Yaşlar ilerleyince hastalık sohbetleri çoğalıyor...
Kanseri saymıyorum, o bambaşka bir illet.
Gelmeye görsün, çeken çekiyor...
Bir de yakınları; çaresizlik içinde kıvranmak kahrediyor insanı.
Gene de kuşağımın elinde konuşacak epeyce malzeme var...
Başta kalp ve tansiyon...
Peşinden şeker...
Ne kadar hoşlanmasanız da zoraki dinliyorsun...
Ne de olsa yıllara dayalı dostluklar, arkadaşlıklar, yarenlikler...
Arkanı dönüp “yetti be kardeşim” diyemezsiniz ya...
Velhasılıkelam hastayla hasta olup muhabbete katılıyorsunuz...
Ayrılıktan sonra da başınız mı ağrır, beliniz mi tutulur...
Orasını bilemem...
Dinleyen, katlanan düşünsün!
En iyisi mi dünkü mevzumuza devam edelim...
Güzeller güzeli İstanbul’a, çok kocadan kalan dul kadına...
İlk durağım Yerebatan Sarayı...
Aslında batan çıkan yok da...
Türkler işte, Bizans sarnıcına öyle ad takmış...
Tabii etkili, hele de görkemli sütunlar...
Kaideleri Medusa başı...
Gerçek Roma şaheserleri...
Yalnız yayınlanan müzik kötü...
Ağır bir tasavvuf nağmeleri, enstrüman ney...
Zaten ortam nemli ve loş...
Şeytan diyor ki aç Marmara şarabını...
Çök bir köşeye...
Şiir yaz!
Hâlbuki klasik müziğin seçkin eserleri ne yakışırdı...
Bilhassa Vivaldi...
Ancak hangi mollaya derdini anlatacaksınız...
Koyverin gitsin!
İkinci adres Ayasofya...
Yaklaşık bin beş yüz yaşında...
İçinde yine iskele, sancak, alabanda...
Ne inşaatmış yahu...
Sanırım bin yıl sürecek restorasyon...
Sanki Bitmeyen Kilise...
Ki o bitti, Barselona’daydı...
Ve insanlığın hizmetine açıldı...
Lâkin bizimki...
Tahminimce o da bitecek ama kılık değiştirerek çıkacak karşımıza...
Ve açılış...
Kutsal davanın ideali...
Ayasofya bu süreçte camiye dönüşmeli...
Kırmızı kurdeleyi de Padişahımız ile Valide Sultan kesmeli...
Bekleyin görün; çok yakında!
Üçüncü uğrak noktam Aya İrini...
Garip mabedim benim...
Kanserli, âdeta çürümeye terkedilmiş...
Her hâlinden belli; solgun, süzgün ve de yorgun...
İçim sızladı...
Duvarların dili yok ki konuşsun, ikonların gözü yok ki ağlasın...
Oturdum bir köşeye...
Derin düşüncelere daldım...
Yapıldığı devirlere, IV. Yüzyılın başlarına gittim...
İktidarda I. Constantinus...
Neye niyet neye kısmet...
Ve dedim ki, “ağla İrini ağla”...
Artık gidicisin...
Ne İstanbul farkında ne insanlık...
Güya sen Dünya mirasısın...
Vedalaştım hüzünle, gözlerimde nem...
Baktım arkamdan el sallıyordu İrini...
“Ölmeden önce yine gel, beklerim, unutma!”
Macit CÜNÜNOĞLU
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder