bir şair vardı, öğretmen

27 Aralık 2024

AMASYA ÜZERİNE



Yirminci yüzyıl on dokuzuncu yüzyılın değerlerini nasıl tükettiyse, iktidarlar ile yerel yönetimler de siyasetin üstün çabaları(!) ve rantın vahşi cazibesi uğruna Amasya’nın tarihsel dokusunu yerle bir etti.
Gerekçeleri çok basitti: Hızlı göçler sonucu artan nüfus artışı, dolayısıyla da imara açılan kadim mahalleler.
Ve ortaya çıkan çirkin manzara.

Tabii bu saatten sonra yazıp çizmenin, eleştirmenin kimseye bir faydası olmayacak, ayrıca geriye dönüşün de mümkün olmadığını bilerek yine de duygu ve düşüncelerimi tarihe not düşmek adına yazıyorum.

Şöyle ki başta doğup büyüdüğüm mahallem Gümüşlü olmak üzere Yakutiye, Mahmet Paşa ile Prinççi yok artık.
Yalnızca geçmişin ruhunu taşıyan Hatuniye ile bir kuple Sofular nostaljik değerini koruyan lokasyonlar olarak varlığını sürdürüyor.
Kafi mi?
Ne yapacaksınız: İçimiz yana yana “Yetmez ama EVET” deyip zaman tünelinde ilerliyoruz.
Yine de elde kalan bakiye fena değil.
Beş on cami ile türbeler, medreseler, mahalleler derken 8500 yıllık müstesna şehir hâlâ mücevher özelliğini koruyor.
Yani Yeşilırmak vadisi yine bölgenin çekim merkezi,
kalesiyle, kaya mezarlarıyla Amasya turizmin göz bebeği illerin başında geliyor.
Lâkin vizyoner bakış açısına ihtiyaç var.
Kentin asırlık parkını işgal edip Hilton’a peşkeş çekmek akıl kârı işler değil.
Ayrıca kente bir fayda da sağlamaz.
Çünkü çağımızın turizm anlayışına göre tarih yeşille  buluştuğu zaman bir anlam taşıyor.
Bir de şehrin tam orta yerine (Selağzı) TELEKOM binası
dikmek marifet değil, olsa olsa görgüsüzlüktür.
Tabii tüm bu ve buna benzer mimari dokuda estetik kaygılar aramak kösenin sakalının çıkmasını beklemektir.
Çünkü çevrecilerin, mimarların sözünün geçtiği Kent Konseyi yok.
Gelecek sadece rantçı düşüncenin arzuları doğrultusunda plânlanıyor.
Bu da güzelim kentin yaşam alanlarını daralttığı gibi,
gelecek nesillere miras olarak betonla donanmış koskoca bir köy bırakılmasının yolunu açacaktır.

Evet, gerçek kentlilerin, Amasyalılık ruhunu içselleştirmiş dostlarımızın durumdan ne kadar üzüntü aldıklarını hissedebiliyorum.
Ancak sesleri pek çıkmıyor, çıksa da duyulmuyor.
Daha doğrusu rantçı müteahhitlerin, bezirgan siyasetçilerin gölgesinde kalıyor.
Ve ülkemiz gibi “Büyüklere masallar” teranesiyle ömrümüz geçip gidiyor.
Son söz olarak da genç başkan Turgay beye sesleneceğim.
Çorba dağıtmakla bir yere varamazsın sayın başkan.
Eğer kalıcı olarak hizmet etmek istiyorsan İstasyon’dan Hacılar Meydanı’ından Ayvasıl’a Tatarlar’a kadar tramvay yolunu döşe, bak o zaman itibara…
Adınız anında efsane Başkan’a çıkıp “Asfalt Naci”yi de sollarsınız ve  Tramvay Sevindik diye anılıp tarihe geçersiniz.
Okey mi genç arkadaşım, lütfen önerimi kulak arkası etme.
Seni seviyoruz, kalbi muhabbetle de gözlerinden öperim.

Macit CÜNÜNOĞLU

18 Aralık 2024

DOSTLUK ve TATİ



Uzun zamandır seyahate çıkamadım.
Zaten asgari ücret seviyesindeki emekli maaşım da
gezmeme imkân vermiyordu.
Kader utansın diyelim yolculuğa başlayalım.
Değerli ve kadim dostum Bahattin Baha Tekman’dan
davet aldım…
Tabii balıklama atladım, ver elini Antalya.
Atmış yıllık dostum aslen Turhallı, Tokat Öğretmen Okulu’nda
başlayan kardeşliğimiz uzun yıllardır devam ediyor..
Öğretmen emeklisi hocam Antalya’ya yetmişli yıllarda
yerleşmişti ve onca sürgüne rağmen bu kenti terk etmedi.
Başarılı işletmecilik de yapıp hayata üst seviyede tutundu.
Eh, hâl vakit iyi olunca beş yıldızlı konfora eşit ağırlanma
fırsatı bulduk.
Sağ olsunlar, var olsunlar; karı koca bizi dört dörtlük
misafir ettiler.

Şimdi gelelim dostluğun kıymetine:
Dost, uzakta olsa bile yakınımızda hissedebildiğimiz,
en soğuk günde dahi ruhumuza verdiği sıcaklıkla ısınabildiğimizdir.
Karanlıklarımızı, kara bulutlarımızı dağıtan, benliğimizi aydınlatan dostumuzun değerini bilmeli, gerçeğini sahtesinden ayırabilmeliyiz.

Dost, yanında yüksek sesle düşünebildiğimizdir. (Emerson)
Ondan ayrılınca üzülürüz; çünkü “ayrılık gerçek dostlar için mihenk taşıdır
(La Cordaire).
Dostuna özveri göster, bencillik etme.
“Bencillik dostluğun zehiridir ( Balzac).
Kendimize verdiğimiz en güzel hediye olan dostluk (Stevenson) güvensizliğin başladığı yerde biter (Epikür).
Gerçek dostluk karşılıklı güvenle sağlamlaşır.
Bakma sen “güvenme dostuna, saman doldurur postuna” diyenlere.
Sahte dostlar için söylenmiştir bu söz.

