yapamam'' oldu...
Ve ilave etti; ''Çünkü ülkemi çok seviyorum, adil barışçıl kutupsuz bir toplum özlüyorum, açı işsizi olmayan.
Bunun yolu da hukuk devletinden, üretken çağdaş bir siyasetten geçiyor.
O nedenle de politika, özellikle de CHP yazıyorum.'' dedi.
Tabii başımı önüme eğerek bir kez daha
pamuk ellerinden öptüm...
Elbette sağlık, huzur dileklerimle...
Bence Erol Çevikçe gibiler zor gelir
Amasya siyasetine, hatta parlamenter
demokratik düzene...
Çünkü ülkeyi yöneten gücün derdi Orta Çağ karanlığına yurtsever insanları gömmek...
Bakalım el mi yaman bey mi...
Onu da zaman gösterecek.
Macit CÜNÜNOĞLU
14 Aralık 2025
ÇOLAĞIN BAĞI
Bahis, şike işleri futbolu iyice batırdı.
Zaten seyirci sorunu yaşayan takımlar da
sporun rekabetçi ruhunu kirlettiler.
Böylesi çürüme salt futbola özgü bir durum değil.
Basketbol, voleybol gibi salon sporları da
boş tribünlere oynamak zorunda kaldılar.
Özetle top yekûn spor organizasyonları yanlış politikalar yüzünden izleyici erozyonuna uğramaktan kurtulamadılar.
Örneğin memleketimiz Amasya'da bildiğim kadarıyla biri Savadiye'de, diğeri de İstasyon'da olmak üzere iki tane kapalı spor salonu var.
Gençliğimden hatırlarım, futbolcu Sadettin'in babası Savadiye'deki salonun bekçisiydi.
İnanmayacaksınız, adam sanki Kanije Kalesi'ni savunuyor, içeriye girmenin mümkünatı yok.
Gençlik ve Spor Bölge Müdürü Nejat Becan, Kocacık çarşısında Türk Traktör acentesi, derdi köylüye traktör satmak.
O makama nasıl geldi, bilemem.
Ancak sporla uzaktan yakından ilgisi olmadığı kesin.
Yine de araya arkadaşlarımın büyüklerini
koyarak salona giriş izni almayı başarmıştık.
Fakat salona giriş çıkış trafiğini Selahattin amca (Napolyon) belirliyordu.
Tahmin edeceğiniz gibi sanki salonun namusunu korurcasına bir iki saat izni bile bin bir güçlükle veriyordu.
Bizlerde parke üzerinde kısa bir zaman diliminde top oynamanın keyfini yaşıyorduk.
Ara sıra da minderde Nihat Sezgin,
Fatih Batur, Ömer Ölçer gibi süper yetenekli arkadaşlarımızdan amuda kalkma, filikfilak, salto gibi hareketler öğreniyorduk.
Bu arada uzun boyunun verdiği avantajla
Vehbi Kiper basketbol potasının altından ayrılmıyordu.
Hakikaten güzel günlermiş, üstelik onca imkânsızlığa rağmen spor tutkumuzun alt yapısını hazırladığımızın farkında bile değildik.
Nitekim Nihat, Fatih, Vehbi İstanbul Atatürk Eğitim Enstitüsü'nün Beden Eğitimi Bölümü'nü bitirerek başarılı birer spor öğretmeni oldular...
Ömer de Harp Okulu'na girdi, ve albaylığa kadar yükseldi.
Şimdi emekliler, torun torbaya karışarak keyifli bir hayat yaşıyorlar.
Ne mutlu onlara, binlerce selâm olsun İstanbul'dan.
Ya Çolağın Bağı, oraya ayrı bir başlık açmak lâzım.
Bir dönem Amasya gençliğini sarıp sardığı mekân.
Filesiz kale direkleri, yer yer kaya parçalarının boy gösterdiği toprak saha.
Ama üzerinde koşturan gençlerin aldığı
keyif, ortam güzelliği Wembley'de yok!
Maçlar hatırı sayıda seyirciye oynanıyor.
Hepsinden önemlisi yüzler gülümsüyor,
asık suratlı gence rastlamak mümkün değil.
Sadece heyecan var, bir de delikanlık ruhu.
Zaten Amasya'da yirmi civarında mahalleden söz ediliyor.
Beyazıt Paşa'dan Yeşilırmak Spor, Savadiye'den Sebat Spor öncü kadro...
Kent çeperlerinden Tatarlar, Gök Medrese, İstasyon ve şanlı Dere Mahalle.
Savulun Amasya gençliği geliyor.
Zamanın ruhu bu minvalde.
Ya şimdi, günümüzde...
Bizde ve dünyada profesyonel futbol endüstrisi popüler ve de egemen güç.
Milyar dolarlık futbol arenası.
Şöhretin girdabında boğulan futbolcular...
Vitrinde gözükmeyen menejerlerin açtığı kirli çukurlar...
Binlerce kör kuyularda boğulan umut dolu genç insanlar.
Bizler ise hâlâ Çolağın Bağında'yız...