Evet, Antalya ülkemizin müstesna kentlerinden biri.
2004-2009 yılları arası beş yıl yaşamıştım.
Dört ayı aşırı sıcak geçen süreyi hesaba katmazsanız
cennetten bir köşe.
Tabii nüfus üç milyona dayanmış, göç alan illerin başında geliyor.
Lakin âdeta Ukraynalı ve Rusların işgaline uğramış gibi
görünüyor.
Çarşı pazarda fiyatlar artmış, konut kiraları İstanbul ile
yarışır hale gelmiş.
Bu arada satın almak için gözüme bir ev kestirdim, (şaka şaka)…
Müteahhit firma ile görüştüm, 130 metre kare daireye
1 milyon 800 bin Euro fiyat çekti.
Gerisini siz düşünün.
Yine de deniziyle, tarihi dokusuyla yaşanılası bir yer.
Fakat dikkatimi çeken en önemli husus çarpık yapılaşma.
Parti ayırımı yapmaksızın tüm belediye başkanları
şehri yüksek katlı binalarla betona teslim etmişler.
Örneğin Antalya’nın gözbebeği, vitrini Karaoğlan parkı
bakımsızlıktan, ilgisizlikten çöplüğe dönüşmüş;
gezi yolları kırık dökük parkelerle çirkinlik manzarası sergiliyor.
Çok merak ediyorum, iki dönem üst üste seçilen
Böcek efendi çevreciler tarafından hiç uyarılmıyor mu?

Neyse, on günlük tatilin sonucun da anavatan İstanbul’a
döndük, elbette Tekman ailesinin misafirperverliğini
yad ederek…
İyi ki varlar.

Macit CÜNÜNOĞLU

27 Ekim 2024

MEMLEKET HİKÂYELERİ



Bugün Pazar, Ekim’in sonu gelmesine rağmen
hava güneşli.
Penceremden sararan yaprakların dökülüşünü izliyorum.
Dışarıda âdeta renk cümbüşü, çamlar yemyeşil,
sarmaşıklar kızılın tonları, yine de sarının egemen olduğu
pastoral manzara.
Mevsimsel olsa gerek, hazan ayları derin düşünceleri de
beraberinde getiriyor.
Bilgisayarımda davudi sesiyle Orson Welles amca sesleniyor:
I know what it is to be young
” ve devam ediyor:

“Ben genç olmak ne demek biliyorum

Ama sen, sen bilmiyorsun ne demektir yaşlı olmak
Bir gün, senin de ağzından dökülecek bunlar
Zaman uçar da gider, ve hikaye anlatılır…”

Üç çeyrek asırlık ömrümle geçmişe uzanıyorum.
Çocukluk, gençlik yıllarıma sık sık yolculuk yapıyorum.
Yaşadığım sahneler aklıma geldikçe kâh heyecanlanıyorum,
kâh hüzünleniyorum.
Ama müthiş bir duygu birikimi içinde olduğumu hissediyorum.
Evet, onca eksikliğine rağmen sıkça doğduğum
toprakları özlüyorum.
Öncelikle mahallemi, sokağımı.
Oysa geriye sadece camimiz ve mütevazı şadırvanı kalmış.
Varsın olsun, yine de Yeşilırmak akıyor, kale yerinde.
İçerişehir geçmişin ruhunu günümüze taşıyor.
Sofular da O’na eşlik ediyor.

Gidenlere rahmet okuyup kalan sağları bağrıma basıyorum.
Dalından misket koparamasam da yarım kilo alıp
İmaret’in bahçesine oturuyorum.
Belki tanıdık üç beş dost bulurum diye.
Heyhat, sorduklarımın ezici çoğunluğu göçler sonucu
merkeze yerleşmiş vatandaşlar.
Hiç birisi kütüphanenin sıralarında oturup “Bin bir gece masallarını”  okumamışlar, hatta Şehrazat’ın adını dahi duymamışlar.
Hele hele de İbrahim hafızın dillere destan tokatını yiyen de yok!

Hâlbuki Amasyalı olmanın kriterleri var.
Öncelikle ırmakta yüzmeyi öğreneceksiniz,
tabii balık tutmayı da.
Sonra dağları keşfedeceksiniz, mümkünse Cilanbolu’ya inip
dibindeki kuyudan kana kana su içeceksiniz.
Ziyere, Yenice evinizin bahçesi, havuzları en keyifli
eğlence merkeziniz olacak.
Atıf’ın meyhanesinde bir- iki maşrapa şarap içmişliğiniz hatıralarınız arasında yer alacak.
Hazır fayton durağına gelmişken Tımarhane’nin avlusuna
kurulan ipek böceği pazarından beş-on tane koza çalacaksınız ki,
dut yapraklarıyla evde üretime geçip evrim teorisine gözlemleyerek şahit olacaksınız.
Bu arada çocuklarınıza, torunlarınıza bırakmak için
can arkadaşlarınızla Çakallar’da fotoğraf çektireceksiniz.
Fonda eşsiz Yeşilırmak vadisi, camilerin minareleri muhakkak gözükecek.
Pirlerde semaver eşliğinde bakla dolması, Ahmet-Hakkı ustaların çöreği afiyetle yenilecek.
Ve daha yüzlerce anı ve enstantane.
Her biri kıymetli her biri hafızamda taze.
Benimkisi hayâllerimle geçmişe yolculuk…
Kulağımda Orson Welles’in sesi…
Dizimin dibinde iki evlat, dört torun…
Yüreğim kabarıyor, gözlerim nemli…
Sessizce mırıldanıyorum:

I know what it is to be young
Ve yaşanmış hikâyelerim arasında kayboluyorum.

Macit CÜNÜNOĞLU




13 Eylül 2024

NARİNCE


Aç kapıyı cennet
Ben geldim.

Ayakkabılarım da elimde.
Artık sonsuza kadar birlikteyiz.
İstop, sek sek oynar mıyız?
Ne de olsa sekiz yaşındayım.
Artık Ayşelerin değil, meleklerin yoldaşıyım.
Kursta da öyle söylediler.
“Allah’tan kork, müminden korkma” dediler.
Oysa hiç de öyle değilmiş.
Canavar ruhlu bir insan çöktü tepeme.
Hem de evimizin bahçesinde.
Önce boğdu, sonra çuvala koydu…
Ve cansız bedenimi dereye attı.
Bitti artık her şey, umutlarım hayallerim sökülüp alındı…
Yaşım henüz sekiz…
İnanmayacaksınız ama tabutuma gelinlik de serpiştiler.
Halbuki aklım okulumdaydı, arkadaşlarımdaydı…
İp atlayacaktık onlarla…
Ama ipi boğazıma doladılar ve sıktılar…
Ta ki son nefesimi verene kadar.
Nasıl bir dünyada yaşamışım, hâlâ anlamış değilim.
Ne doya doya saklambaç oynayabildim,
Ne de şeker yiyebildim.
Büyüklerin dünyasında kaybolup gittim.
Daha doğrusu saklandım…
1, 2, 3, 4, …..10…
Sağım solum sobe, saklanmayan ebe!
Ayakkabılarım elimde sekiz yaşındayım.
N’olur kimselere saklandığım yeri söylemeyin.
Oldu mu abilerim, ablalarım, teyzelerim, amcalarım?
Şimdi cennetin kapısındayım.