Heybemizde hatıralar ve de geleceğe dair umutlar.
Macit CÜNÜNOĞLU
13 Aralık 2025
PAZAR SOHBETLERİ
Özellikle Roma dönemi 'lahit mezarları' tarihçileri ikiye bölmüştür.
Bir bölümü mezarın üzerindeki kalın kapağın güvenlik için olduğunu iddia etmiş, cesetin kurda kuşa yem olmasını önlediğini belirtmiş.
Diğer bölüm de mevtanın dirilip tekrar kurulu düzene katılmasını engellemek için olduğunu vurgulamış.
Tabii böylesi görkemli mezarlar baldırı çıplaklar için yapılacak değil ya...
Ayrıca maraba takımında mezar yaptıracak kadar zenginlik nerde?
Elbette pramitler gibi lahit mezarlar da
varlıklı asilzadeler ya da devlet büyükleri için yapılmıştır.
Ancak tarihçilerin gidenin geri gelme riskini ortadan kaldırmaya yönelik güvenlik tedbirleri alma fikri benim de aklıma yatıyor.
Tabii mezar rahmetlinin ardılları tarafından inşa edilmişse.
Düşünsenize, Allah gecinden versin...
Padişahımız hakkın rahmetine kavuşmuş...
Kim O'nu iki metre toprağın altında bırakır...
Bence geri dönme tehlikesini önlemek için bırakınız 'lahit mezarı'; ANIT mezarın en kralını yaparlar.
Hemi de çelik konstrüksiyondan!
Yoksa Bilal evlâdımız saraydaki koltuğunda rahat oturabilir mi?
Neyse, bu lüzumsuz muhabbeti vakti zamanı geldiğinde yaparız.
Yoksa güzelim Pazar günümüz zehir olur.
Öyleyse her zaman yaptığımız gibi sığınalım Amasya'ya.
''Sarı Öküz''ün bol kepçe dağıtıldığı memleketimize.
Bir devir kent içinde yüzlerce ev, konak
yıkıldı, hatta mahalleler yok edildi:
Ahalide tık yok!
63 yılından beri dimdik ayakta duran,
eğitim öğretim binası Lise otopark uğruna yıkıldı:
Başta o okulun sıralarında dirsek çürütmüş gençlikte tık yok!
Kent kültürünün en somut izdüşümü
Şamlar mezarlığı göçe zorlandı...
Asker-Polis lojmanlarıyla itirazcı zihniyet baskılandı.
Halkta yine tık yok!
Yakın zamanda asırlık Belediye Parkı
vatandaşın gözüne soka soka ve Hilton pamuk şekeriyle kandırılarak buharlaştı.
Munis, mazbut hemşerilerimde yine tık yok!
Tamam, bende biliyorum...
Kitle içinde kahraman olmak kolaydır, mühim olan her türlü haksızlığa, adaletsizliğe bireysel olarak tepki verebilmektir.
Yoksa korkaklık denilen illet ruha bir kez
yerleştimi rahat durmaz, tüm bünyeyi kemirip teslim alır.
Ah Amasya'lım biliyorum, Sarı Öküzleri
cömertçe verdin, belki son kaleleri de vermeye devam edeceksin...
Elde kaldı ırmak kenarında irili ufaklı
yüz on ev...
Yakın zamanda da ışıl ışıl olacak...
Bolca fotoğraflarını çek, gönder UNESCO'ya...
Çakma Venedik diye pazarla turizmcilere...
Bonus olarak da iki kadeh şarap için
Ali KAYA'yı mühürlendiğini ilân et destinasyon listelerinde...
Son olarak da lütfen otur oturduğun yerde, üç beş ahşap evi milyonlara
pazarlayan Safranbolu üzerinde bir kez değil binlerce kez düşün.
İyi pazarlar cömert, gönlü bol değerli hemşerilerim.
Macit CÜNÜNOĞLU
12 Aralık 2025
ŞARKILAR EŞLİĞİNDE
Amasya'nın vitrini sayılan Hatuniye Mahallesi'nin, nam-ı diğer İçerişehir'in evleri uzunca bir süredir ''Yalı'' kategorisine terfi etti.
En azından ırmağa cepheli olanlar.
Oysa çocukluğumda, gençliğimde söz konusu evlere ''Yalı'' denildiğini hiç duymamıştım!
Ancak çağımız pazarlama çağı, özellikle de turizm sektöründe...
Demek ki ''Yalı boyu evleri'' kulağa daha hoş daha havalı geliyor.
Varsın olsun, bence hiç bir mahzuru yok.
Hele bir de ışıklandırma yapılınca Yeşilırmak boyları Venedik ile yarışır.
Daha doğrusu biricik kentimiz Amasya'ya ne yapılsa yakışır.
Adı üstünde: Yeşil Amasya, Şirin Amasya.
Ayrıca onca şehzadeyi bağrından çıkarmış, bunlardan yedisi de tahta oturmuş şehir.
Ya Strabon; coğrafyanın efendisi ve yaşadığı devrin kutup yıldızlığına yükselmiş filozof hemşerimiz.
Ne kadar gurur duysak övünsek azdır.
Ayrıca kentimizin yazarını çizerini sanatçılarını sayamıyorum bile,
tarihsel geçmişinde kilometre taşı olan
ve ülkemizin ilk musikî cemiyeti unvanını taşıyan ''Amasya Musikî Cemiyeti''nin varlığı bile yeter.
Kuruluşu: 1913, kurucusu: Giriftzen Asım Bey.
Bu arada büyük bestekâr İrfan ağabeyimiz (Özbakır) Hicaz makamından sesleniyor:
''Severim düşünmeyi mâziyi anmak için...''
Evet, bugün yeteri kadar Amasya'mızı yad ettik, müsaadenizle varalım kürkçü dükkânımıza...
Yani yarım yüzyıldan fazla süre yaşadığım canım İstanbul'a...
O bir aşk, kara sevda, ömür boyu sürecek
bir ilişki...
Öyleyse muhabbeti soğutmadan uzanalım dünyanın incisi Boğaz'a.
Tabii bir hemşerimizin mekânına...
Ancak bu kez gerçek bir yalıdayız, Arnavutköy'de, Amasya'dakiler gibi çakma değil!
İşletmecisi Avukat Adil Çıtak.
Muhakkak aranızda tanıyan bilen okurlarım vardır, gönül insanıydı Adil ağabey.
Birinci sınıf, butik, Boğaz'a nazır balık lokantası.
Adı: Antik Restoran.
Yetmişli yıllar, genciz, haftada iki üç gün
Boğaz'dayız...
Bu arada Genco Erkal ve sanatçı tayfası işyerinin müdavimleri arasında.
Bizim ekip de her buluşmada lüfer sipariş ediyor.
Vay be, o devirlerde işçi maaşıyla ne de zengin yaşıyormuşuz!
Ya şimdi, son yıllarda?
Mendebur lanetin yüzünden bırakın lüferi balığın tadını unuttuk.
Kader utansın, neyse...
Boğaz'dayız şimdi, hatıralarım yelken açmış mavi sulara...
Siyasetten arınmış beynim...
Yüreğimde nihavent şarkının ezgileri...
Yine İrfan ağabeyden:
'' Gidenler dönmez geri...
Sevgiyle, saygıyla selâmlarım herkesi.
Macit CÜNÜNOĞLU
11 Aralık 2025
AMASYA SEVDAMIZ
Tarih takıntım olduğundan dünkü yazımda söz etmiştim.
Kusur mu? Belki de, ama huy işte.
Neyse ki obsesifliğimin kimseye zararı yok.
Öyleyse gelelim mevzuya...
Efendim uzun zamandır dikkatimi çekiyor; Amasya'yı övmek isteyen sosyal medya kullanıcıları kentin yaşını sürekli
8500 yıl yazıyorlar.
Kim bilir, biraz daha zorlasalar Göbekli Tepe ile yarıştıracaklar.
Hatta ünlü Türk büyüğü(!) Halaçoğlu'nu arkalarına alsalar Amasya'yı Sümerlerin
başkenti ilân edecekler.
Oysa okuduğum güvenilir kaynaklarda
kentin yaşı en fazla MÖ. 4 bin, 4 bin beşyüz yıllarını işaret ediyor.
Bence inandırıcı, makul olan da bu...
Ama bizde hamaset sınır tanımıyor.
Bir başka örnek vereyim...
TSK Kara Kuvvetleri brövesinde kuruluş tarihi MÖ. 209 yazıyor.
İlk Türk devleti Göktürklerin kuruluşuna bakıyorum MS. 552, Uygurlar 745...
Kesmez, illâki 2234 sene öncesine tarihlenecek ki ordular arasında birinciliği alalım!
Bu da bizim tarih anlayışımız, gerçekler
halının altına, cilalı padişahlar komutanlar vitrine...
Nasıl olsa bu malzemeyi pazarlayacak asil kanlı bir millet bulunur!
''Ne mutlu Türküm diyene.''
Neyse, gelelim günümüze, memlekete.
Biliyorsunuzdur, veya okumuşsunuzdur.
İl yöneticilerimiz bir araya gelmişler,
kenti yeniden ışıklandırmaya karar vermişler.
Ortaya da 126 milyon TL. koymuşlar.
Fena para değil, ortalık aydınlanır, ışıl ışıl olur.
Yakışır Amasya'mıza...
Ve aydınlık kentimize milyonlarca turist akın etmeye başlar...
Ne dersiniz, olur mu?
Yoksa fikirler, zihinler değişmedikçe bir numara olmaz mı?
Daha dün, Ali Kaya'nın işyerinin başına gelenleri unutmadık.
Sahi n'olmuştu?
Takunyalı vali ile Özel İdare Müdürü elele verip turistik işletmeyi kapatmaya kalkışmışlardı.
Neymiş efendim, müşterilere alkollü içecek servis ediliyormuş.