Macit CÜNÜNOĞLU

06 Eylül 2024

KIRIK VAZOLAR



Benim çocukluğumda Amasya’da çiçekçi yoktu.
Belki evlerde vazo da bulunmuyordu.
Ancak kentin eski dokusunu hatırlayınca çoğu
evin büyük veya küçük bahçesi vardı.
Güller, yaseminler, gülbaharlar dikildiğini biliyorum.
Hatta çok zevkli süs havuzları da vardı.
Nihayetinde Amasya köy veya kasaba değildi.
Osmanlının önemsediği birkaç yerleşim merkezinden biriydi.
Ayrıca önemli sayıda şehzadenin buraya gönderilmesi de tesadüf değildi.
Mesela en önemli padişahların başında gelen Fatih’in şehzadelik döneminde
kentte valilik yapması dikkat çekiciydi.
Ayrıca Yavuz’un burada doğması da tarihin cilvelerinden biriydi.
Ki Alevi toplumuna uyguladığı soykırımla kan kusturmuştu!

Neyse, bu mevzular tarihin konusu.
Ben de tarihçi olmadığıma göre yaşadığım devirlerin
dışına çıkmamalıyım.
Yoksa baltayı taşa vururum ki, işte o zaman ayıkla
pirincin taşını!
Dost var düşman var, hepsinden önemlisi de molla valimiz var.
Uluorta söylediklerim kulağına giderse, al başına belayı…
Valla bu gibileri iyi tanırım, kendisi gibi düşünmeyen
birisine kafayı taktı mı dünyayı zindan eder.
Tecrübeyle sabittir, hatta bir adım ileri gideyim,
kente girişimi bile yasaklayabilir.
Çünkü elinde güçlü argümanlar var.
Başta şehrin manevi atmosferini bozacağımı ileri sürebilir(!)…
Ki haklı da çıkar.
Şöyle ki hükümet konağının tam önünde, ayaklarımı
uzatmışım ırmağa, elimde şarap şişesi, yanında tuzlu leblebi…
Of ulan offf!
Keyfe bak, tabii bütün bunlar idam fermanımın  delili…
Öyleyse tekbir eşliğinde vurun zındığa, katli vaciptir!
Gördünüz mü trajik senaryoyu?

Siz istediğiniz kadar inanmayın, Ali Kaya’nın işyerinin
başına gelenler de bu sebepten.
Baksanıza Giresun valisine; bizim valiyle beyinsel akraba….
Ferman buyurmuş ki, “açık havada alkol içmek yassak!”
Buyrun burdan yakın, ayrıca karar piknikçileri de kapsıyor.
Ölür müsün öldürür müsün, yoksa ülkeyi terk edip
Sedat Peker gibi Birleşik Arap Emirlikleri’ne mi iltica edersin…
Anlıyorum ki adamlar laiklik maddesini Anayasa’dan
kaldırmaya kararlılar, akabinde seküler hayatın şeriat
hükümleri gereğince yeniden dizaynı geliyor…
Vay yavrum vay, ne günlere kaldık?
Cevabı dilimin ucuna geliyor da yazıp yazmamakta
tereddüt ediyorum…
Neyse canım, atın ölümü arpadan olsun.
Medeni cesaretim, mangal gibi yüreğim var…
Ayrıca kim korkar Yalova kaymakamından..?..
Öyleyse yazayım: Bu rejimin adı Ortaçağ karanlığı,
derebeylik düzenidir.

O nedenledir ki eski Amasya’yı, Selim Salim amcaları,
Çağlayan’ı, Kristal’i, Cahit abinin Çiçek lokantasını
özlüyorum çiçek bahçelerini özlediğim kadar…
Ancak her geldiğimde diri diri gömülmek pahasına
Mahzen’e çöküyorum…
Hayalimde Şehir Kulübü’nün balkonu, Ali Kaya’nın terası…
Ama ellerimde güller, koyacak vazo arıyorum…
Yüreğimle beraber sulayacağım renkli vazolar…
Ancak hepsi çoktan kırılmış, yaralı gönüllerimiz gibi…
Haksız mıyım değerli dostlar?

Macit CÜNÜNOĞLU

03 Eylül 2024

EYLÜL’DE GEL


Amasya beni çağırıyor.
Geçen gün mesaj atmış:
“Ağustos sıcakları geçti, Eylül’de gel.”
Gel de bu samimi davete icabet etme.
Aslında memleketime en son ziyaretimi 2017 yılının haziran ayında yapmıştım.
Şaka maka değil, yedi yıl geçmiş.
Dayı oğlum Celal’le (Sonuşen) dolu dolu beş gün geçirmiştik.
Hiç unutamayacağım, lezzetli bir tatildi.
Ama can kardeşim Celal yok artık.
Sonsuzluğa göçeli altı yıl oldu.
Melekler yoldaşı olsun,
O’nsuz Amasya çekilir mi?
Yine de kolayca vazgeçilecek memleket değil.
Onca tahribata, molla Vali’ye rağmen mihrap yerinde.
En azından Yeşilırmak boyları, dağlar var.
Çevresi çok değişse de Selağzı yerli yerinde.
Hele Kocacık çarşısı, Amasya’nın Beyoğlu’su.
İki tur atmak ömre bedel.
Tabii gözler İlhamiler’i, Ortanca Şadi’yi, saatçı Sırrı’yı,
Özdemir kardeşleri, Çulteks Ekrem’i, Yakubunni’yi,
boyacı Şerif’i, Sokullular’ı, kuyumcu Dikran’ı arasa da
biliyorum ki hepsi başka dünyadalar…
Ve hatıralarımın en kıymetli yerindeler.
Zaten Amasya’yı anılarla gezmek güzel.
Çünkü bugünkü hali bana hitap etmiyor.
Kulüp yok, Park yok, Lise yok…
Neyleyim Hilton’u, Elma oteli, Yamaç Bistro’yu…
Ali Kaya da sizlere ömür…
Geriye de bir Ebemü kalıyor.
Canım benim, Hüseyin Aylak da genç yaşta aramızdan ayrıldı,
Ebemülüydü, iyi bir fotoğraf ustasıydı…
Gölbaşı tesislerinde O’nunla buluşmak isterdim…
Heyhat, çoğu dostum gibi O da toprakla buluştu.
Ya Alpaslan (Samur), Ortaokul’dan sınıf arkadaşım.
Amasya’nın âdeta yaşayan hafızasıydı.
Kentlisinden köylüsüne kadar herkesi tanır, soyağacını bilirdi.
Ama talihsiz kaderi yakasını bir türlü bırakmadı.
Nihayetinde de geride kalan onca acılarla
Tekir Dede’ye taşındı.
Toprak incitmesin değerli dostumu.
Fakat kentte hâlâ ayakta kalmayı beceren efsaneler de var.
Örneğin Nurettin Naci Karademir, nam-ı diğer “Minik kuş”.
Gün geçmiyor ki sesi bir yerlerden duyulmasın.
En son doğduğum mahallenin (Gümüşlü) sokaklarındaydı.
Esnaf dinleyici kitlesi, karaöke eşliğinde “Günaydın programı”
yapıyor.
Tabii televizyon kameraları kayıtta, akşama da ekranlarda.
Alın size sazlı sözlü turizm elçisi.
Vallahi her kente nasip olmaz, 68 yaşındaki hemşerimizin
kıymetini bilmek lâzım…
Derken Amasya seyahat programımı bir an önce hayata geçirmeyelim.
Çünkü el ayak tutuyor, henüz baston desteğine de ihtiyacım yok.
Emekli bütçemi de denkleştirdim mi ver elini Amasya.
Başta yazmıştım, mesajda ne diyordu Amasya:
“Eylül’de gel.”
Söz, sarı yapraklar düşmeden sendeyim.
Bekle beni, masayı kur ırmak kenarına, nevale olarak kavun beyaz peynir yeter.
Büyük kuzu benden…
Of ulan offf!
Şimdiden ağzım sulandı, öyleyse katılalım dostlar kervanına.
Hep birlikte kadehler havaya, güzeller güzeli Amasya’nın şerefine!
Macit CÜNÜNOĞLU