Ne var bunda, turist binlerce kilometre uzaktan gelmiş, karşısında panaromik Amasya manzarası, elinde Merzifon Karası üzümlerinden yapılmış şarap,
iki kadeh içip gidecek...
Üstelik mutlu, ne var bunda?
Demem o ki, dağı taşı ırmak boyu evleri ışıklandırılsın...
Ortalık şenlensin, gecenin karanlığına güneş doğsun...
Ama kenti yöneten idarecilerin beyinsel dokuları da harekete geçsin...
Eskişehir örnek alınsın, UNESCO listesine
öpücükle, ampulle girilmiyor...
Profesyonel destek alınarak Amasya Turizmi için öncelikler tespit edilsin...
Ve ilgili herkes elini taşın altına soksun.
Macit CÜNÜNOĞLU
NOEL BABA
Gençliğimden beri tarih meselesine takıntılıyımdır.
Daha doğrusu kesin tarihlendirmelere.
Örneğin İsa'nın doğum tarihi:
Tarih kitaplarına göre MÖ. 6 ile 4 yılları arasında doğmuştur.
Nerede: Roma İmparatorluğu'nun sınırları içinde bulunan Yahudiye eyaletine bağlı Beytüllahim şehrinde.
Eyvallah, peki hangi gün: Katolikler 25 Aralık, Ortadokslar 6 Ocak olduğuna inanırlar.
Haydaaa, oldu mu şimdi?
Bilimsel Tarih Hristiyan mezheplerinin inanışlarına göre mi yazılacak?
Ama yazılıyor,ciddi ciddi de pazarlanıyor.
Hatta 4. yüzyıl papazı Nikola ''Noel Baba'' oluyor, palyaço giysileri içinde çocukların dünyasına sokuluyor.
Tabii tezgâh ABD menşeli, ''1929 Büyük Buhran''ı aşma numaralarından sadece birisi, yani çocuk versiyonu.
Maksat alış veriş olsun, tüketim artsın.
Netice de muhtemelen Nasıra'da doğmuş MS. 30'lar da Kudüs'te yaşamış İsa, Yahudi gezgin bir vaizdi.
Annesi bakire Meryem'di, babası muhtelif, inanca göre değişiyor.
Daha doğrusu Eski Ahid ''Tanrı'' diyor, Yeni Ahid ''Yusuf''u işaret ediyor.
Her neyse, 34 yaşında Romalılar tarafından çarmıha gerilen İsa'nın bilatarih doğum günü, içinde bulunduğumuz Aralık ayında insanlığın önemli bölümünü meşgul ediyor.
Hristiyan toplumlarda Noel partileri düzenleniyor, Anadolulu, Akdenizli, Demreli papaz Aziz Nikola'nın ruhu palyaço kılığında dünya çocuklarının rüyalarını süslüyor.
''Acaba bizim evin bacasından girip bana da hediyeler getirir mi?''
Ah canım benim, zengin ülkelerde olur da bizim ülkemizde Noel Baba yaşayamaz.
Çünkü asgari ücretin satın alma gücü belli.
Vallahi de billahi de adam açlıktan ölür, üstelik peşinden ağlayan bile çıkmaz.
En iyisi mi sen babanın getirdiği ekmeğe razı ol, boşver gitsin Noel Baba masallarını.
Bu arada tarih takıntımdan söz etmişken başıma gelen bir vakayı paylaşmasam olmaz.
Efendim, geçenlerde E-Devlet'in Soyağacı sayfasını ziyaret ettim.
Bir de ne göreyim, sevgili annemin doğum yeri ve tarihi değişmiş.
Tesadüf bu ya; daha dün yazdım.
Kadın Usturumca doğumlu,
yıl: 1912.
Yani 1. Balkan Savaşı'nın başlangıcında daha kırk günlükken annesinin kucağında Amadolu'ya göç etmiş...
Ve Nüfus Cüzdanı Amasya'da düzenlenmiş.
Ancak Devlet-i Âliye anacığımın nüfus bilgilerini değiştirmiş ve doğum yerini Amasya, doğum tarihini de 1 Temmuz 1913 yapmışlar.
Bak şu işgüzâr devlete.
Olacak iş mi, ayrıca benim anam Hazreti İsa mı, önüne gelen doğum yerini, tarihini değiştirsin?
Kütüğümü aldırttığım Kadıköy Nufüs Müdürlüğü'ne gittim, çözüm yeri Amasya dediler.
Tabii moralim çok bozuldu, çünkü çocuklarım babaannelerini hep Selanikli biliyorlardı, öyle anlatmıştım.
Ya şimdi, güvendiğim yegâne belge devlet eliyle değiştirilmiş.
Dava da açamam, emekliyim (cepte para yok)...
En iyisi otobüs bilet parasına kıyıp problemi yerinde çözmek...
Gördünüz mü Ah Amasya vah Amasya derken zorunlu olarak düşeceğim memleket yolarına...
Olsun be, sağlık olsun...
Yeter ki canım anamın ruhu şad olsun...
Selanik güzelim benim!
Macit CÜNÜNOĞLU
09 Aralık 2025
MUHACIRLER
Amasya'da, mahallemizde bazı komşularımıza
''muhacirler'' derlerdi.
Aslında anne tarafıma da ''muhacir'' denildiğini duyardım.
Evet, rahmetli annem Usturumca doğumlu.
O tarihlerde Selanik'e bağlı bir ilçe.
1912 yılında Balkan Savaşı başlayınca kırk günlükken
annesinin kucağında, kundakta Anadolu'ya ailecek göç etmişler.
Tabii buna ''göç'' denirse.
Aile savaşta ciddi kayıplar vermiş, yangın yerinden
kaçış misâli binbir zorlukla gelip Amasya'ya yerleşmişler.
Bu tarihten on yıl sonra da Millî Mücadele sona ermiş,
Türkiye ile Yunanistan arasında ''Mübadele Anlaşması''
imzalanmıştı.
Sene 1923, ve büyük göç dalgası başlamış.
İki milyona yakın insan 1924 yılına kadar yer değiştirmişti.
Mübadele; toplumsal, ekonomik ve siyasal yanları olan bir olay.
Ama en önemlisi de bireylerin hayatında yarattığı etkiler. Parçalanan aileler, yitirilen eşler, çocuklar, kardeşler, geride bırakılan evler, bahçeler, iyi komşular…
Yorgi’ler Ahmet’ler, Nina’lar, Fatma’lar doğup büyüdükleri topraklardan başka yerlere göç ediyorlar.
Yüzlerce yıldır yaşadıkları, kaç kuşağın doğup büyüdüğü topraklarından bir gece içinde ayrılmak zorunda kalıyorlar.
İsteyip istemedikleri sorulmadan.
Gemilere bindirilip memleketin hiç bilmedikleri, görmedikleri topraklarına taşınmışlardı.
Açlık, sıtma ve yabancıya karşı hoşgörüsüzlüğün bunaltıcı baskısı ile karşılaşmışlardı.
Peki ama onların memleketi neresi şimdi?
Selanik mi, Amasya mı, Yanya mı, Kayalar mı?
Yaşanabilir tek gezegenin çocuklarıyız.
Ancak sığamadık koca dünyaya.
Ne ülkeleri paylaşabildik, ne de şehirleri..
Dostluk ve kardeşlik duygularıyla yaşamak yerine, düşmanlık, kin ve nefreti egemen kılmaya çalışanların istedikleri oldu çoğunlukla.
Göç, sürgün, tehcir ya da mübadele…
İnsanlığın en eski yarasıdır yerinden yurdundan edilmek. Farklı olanların, azınlık olanların yazgısı olmuştur sürülmek.
Sürgünün toplumun ve bireyin yaşamlarında bıraktığı izler, yüz yıllardır durmadan kanayan, bir türlü iyileşmeyen derin yaralar gibidir.
Onu konuşunca, anımsayınca sızlamaya devam eder. Unutursak, yokmuş gibi davranırsak iyileştiğini düşünürüz. Ama o sızlamaya devam eder.
İnsanlık binlerce yıldır farklı dinlere, farklı siyasal sistemlere, farklı inançlara sahip oldu.
Ancak bunların hiç biri savaşları, yağmaları, sürgünleri önleyemedi.
Birileri başka birilerini yerinden yurdundan etmeyi
bugün de sürdürüyor.
Bu anlamda Amasya, mazbut ve de vakur ahalisiyle ''muhacir'' dedikleri soydaşlarıyla zaman içerisinde
kaynaşmasını bildi.
Onların elinden tandır kebaplarını, yemeklerin en lezzetlisini yediler.
Ve açtıkları lokantalarda içkilerini yudumlarken
mezelerin en kralını tattılar.
Öyleyse İstanbul'dan bir kez daha selâm olsun,
hem de binlercesine...
Kahraman'a Nurettin'e, Savadiyeli, Dere Mahalleli,
Kubalı kardeşlerime, can dostlarıma.
Macit CÜNÜNOĞLU
08 Aralık 2025
İĞNECİ BABA
Kocacık Çarşısında bulunan İğneci Baba'yı herkes tanır sanırım.
Ya kardeşinin kim olduğunu bilen var mı?
Aman efendim, derdim yarışma sorusu yöneltmek değil,
ayrıca ne haddime, sadece Kapıkaya'da ikamet etmekte olan
Serçoban hazretleri olduğunu hatırlatmak istedim.
Fakat İğneci Baba'nın kardeşi yaman mı yaman.
Karasenir köyünde oturur, çobanlık yapar, uzun boylu,
keskin bakışlıdır.
Rivayet bu ya; günlerden birgün ağabeyini ziyaret etmek için
Amasya'ya gelir.
Elinde de sağdığı sütleri koyduğu mendili vardır, keramet bu ya,
mendil sızdırmaz.
Kunduracı ağabeyinin yanına varır, mendilini bir çiviye asar...
Fakat bu sırada dükkâna güzel, hoş bir kadın gelir.