02 Eylül 2024

.

 AKŞAMIN İÇİNDEN


Hafta yeni başladı
Daha merhaba demeden akşam oldu.
Demek ki zamanı durdurmanın imkânı yok
Aç kapa gözünü, 24 saat geride kaldı.

Oysa güne ne hayâllerle başlamıştım
Sabah yürüyüş yapıp, Özgürlük parkında
çiçek toplayacaktım.
Öğleden sonra da sevgilime mektup yazacaktım.
Sakın şaşırmayın, ben eski adamım…
Bazı konularda muhafazakâr sayılırım.

Kapıdan sağ ayağımla çıkar, yerde ekmek bulsam
öpüp başıma koyarım.
Büyüklerimin karşısında ayak ayak üstüne atmam,
asla “sizsiz” konuşmam.
Ve daha neler neler
Tuhaf hasletler işte.
Belki de geçmişle kurduğum güçlü bağlar.
Ama bana ait tüm bu alışkanlıklarımı
torunlarıma öğretmem…
Bakarsınız tersini yaparlar, o vakit kahrolurum.

Yine de eski olmak kıymetlidir.
Antika sınıfına dahil olmak anlamında değil canım…
Bu yaşta ne işim var Bit pazarında…
Üzerime nur yağmasını da istemem…
Ama kıdemli gönül dünyamın arzularına da hayır diyemem.

Günde bir paket sigara ile bir 35’lik ölçümdür.
Ne eksik ne fazla, ifrazata kaçmam.
Yani masaya oturduğu gibi kalkmasını bilenlerdenim.
Fakat o ortamın muhabbeti yok mu…
İşte onun  hastasıyım.
Üstelik memleket kurtarmayı bırakalı
asırlar geçmesine rağmen.
Varsın olsun, sevdalı bir çift göz uğruna
can veririm.
Bilmem anlatabildim mi?
İşte ben buyum, bir kuple aşk, bir kuple mazot…
Dağlara tırmanırım gelincik toplamak için…
Kitaplarımın arasında kurutup sevgilime göndermek için…
Tabii solgun bir fotoğraf eşliğinde.


Macit CÜNÜNOĞLU

HAZİN OLİMPİYAT


Paralimpik Oyunlar, engelli sporcuların katıldığı çok sporlu etkinliktir.
Orijinalindeki "paralympic" kelimesi; İngilizce, engelli anlamına gelen "paralyzed" ve "olympic" kelimelerinin birleşmesinden meydana gelir.
Yaz ve Kış Paralimpik Oyunları o dönemki Olimpiyatların hemen ardından yapılır.
Tüm Paralimpik Oyunları Uluslararası Paralimpik Komitesi tarafından yönetilir.
Söz konusu oyunlar geçtiğimiz hafta çarşamba günü Paris’te başladı.
Fransızlar bir kez daha uluslararası şölen sundu.
Gösteriler yine stadyumların dışındaydı…
Paris’le bütünleşen sanatsal faaliyetler izleyicileri âdeta büyüledi.
Tabii sporsever biri olarak televizyonumun başındaydım.
Keyifle karışık hüzünlü sahneler yaşadım.
Daha doğrusu gözyaşlarım hiç durmadı.
Onlarca ülkenin resmi geçit yaptığı caddelerde, meydanlarda
eksik uzuvlarıyla gülümseyen gençleri gördükçe elimde değil
çok duygulandım…
Başladım şükretmeye; ve dedim ki, “ey hayat, insanlığı savaşlardan koru,
ve lütfen silah üreticisi ülkelere gün yüzü gösterme.”
Yoksa bu hâl hâl değil, gidişat hiç de iyi değil.
Baksanıza Rusya Ukrayna savaşına, başlayalı üç yıldı,
sona erecek gibi de gözükmüyor.
Toplam kaç kişi öldü, kaç kişi yaralanıp sakat kaldı,
istatistiklere bile girmiyor.
Ayrıca hemen yanı başımızda süren İsrail – Filistin çatışmaları…
Ne zaman ateş kes sağlanacak, doğrusu ya merak ediyorum.
Ama füze saldırılarından da kimse vazgeçmiyor…
Ve insanlık Hollywood filmi izlercesine seyrediyor.
Çok trajik ama kanla tarih yazılıyor.
Çok yakın bir tarihte Kadıköy’de bulunan
Caferağa Kapalı Spor Salonu’nu uğradım.
Baktım engelli (tekerlekli) basketbolcuların maçı var.
Hemen hepsinin bir veya iki bacağı yok.
Fevkalâde gelişkin vücutlarıyla mücadele ediyorlar.
Merakımdan sordum soruşturdum, pek çoğu savaş gazisiymiş.
Ve dünyanın en kalleş silahı mayın kurbanı olmuşlar.
Gel de dayan, gönül rahatlığıyla sportif müsabakayı izle.
Nerde bende o yürek, gözlerim nemli salonu terk ettim.
Dolayısıyla Paralimpik oyunların açılış törenini izledim ama
gerisini getiremedim.
Çünkü kalp çarpıntısın yanı sıra tansiyon problemi yaşadım.
Ve binlerce engelli sporcuyu gördükçe insanlığımdan utandım…
Ve bir soru takıldı aklıma:
“Bu gençler hangi sebepten sakat kalmışlardı?”
Cevabını bilen var mı?
Benim kuşağım Vietnam savaşına başından sonuna şahit oldu.
Bu sürede ABD’li Johnson, Nixon, Vietnamlı Ho Şi Minh’i tanıdık…
Ve Ho amca anılarında savaş yıllarını ve sonuçlarını anlatıyordu:
"Tüfeği olanlar tüfekleri, kılıçları olanlar kılıçları, kılıçları olmayanlar küçük çapa ya da sopalarıyla savaştı. Her mezra ve cadde birer kale, her insan bir savaşçı, her parti hücresi bir kurmay heyeti gibiydi. Zafer, çok büyük bedellerle, 13 milyon şehit, binlerce kayıp, yüzbinlerce yaralı ve sakatla (83 bin sakat, 8 bin felç, 30 bin kör,10 bin sağır) kazanıldı."
Yüzyıllar öncesinden değil; elli, atmış yıl öncesinden söz ediyorum.
Ne hazin tablo değil mi?
Ama insanlık bu trajedileri hiç yaşamamış gibi yepyeni savaşlarla
kaldığı yerden devam ediyor…
Ve ne hazindir ki ülke yöneticilerim de şahin politikalarını iç siyasette
pazarlamaya çalışıyor ve aradığı desteği de maalesef buluyor.
Ve bu desteği de CHP çoğu zaman veriyor.
Öyleyse son söz olarak ne diyelim:
“Engelliler başımızın tacı, ancak beyinsel engelli savaş çığırtkanlarından
tüm ülkeleri koru tanrım, amen!”
Macit CÜNÜNOĞLU
Beğen
Yorum Yap
Kopyala