Ayakkabı siparişi için ölçü verecek.
Ölçüyü alan İğneci Baba müşterisinin topuk güzelliğine dikkat çeker.
Zaten kardeşi de kadının güzelliğine fokuslanmış,
gözlerini ayıramamaktadır.
İşte tam bu sırada bakarlar ki mendil taşıdığı sütü sızdırmaya başlamış.
İğneci Baba durumdan işkirlenmiş, müşterisinin gitmesini beklemiştir.
Peşinden İğneci Baba kardeşine dönerek tarihi sözünü sarf eder...
Der ki; 'Keramet dağ başında ermekte değil, keramet burada, çıkındaki sütü damlatmamakta.'
İşte sihirli söz burada devreye giriyor.
Demek ki iki kardeş de keramet sahibi.
Öyleyse gelelim Serçoban'a...
Yine çobanlık yaptığı günlerden birgün sürüden kaçan
bir oğlanın peşine düşmüş, çok da yorgun düşmüş,
yakaladığında da keseciğine yemin etmiş...
Uzun uğraş sonucu yakalamış da...
Ancak oğlağın manalı bakışları yüreğini dağlayıp gönül tellerini
titretmiş...
Ve kesmekten vazgeçmiş.
Hikâyeye bakar mısınız?
Gel zaman git zaman Serçoban ölmüş.
Sonra ne olmuş biliyor musunuz?
Tüm sürüsü mutasyona uğrayıp ağaca dönüşmüş. Kapıkaya
yakınındaki tepe kocaman bir orman olmuş.
Hazretin türbesi de oradadır, boylu poslu olduğu için yedi metre
uzunluğunda da sandukası vardır.
Hatıralar işte, sene 1962, Ortaokul ikinci sınıftayım...
Erdal Yardımcı çirrçeği burnunda öğretmenimiz.
Sınıfça Serçoban'a geziye götürmüştü.
Tabii platonik aşkım Neşe Afacan'da orada...
Üstelik mahalleden komşum, her gün yakan top oynuyoruz.
Aman tanrım, ne heyecan...
Ancak çapkın Serçoban hazretlerinin mekânında açılmaya utanıyorum.
Hâlbuki tam yeri ve zamanı.
Demek keramet sahibi değilmişim ki, iki lâfı bir araya getiremedim.
Tüm bunlar nerden aklımdan geçti derseniz, valla İğneci Baba'ya
duyduğuğum hasretten.
Düşünsenize İğneci Baba günümüzde yaşasaydı, tüm politikacıları dergâhından geçirir, çürük elmaları Selağzı'nda sallandırırdım!
Sınıfı geçen küçük azınlıkla da yoluma devam ederdim.
Evet, bugünlük bu kadar.
Amasya'da evliyalar bitmez, menkıbelerin izindeyiz efendim...
Yenilerinde buluşmak umuduyla.
Hoşça kalın, sağlıkla sevgiyle kalın.
Macit CÜNÜNOĞLU
07 Aralık 2025
PİRLER'DEN SELÂM...
Bugün pazar, Pirler Parkı'ndayım.
Mevsim kış, aralık ayının başları.
Ama hava limonata gibi.
Tatlı bir serinlik var, anlayacağınız tam gezme havası.
Aslında niyetim Belediye Parkı'nda vakit geçirmekti.
Biliyorsunuz Taşovalı Başkan Amasya turizmine sınıf
atlatacağım diye güzelim parkı Hilton Grubu'na peşkeş çekti.
Ve inanır mısınız küçük bir azınlığın dışında kimsenin de
sesi çıkmadı.
Ve kent hafızası dediğimiz güzelim parkımız yok edildi.
İşin tuhafı Hilton da inşaatı tamamlamadan tüydü giti.
Neyse, aklımın ermeyeceği işler, alan razı veren razı...
Benimkisi kuru b.ka su serpmek!
Öyleyse dönelim Pirler'e,
Semaverimi söyledim.
Ayıptır söylemesi Galip ustadan birkaç çörek almıştım,
tesadüfen de Prinççi Caddesi'ndeki bakkalda halis köy
peyniri buldum.
Oh, daha ne isterim.
Demli çay eşliğinde kendime ziyafet çekmeye başladım..
Ki yan masada oturan esmer aile dikkatimi çekti.
Huyumdur, ya da faydasız merakımdan olsa gerek;
lâf atmakta gecikmedim;
-- Nerelisiniz, Amasyalı mısınız?
-- Hayır amca, Suriyeliyiz.
-- Yapma yav, Suriye'nin neresinden, bir de Amasya'ya
geleli çok oldu mu?
Evet, tahmin edeceğiniz gibi muhabbet derinleşmeye başladı.
--Yeni geldik, bizler Alevi Araplarız yani Nusayriyiz. Lazkiye'den gelip yerleştik bu topraklara.
Kurşunlu Mahallesi'nde oturuyoruz...
Dedikten sonra zurnanın zırt dediği yere geldik.
Bu aile de (anne-baba ve iki kız çocuğu) bizim terörist
dediğimiz Colani'nin (Şarık Tara) örgütünün kurbanı
olmuşlar, HTŞ militanları Lazkiye bölgesinde yüzlerce
Aleviyi katletmişler.
Bunlar da can korkusuyla Amasya'ya kadar uzanmışlar.
Daha önce gelen akrabaları da varmış.
Tabii, hiç beklemeden masaları birleştirdik.
Baba Emir, anne Ayşah, çocuklar Amira ile Alia...
Dünya tatlısı, zeytin gözlü şeker gibi çocuklar.
Baba Emir Lazkiye Üniversitesi işletme bölümü mezunu.
Amasya'ya hayran kalmış, özellikle tarihi dokusuna.
Pazarcılık yapıyormuş, işlerinden şikâyetçi değil, evde tencere kaynıyor diyor.
Gel de üzerinde düşünme?
Amasya küçük yer, 1200 civarında Suriyeli yerleşmiş.
Ama dikkat çekiyor.
Hele hele de ırmak boyunda geziniyorlarsa bazı vatandaşlar kent düşman işgalindeymiş hissine kapılıyor.
Tabii bu duygu farkında olmadan hemşerilerimi ırkçılık
tuzağına çekiyor.
Herkes bir anda Ümit Özdağ, Yılmaz Özdil oluyor.
Din kardeşliği falan rastgele, 'Ne mutlu Türküm diyene!'
sloganı eşliğinde Suriyeli mültecilere cihat açılıyor.
Ciddi anlamda iktidar partisinin göç politikası yerden yer
vurulmuyor, empati sıfır!
Sadece 'karşıyız' duygusu besleniyor.
Neyse, Suriyeli Emir'le epeyce sohbet ettik.
Daha doğrusau zamanın nasıl geçtiğini anlamadık.
Fakat ben çok keyif aldım.
Şöyle ki insan tanımak, can cana muhabbet etme her daim
favori eylemdir.
Bir de hayata gülümseyerek bakabiliyorsan;
bir sitem yolla Allah'a, coğraflaryayı insan evladının kaderi yaptığı için.
İyi pazarlar efendim, kalın sağlıcakla.
Macit CÜNÜNOĞLU
05 Aralık 2025
MERHABA
Evet, yeniden merhaba.
Biliyorsunuz Amasya muhabbeti yapmayalı çok oldu.Valla ben de özledim.'
Öyleyse 'nerde kalmıştık?' deyip söze başlayalım.
İlk durağımız İstasyon olsun.
Herhalde çocukluk anılarımın bolluğundan olsa gerek
istasyon ve çevresini çok severim.
O nedenle oturdum meşhur Erik Ağacının Altı'na...
(Kulakların çınlasın sevgili Hüseyin Menç.)
Minik bir semaver eşliğinde başladım geçmişe yolculuğa.
Sağ tarafımda kale, sol tarafımda Şeyhcui tepesi, karşımda
Hızır Paşa Mahallesi.
Sahi, Sümbül Hamamı duruyor mu?
Gençliğimde ne çok gitmiştim, küçücük samimi ortamdı.
12 Haziran Ortaokulu'nun yapıldığı yılları hatırlıyorum.
Çevre renklenmiş, hızla yapılaşmaya başlamıştı.
Daha sonra İstasyon ile Şeyhcui bağları talan edildi.
Hatta Şeyh Mehmed Cui Dede ile bir sohbetimizde
mezarının gümbürtüye gideceğinden korktuğunu
söylemişti.
Dedemiz aslında Mevlevîdir, Osmanlı'nın ilk zamanlarında
çok ünlüdür.
1414 yılında da köyüne çekilerek Mevlevihane'sini, Tekke'sini ve mektebini oluşturmuştur.
Tabii zaman içerisinde hiç biri kalmadı, kala kala
küçük bir türbe kaldı.
Canım benim, çok severim Cui dedeyi, Amasya'ya
her gelişimde mezarını muhakkak ziyaret ederim.
Hoşsohbettir, Mevlâna'nın gönül dostudur.
Özellikle İslâm'ın Altın Çağ'ını veya Rönesans'ını
mevzu ederiz.
Hakikaten ne devirlerdi.
8. yüzyılın ortalarında başlayıp 15. Yüzyılın sonlarına
kadar devam eden.
Ya şimdi, daha doğrusu çağımızda?
Ne din kaldı, ne de inanç.
Ahlâk, vicdan, merhamet gibi insanî duygular yerlerde
sürünüyor.
Siyasî enstrümana dönüşen İslâmiyet; saltanatın, azametin,
kibirin yollarına kırmızı halılar döşüyor.
Tevazu, sadelik âdeta tedavülden kalktı, saraylarda yaşamak, uçak koleksiyonu yapmak, iki bin korumayla
dolaşmak normalleşti.
Padişahımızın rol modeli ABD başkanı Trump oldu.
Ne acıdır ki halkın ezici çoğunluğu alçak sürünme modunda.
Cep delik cepken delik, mutfak yangın yeri.