01 Eylül 2024

GÖNÜL PENCEREMDEN

 



Yeni bir hafta, yeni umutlar.
Sonbaharla Amasya tekrar buluşmuştur.
Irmak boyunca sıralanmış yaşlı çınarların yaprakları
yeşilden sarıya doğru koşmaya başlamış mıdır?
Ne dersiniz?
Geçenlerde Gülhane parkındaydım…
Tam da Nazım’ın yaslandığı ceviz ağacının dibindeyim.
Az ötede Sarayburnu, İstanbul’a ilk geldiğim 68 yılında
masmavi sularında kulaç attığım Boğaz yine davetkâr,
ama yorgun ve yaşlı bedenim sadece el sallamakla yetiniyor.
Evet, zaman su gibi akıp gidiyor.
Ancak ne İstanbul aşkım ne de Amasya hasretim bitiyor.
Yani yardan da serden de vazgeçemiyorum.

Oysa çağımızda mesafeler kısaldı.
Havayolu ile memleketim bir saatlik mesafede.
Gel gör ki “beni bırakma” diye İstanbul paçamdan asılıyor.
Hayret bi şey!
Yarım yüzyıldan fazla bu kentteyim…
Toyluk dönemimde ufaktan ufaktan flört etmeye başladık…
Sevdamız giderek derinleşmeye başladı…
Ve nihayetinde de 75 yaşıma geldim...
Meğersem farkında olmadan Ferhat ile Şirin’e dönüşmüşüz.
Şimdi de büyük aşkımız tekrar depreşmez mi?
Artık biz ayrılamayız şarkısını terennüm ederek daha fazla
iştahla sarılıyoruz birbirimize.
Ayrıca aşkın yaşı olur mu?
Binlerce yıllık şirin İstanbul’um benim gibi çıtır
delikanlıyı(!) bulmuş,
bu saatten sonra da bırakmak ister mi?

Fakat ya çocukluğum, ya gençliğim n’olacak?
O da doğduğum topraklara ait, yok mu sayacağım?
Hadi canım sende!
Hayatın gerçekleri var, aşk da bir yere kadar.
Ayrıca Amasya gönlümde yüzde 75’lik yer tutar.
Geriye kalanı da Dersaadet’e teslim edilmiştir.
Hâl böyle olunca memleket hasreti içimde alev alev.
Ancak varsam Yeşilırmak vadisine, sığınsam dağlar arasına.
Ne sokaklarım ne mahallem kalmış orta yerde.
Emrullah ustayla özdeşleşmiş parkım bile yok artık yerinde.
Geriye de hatırlarla dolu koskoca mazi kalmış, bir de
gençlik aşkları…
Sararmış mektup yaprakları gibi gönüller sonbahar…
Yine de bilincim direniyor, bedenim ayak uydurmasa da…
Kale’ye tırmanmak istiyorum.
Ve avazım yettiği kadar haykırmak istiyorum:
“Ey Amasya, terk ettiğim Amasya nerdesin?
Biliyorum 8500 yıllık tarihin var, fakat saygın bir kent iken
dönmüşsün köye. İki duble içecek dost da kalmamış,
hele sanat konuşacak hemşeriyi mumla ara ki bulasın.
Kusura bakma ama bu gidişle seni uzaktan sevmeye
devam edeceğim.”

Ayrıca senin olsun Hilton otelin, bana Şehir Kulübü’nün balkonu
yeter diyeceğim de, O da sizleri ömür.
Adamların kurutmadıkları yer kalmadı, 44 yıldır gelen giden
vuruyor canım memleketime…
Âdeta Vandal soyundan gelmeler, ne tarihe saygıları var,
ne de insanlığa.
Derebeyi gibi ülkeyi, kentleri yönetiyorlar…
En son temsilcilerinden biri de Amasya’da, son kaleleri
yıkmak için elinden geleni ardına koymuyor.
Buldular kuzu gibi bir ahali, tepesine tepesine vuruyor!
Diyeceksiniz ki, “Belediye başkanı nerde?”
O mevzu da ayrı bir mesele, ayrı bir yazı konusu.
Söz, yeri ve zamanı geldi mi O’na da döşeniriz bir bir,
tumturaklı kallavi türünden.
Şimdilik dokunmuyorsak balayı sürecinde, daha bir yılını doldurmadı…
Yağmur dualarından arta kalan zamanında nasıl olsa kucağımıza düşer.
İşte o zaman gereği yapılır…
Di mi ama değerli canlar!