Ah be Cui Dede, kalk mezarından sağa sola bir bak.
Yüzü gülen, hayatından memnun bir vatandaş
görürsen 'bu dünyaya erken gelmişiz' diye hayıflan.
Yok, herkes asık suratlı endileşiliyse bas küfrü, hem de
okkalısından, bu arada bugün Cuma...
Mübarek gündür, iki satır dua etmeyi de ihmal etme.
De ki tanrıya; 'Bu halka acı, merhametini esirgeme,
tez zamanda yanına al sana yalakalık yapan sahtekârları,
ister cennetine, ister cehennemine, fark etmez, yeter ki
Azrail hazretleri görevini layıkıyla ifa edip nokta atışı yapsın. Konuma ihtiyaç olursa fakir milletin yüreğinde,
göklerden gelecek mesajı bekliyor.'
Yaşa be Cui Dede, inan ki halkımızın hislerine tercüman oldun.
İlk fırsatta yanına tekrar geleceğim, aman ha; mezarına
mukayyet ol, rezil bir müteahhitin kazmasına kurban
gitmesin.
Nurlar içinde yat dedeciğim, ruhun şad olsun.
Macit CÜNÜNOĞLU
25 Kasım 2025
16 Ekim 2025
GÖZÜM MEMLEKETTE!
Yine bir akşamın içindeyim.
Yalnız bu kez gözlerim açık.
Geçen hafta başı katarak ameliyatı geçirdim.
Tabii devlet hastanesinde.
Her zamanki gibi şansım yaver gitti…
Operasyonu yapan bölüm başkanı doçent.
Yer: Göztepe Şehir Hastanesi.
Hizmet kusursuz, yüzde doksan kayıplı “sol” gözüm
tekrar eski yeteneğine kavuştu.
Fakat her şey iyi hoş da dünyaya “sol” gözle bakmak
epeyce sıkıntılı, daha doğrusu ızdıraplı.
Şöyle ki toplumsal çelişkileri, hukuksal çürümeyi,
vicdanlardaki nasırlaşmayı tekrar daha net
görmeye başlıyorsunuz.
Ne acı!
Oysa ki uzun zamandır kitap okuyamıyor, televizyon izleyemiyordum.
Diyeceksiniz ki; “sağ göz ne güne duruyor?”
Haklısınız, o gözle de hayata bakmayı denedim.
Anında karşıma palavracı asrın lideri ile şürekası çıktı.
Meydan onların, meclis onların, hukuk adalet kanun onlar…
Hoş geldin Silivri yolları, herkese yetecek kadar
mekân var…
Yeter ki muhalefetin gülleri çoğalsın…
Onlar zindanlarda soldurmasını biliyor.
Ama ben tüm günlük siyasi gelişmeleri bir yana
bırakarak memleketim Amasya’ya rotayı çevirdim.
Öncelikle ilk kez organize edilen “Kitap Fuarı”na
fevkalâde sevindim.
Bugün de “Sinema Günleri” başladı…
O da ayrı bir heyecan, mutluluk.
Daha ne olsun.
Genç başkanımız Turgay Sevindi koltuğuna
ısınmaya başladı.
İyi işlere de imza atıyor..
Bir de benim gibi memleket sevdalılarının sesine kulak verirse ismi tarihe geçer.
Önerim çok basit; kent içinde asfalt yolları
parke taşıyla döşesin…
Döşesin ki kentin haysiyetli yolları olsun.
Önerimi küçümseme Turgay usta, Batı kentlerinin
yolları böyle.
Bir de Amasya Musiki Cemiyeti’ne tekrar omuz ver, hayat ver.
İnan ki kaynak bol, belki senin yaşın yetmez ama Amasya gerçek anlamda Giriftzen Asım beyin izinden
yürüyen ahaliye sahiptir…
En azından azımsanmayacak çoğunluğu.
Her neyse, gözüm açıldı artık.
Bu akşamlık bu kadar.
Bir dahaki sefere Amasya hayâllerimle buluşmak
umuduyla sayfa dostlarıma iyi akşamlar dilerim.
Saygıyla, sevgiyle.
Macit CÜNÜNOĞLU
08 Ekim 2025
MERHABA
AŞK ARIYORUM
İstanbul'a kavuşmanın keyfini yaşıyorum. Tabii aklıma ilk gelen ''aşk''. Haklı olarak diyeceksiniz ki bu yaşta '...
-
Üç Silahşör ve bir Melek Çok uzaklardan Evrim'in sesi geliyor. Uğur ile Mehmet Ali'nin kızı. Kanada'da yaşıyor. Ve kanlı 12 ...
-
Şeref Gülsün Büyük sanatçılar vardır, çevreleri dışında tanınmazlar. Emekçilerdir, vitrin malzemesi olmazlar. N...
-
Mehmet Ali'yi de yitirdik. Yiğit dostum benim. Önce Yüksel, şimdi de O. İnşaat Yüksek Teknikeri ve sendikacıydı. Fakat ömrünü işçi s...