Macit CÜNÜNOĞLU

.

 YAŞAMAK


Marifet yaşamakta
Keramet ne tohumda
Ne toprakta
Ne başakta
Sol memenin altındaki cevahir var ya
mühim olan onu karartmamak
İşte o zaman bambaşka bir dünya serilir
gözlerinin önüne
Yürü git dostum korkusuzca
Nasıl olsa hayat seni sarıp sarmalar.

Macit CÜNÜNOĞLU

28 Ağustos 2024

TATİL MACERALARI



Vali deyip geçmeyin, vizyoner olanı kenti uçurur,
siyasetin misyoneri olan da kenti batırmakla kalmaz,
dünyaya rezil eder.
Öyle ki kimi şort düşmanlığı yapar, kimi de alkole
savaş açar.
Daha doğrusu seküler hayata, vatandaşın yaşam tarzına
karışmayı şiar edinmişlerdir.
Tabii bu davranışları iktidar tarafından desteklenir,
ve de ödüllendirilir.
Hâl böyle olunca bilhassa küçük kentlerin kaderi
valilik makamının alacağı kararlara endekslidir.
Çağdaşı ili turizm destinasyonlarının gözdesi yapar,
takunyalısı da kervan geçmez, yolcu uğramaz
Arap çöllerine dönüştürür.

Bu arada yeri gelmişken bir hatıramı da sizlerle
paylaşmak isterim.
Yıl: 1990…
İstanbul’dan komşularım ve dostlarım olan bir aileyi
Amasya gezimize davet ettik.
Üç kardeş ve O’nlar dört araba düştük yollara.
Türban otelden rezervasyonumuzu önceden yaptırmıştım.
Aylardan Nisan, lakin Ramazan, bir hafta kalacağız ve
Bayram’ı kutlayıp dönüşe geçeceğiz.
Buraya kadar her şey yolunda...
Herhangi bir terslik yok.
Biz mutlu, misafirlerimiz bizden de mutlu.
Çünkü doğma büyüme İstanbullular ve Anadolu’ya ilk
kez açılıyorlar.
Tabii Erzurum Palandöken’e kayağa gitmişlikleri de var
ama Amasya’nın büyülü atmosferi bambaşka.

Eh, ilk gün, güneş batmak üzere, başladık mı kaşınmaya…
Çiçek’ten alkol kalkalı asırlar olmuş…
Vardık Ali Kaya ustanın Yüzevler’deki işyerine…
Kafilemiz çoluk çocuk 12 kişi.
Kebaplar söylendi ve ilaveten “Bir Büyük” istendi.
O da ne?
Ramazan münasebetiyle 70’liğin masamızı şereflendirmesi yasaklanmış.
Vay be!
Büyük düş kırıklığı.
“Yapma etme Usta” dediysem de nafile…
Artık mahalle baskısı mı, Valilik kararı mı dersiniz…
Netice de karnımızı doyurup sokrana sokrana çıktık.

Vardık otelimize, ufak bir yoklama…
Müdür: “Ne demek efendim, yasak falan olur mu?
“Dükkân sizin!”…
Ohhh!
Emelimize nail olmuştuk ama fiyatlar kalın mı kalın!
Neyse, ilk gecedir deyip sineye çektik, viski eşliğinde
bir güzel demlendik.
Ancak ikinci gün ve sonrasının plânlamasını anında yapmıştım.
Rakılar temin edilip zulaya yerleştirilecek, akşam oldu mu
bir daha aynı ızdırap çekmeyecekti.
Gel gör ki memlekette içki satan yer yok.
Varsa da Ramazan nedeniyle kepenkler kapanmış.
Vay anasını deyip Tahran’da içki arar gibi başladık mı
adres sormaya.
İmdadımıza Yukutiye mahallesinin caddeye bakan yüzündeki
tekel bayii yetişti.
Baktım işyeri sahibi çocukluk arkadaşım Coşkun,
laf aramızda çok da sevmezdim, belalı bir kişilikti.
Ama o an ise gözüme Hızır Aleyhisselam gibi gözüktü…
Neyse, yetmişlik kuzulardan yeteri kadar aldık…
Ver elini Boraboy…
Nevaleler bagajlarda hazır, “ekmeği yolda alırız” dedik.
Yahu göle yaklaştık, ekmek bulamadık mı?
Boraboy’un eteğindeki köyün içinden geçiyoruz.
Son bir çare ve umut olarak âdeta yalvarırcasına
köylülerden ekmek dilendim.
Ne oldu biliyor musunuz?
Tonton ihtiyar bir dede elimden tuttu, yakınındaki evinin
bahçesine götürdü.
Kadınlar bayramlık hamur işleri yapıyorlar.
Müthiş, sacların altındaki alevler harlı mı harlı…
Fevkalâde güler yüzlü kadınlar bol miktarda yağlı, gözleme,
katmer verdiler.
Açlıktan Kenyalıya dönen çocuklar ikramı havada kapıp
yemeye başladılar.
Fakat ne kadar ısrar ettiysem bir kuruş para almadılar.
Ben de çaktırmadan evin çocuklarından birinin cebine
kağıt para sıkıştırıp köyden ayrıldık.

Ve on dakika sonra yeryüzü cenneti Boraboy’daydık…
Fakat mevsim İlkbahar, aylardan Nisan, saat beş altı civarı.
Hava sıcaklığı  ya sıfır, ya da sıfıra yakın.
Biz dahil çocukların hepsinin kıçı açık…
Baktık donuyoruz, piknik yapmaktan vazgeçip ver elini
Çakallar dedik…
Ve başladık yeni bir maceraya…
Derken kalan bölümü bir ara anlatırım, söz.

Macit CÜNÜNOĞLU
 


27 Ağustos 2024

GERÇEKLER, SESLİ DÜŞÜNCELER



Geleneği bozmayıp bir kez daha Amasya turuna çıkalım.
Vallahi kimse kızmasın ama benim için Amasya
iki köprü arasından ibaret.
Başlangıç noktam İstasyon köprü, son noktam ise Kuş köprü. İstasyon, Hızır Paşa, Şamlar ile Tatarlar da
as kadroda.
Belki yedekten Hacılar meydanı ile 55 Evler de kadroya
dahil edilebilir.
Bu mahallerin toplamı da yirmiyi geçmez.

Tabii bence, çünkü oturup ince ince hesaplamadım.
Sadece Vikipedia’yı açtım, Amasya’da 40 mahallenin
var olduğunu gördüm.
Hâl böyle olunca adını duymadığım isimler de karşıma çıktı.
Örneğin Demet Evler, Fındıklı, Koza mahalleleri gibi.
Bir de ismine hiç rastlayamadığım mahalleler var ki,
Amasya’nın kadim yerleşim yerleri…
Onlar da Yakutiye, Çilehane, Çevikçe ve Kuba…
Kent haritasından tümden silinmişler.
Olacak iş değil ama tarihe daima saygılı olduklarını ifade
eden devlet büyüklerimiz(!) demek ki böyle uygun görmüşler ve
Osmanlı yadigârı dört mahalleye kırmızı kart gösterip
kadro dışı bırakmışlar.
Eyvallah…

Yine aynı zihniyet özellikle 12 Eylül 80 darbesinden sonra
şehrin tarihi dokusuna âdeta savaş açmışlardı…
Netice de devlet destekli yerel yöneticiler bu savaştan
galip de çıkmışlardı.
Geriye de çağdışı bir manzara bırakmışlardı.
Belgesi de, Çakallar’dan Amasya’nın son halini seyretmek.

Ne diyelim, memleketin mutlak sahibi demokrasiyi sandık
sanan zevatın iktidarı altındayız.
Halkı Aş-İş mücadelesi verirken saraylar yaptıran, kendi
hizmeti için uçak filoları kuran anlayış…
Yirmi iki yıldır yoksul ve dar gelirli vatandaşın ensesinde
boza pişirmeyi marifet sayan ucube bir sistemin kurucusu
RTE’nin, nam-ı diğer REİS’in saltanatı altında yaşayan
çaresiz ülkenin yurttaşlarıyız…
Ama adımız YURTTAŞ, fakat yaşadığımız sokağın,
mahallenin yok edilişine müdahale bile edemiyoruz.
Kent baştan aşağı yıkılıyor, okulları parkları birilerine
peşkeş çekiliyor…
Bu kez de enteresandır; susma hakkımızı kullanıyoruz!
Aslında yaşam alanlarımız, seküler dünyamız tehlikede
ama ah bir fark edebilsek!
İnanın her şey çok daha güzel olacak, ağır tahribattan
kurtulan
değerlerle de yaşamasını öğreneceğiz.
Ne dersiniz, üzerinde düşünmeye değmez mi?

Macit CÜNÜNOĞLU

26 Ağustos 2024

ÇAKALLARA İNAT!



Ne güzel Amasya içi gezilere başlamıştım ki,
Ali Kaya’nın restoranı gündeme oturdu.
Şöyle ki, mülk sahibi devlet işyerinin alkol ruhsatını
yenilememekle kalmamış, tahliyesine de karar vermiş.
Tabii işin başında Amasya valisi var.
Biliyorsunuz valiler devleti, belediye başkanları
halkı temsil eder.
Daha doğrusu vali tayin yoluyla işbaşına gelir,
belediye başkanı seçimle.
Takdir edersiniz ki arada büyük fark var.
Örneğin Gezi olaylarını hatırlayın, Taksim’deki parka
el konulup AVM yapılmak istendi, sonra da Topçu Kışlası…
Halk isyan etti, ve verdiği haklı mücadeleyle de başarıya ulaşıp
parkına sahip çıktı.
Tabii yüzlerce genç yaralandı, aralarından ölenler de oldu.
Çünkü iktidardaki parti zalimdi, yasa hukuk tanımıyordu.
Polis panzerlerini de halkın üzerine sürmekte beis görmüyordu.
Neyse, kaybettiğimiz evlatlarımız nurlar içinde yatsın,
ruhları şad oldun.

Ancak bu çağda bu tür olayların yaşanmaması lâzım.
Ama oluyor işte…
Örneğin yakın zamanda Belediye parkımız gasp edilip
arsası Hilton’a tahsis edilmedi mi?
Sorarım tanrı aşkına, kaç Amasyalının sesi çıktı?
Dolayısıyla halkın eşsiz gücü örgütlü olmadığı sürece
boş çuvaldan farkı kalmaz.
Yani dik duramaz, haksızlığa hukuksuzluğa karşı direnemez.
Neyse bu da geldi geçti diyelim…
Artık beş yıldızlı otelin roofunda beş çayında buluşuruz…
Hodri meydan, ensesi kalın banka hesap cüzdanı kabarık
dostlarımızı bekleriz.

Öyleyse gelelim Ali Kaya’nın işyerine.
Rahmetli ustanın esnaf olarak yetmiş yıllık mazisi var.
Doksan dokuz yılından bu yana da Çakallar’da hizmet veriyor.
Tokat kebabıyla ünlendi, turizm destinasyonlarının da
vazgeçilmezi oldu.
Laf aramızda ucuz da değil, yani her babayiğidin sık sık
gideceği restoran hiç değil.
Hele de benim gibi rakıyla dostluğu kuvvetli birinin
bütçesine incir ağacı diker!
Varsın oldun, lâkin gitsek de gitmesek de biliriz ki
Ali Kaya Amasya’nın marka işyeridir.
Namı almış yürümüş, turizm kataloglarının sayfalarında
daima yer almıştır.

Ama takunyalı valimiz bu referanslardan fevkalâde rahatsız
olmuş ki, idam fermanını imzalamış…
Ve ilave etmiş: “Katli vaciptir…”
Oysa sayın devlet büyüğümüz felekten bir gün çalıp
Ali Kaya’da misafirim olsa…
Paraya kıyıp Beylerbeyi Göbek Rakısı’nı masaya söylesem…
Ve başlasam Amasya’nın üzüm bağlarını anlatmaya…
Ermeni hemşerilerimin şaraptaki ustalıklarını tek tek
sıralasam, sonra da üzümün anavatanı Anadolu’dan söz etsem…
Etkilenir mi değerli dostlar, ne dersiniz?

Ama zihniyet tabulardan dogmalardan besleniyorsa heyhat!
Mevlana’nın dediği gibi:
“Sen ne kadar anlatırsan anlat, anlattıkların karşındakinin
anlayabildiği kadardır.”
Son söz olarak da:
“İn Çakallar’dan Ali Kaya, Yeşilırmak boylarında
çakallara inat aç bir işyeri, namın yürüsün.”

Macit CÜNÜNOĞLU

22 Ağustos 2024

SAVADİYE



Evvelki günkü yazımda söz verdiğim gibi Amasya
mahallelerine Savadiye’den giriş yapalım.
“Neden Savadiye?” sorusunun cevabı ise çok basit.
Çünkü ata ocağım Gümüşlü de doğdum, ancak anne tarafından
dedemin evi Savadiye’deydi.
Annem Selanik göçmeni, 1912 yılında, I. Balkan Savaşı’nın
başladığı yıl nenemin kucağında 40 günlükken Anadolu’nun
yollarına düşmüş.
Ve kader O’nu Amasya’ya kadar sürüklemişti.
Maceranın ayrıntıları hazin bir hikâye ama o da başka bir
yazımın konusu olsun.
Tabii Amasya o devirlerde de önemli bir Osmanlı sancağı.
Savadiye de en eski mahallelerinden biri.
Özellikle Ermeni vatandaşlarımızın iskan ettiği mevkii.
Örneğin “Amasya’nın dikenleri” adlı biyografik romanın
kahramanı “Ester” o sokakların çocuğu.
1900 doğumlu, ve gözyaşlarıyla okuduğum bir devrin hatıratını
birinci elden kızı Margaret aktarıyordu.

Neyse, özellikle dokuz yaşımda babamı kaybettik sonra
Savadiye ile ilişkim yoğunlaştı.
Faytoncu dayım İskender üreme faaliyetini otomatiğe bağlamış,
iki yıl da bir çocuk sahibi oluyor...
Kazaya kurban gidenler hariç sayı altıya kadar ulaşmıştı.
Böylesi bol çocuklu ortamı kim istemez?
Lokman dağına doğru her sene genişleyen bahçesi,
teraslama metoduyla beş kata kadar çıkmıştı.
Envaı çeşit meyve ağaçları, domates biber patlıcan ibadullah…
Görkemli ceviz ağacı alabildiğince cömert, dut ağacının dibi de,
aile mezarlığı!
Şöyle ki; şu veya bu nedenle yaşama şansı bulamayan düşük
bebeler büyük bir ciddiyetle yapılan cenaze töreniyle
toprağa burada defnediliyordu.

Netice itibariyle pembe bir hayat…
Ve dayımın içki sofrasında abası annemle (7 yaş büyük)
saatlerce süren memleket sohbetleri.
Toprak çekiyor işte, anacığım ne zaman bir Rumeli türküsü
duysa gözleri dolardı…
Hele hele de: “Yanıyormuş yeşil köşkün lambası…”
O’nu yer bitirirdi.

Bu arada Özel İdare memuru Ahmet abinin annesi Emiş aba
mahallenin büyüklerinden biriydi.
Müthiş bir hafızası vardı, annemden söz ederken dünkü
çocukmuş gibi “ne yapar Ava?” derdi.
Bir de Hüseyin ağanın dillere destan bahçesi vardı…
Dağın eteklerini çevirmiş, aksi mi aksi tavırları
toprak ağası edasıyla yanına yanaşılmazdı.
Ama İskender dayımdan çekinirdi.

Evet, Savadiye Amasya içinde apayrı bir dünya.
Aynen Dere mahalle, Kuba gibi.
Muhacir ağırlıklı; kent mütegallibesine, eşrafına fiziken
tepeden bakan yoksul insanlar topluluğu…
Ama çalışkan, fevkalâde ahlâklı, müteşebbis, okur yazarlığa meraklı…
Ve hepsinden önemlisi de yerli ahaliye entegre olama çabası
takdire şayan.
Son söz olarak da ben de diyorum ki, Amasyalı bir baba ile
Selanikli ve de asil bir anneden doğmayım…
Ne mutlu bana.

Macit CÜNÜNOĞLU


TİLKİNİN DKKANI



Değerli hemşerimiz, dostumuz Erden Candaş
geçen günkü yorumunda 60’lı yılların Amasya’sını da
yazmamı arzu ediyordu.
Oysa hafızamda 50’li yıllar daha çok yer tutuyor.
Çünkü psikoloji biliminin de kabul ettiği gibi
insan 0-7 yaş arası hayattan alacağının % 70’ini alırmış.
O nedenle Amasya denilince aklıma yakın çevrem ile
Selağzı’nın eski hâli geliyor.
Doğduğum evin sokağının başında iki dükkân vardı.
Biri Kayalar muhaciri Şaban Ergun’un oyuncakçısı,
diğer köşede de Şükrü Kanlıkavak’ın bakkaliyesi.
Ve tarihi Vakıf Han.
Oteliyle, kahvesiyle, garajıyla müthiş hareketli
bir işyeriydi.
Taşova, Suluca, Merzifon minibüsleri buradan kalkardı.
Tabii paralel sokağımızda da ünlü Şevket Bey sineması.
Henüz Ar ile Yeni sinemalar açılmamış, kentin yegâne
eğlence merkeziydi.
Çünkü salt sinema olarak değil nişan, düğün, sünnet
törenlerinin de vazgeçilmez mekânıydı.
Tabii sahnede Demirali kumpanyası, perde arkasından
icra ettikleri kıvrak oyun havalarıyla misafirleri coştururdu.
Bu arada Petriç amcamızın dükkânı  ırmak kenarına yakın,
tam köşedeydi.
Giyimiyle, kuşamıyla, sohbetiyle tam bir Avrupalı
centilmen olan Kemal bey orijinal ürünler getirterek
vitrinini süslerdi.
Nacar saatlerinden, enfiye kutusuna kadar nadide aksesuarların
tek adresiydi.
Karşısında berber Lütfü Tan, tombul yanaklı tıknaz boyuyla
mesleğin aristokrat temsilcisiydi.
Diğeri de berber Memduh, O da ayrı bir efsaneydi.
Ve en önemlisi de Lütfü amcanın işyeri şehrin popüler
simalarından olan Yümlü Payaslı’nın ikinci adresiydi.

Fakat Selağzı denilince o devirlerde ilk akla gelen
Sinan hamamıydı.
Kentin tam ortasında simge yapılardan biriydi.
Bizans veya Selçuklu eseri olabilir, köklerini ne kadar
araştırdıysam da tarihi kayıtlarda bulamadım.
Neyse, o da yıkımdan nasibini alan ilklerden…
Şimdi yok, yerinde Gazi Anıtı var…
Zaten bu millet neyi yıkmadı ki, hanlar hamamlar yerinde dursun.
Koskoca Lise gitti, parkımız yerle yeksan edildi…
Ve tarihi Amasya kenti görgüsüz, vizyonsuz Vandal siyasetin
kurbanı oldu…
Hiçbir hemşerimiz de (küçük bir azınlık hariç) gözyaşı dökmedi.
Bahane de hazırdı; göç denildi, imar denildi…
Ve mücevher değerindeki  memleketin içine edildi.
Nokta…
Bugünlük bu kadar, bir ara Amasya muhabbetine tekrar döneriz…
Şimdilik hoşça kalın.

Macit CÜNÜNOĞLU